Dizinin bu yazısında “Üçüncü Dünyacılık” ve “Bağlantısızlık” kavramlarına ve Türkiye’nin öncü Üçüncü Dünyacılığına odaklanacağız. Her ikisi de Soğuk Savaş döneminin eseri olan bu iki kavram birbiriyle yakından ilişkili. Hatta birbirini tamamlar nitelikte demek yanlış olmayacaktır. Dizinin ilk yazısında da belirttiğim gibi Üçüncü Dünya Soğuk Savaş döneminde dekolonizasyon sürecinin ivmesiyle, dönemin başat iki bloklaşmasına dahil olmayan devletleri adlandırmak için kullanılan bir terimdi. Üçüncü Dünyacılık da genel hatlarıyla Üçüncü Dünya’nın dış politika ilkelerini içeren ve dış politikalarını blok politikasına hapsetmek istemeyen devletleri birleştirmeye çalışan bir program olarak görülebilir. Bütünsellikten yoksundu ve verili koşullarda uygulanma alanının kısıtlılığını da tarih gösterdi.
Ana hatlarına bakılacak olursa, en önemli başarısı kendi gündemini yaşama cüreti olan Üçüncü Dünyacılık bağlamında şu noktalara dikkat çekilebilir: Üçüncü Dünyacılığın en önemli ilkelerinden ilki, “dünyanın geri kalanında” dayanışmayı sağlamaktı. Üçüncü Dünya ülkeleri özgün koşullarına rağmen pek çok ortak soruna sahipti. Bu ortak sorunların çözülebilmesi dayanışmayla çok daha olasıydı. Zira, tek tek ele alındıklarında Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğu güçsüzdü ve etki kapasiteleri kısıtlıydı. Ancak bir araya gelip ortak bir tutum almayı başarabilirlerse sesleri daha duyulabilirdi. Üçüncü Dünya açısından mücadele edilmesi ve ivedilikle çözülmesi gereken sorunların başında yoksulluk geliyordu. Bu nedenle yoksullukla mücadele Üçüncü Dünyacı dayanışmacılığın en önemli motivasyonlarından birisiydi.
Yoksullukla mücadeleyle de yakından ilişkili olacak biçimde, dayanışmanın en önemli lokomotifi ise anti-emperyalizm idi ki, anti-emperyalizm, Üçüncü Dünyacılığın kurucu ilkelerinin başında geliyordu. Bu da hiç şaşırtıcı değil çünkü Üçüncü Dünya ülkelerinin ezici çoğunluğu sömürge geçmişine sahipti. Sadece klasik anlamda sömürgeciliğin değil emperyalizmin her veçhesinin de ağır sonuçlarıyla karşı karşıyaydılar. Bununla birlikte Üçüncü Dünyacı anti-emperyalizmin klasik anlamda Leninist bir çizgiden ziyade idealde “dış müdahalenin her türünden azade olmak” şeklinde özetlenebilecek ve siyasal egemenliği önceleyen bir tutumu yansıttığı da belirtilmelidir. Örneğin, Yugoslavya açısından Sovyetler Birliği de “emperyalist” bir aktör olarak algılanabilmekteydi. Kısacası, Üçüncü Dünyacı anti-emperyalizmin bir tür “tam bağımsızlıkçılık” olduğu söylenebilir.
Üçüncü Dünyacılığın diğer bir taşıyıcı kolonu ise yeni bir uluslararası ekonomik düzen talebiydi. Asırlardır baskın ekonomik düzenin “kazandırırken kaybedeni” olan Üçüncü Dünya ülkeleri artık, kendi çıkarlarına hizmet eden bir ekonomik düzen için mücadele etmek istiyordu. Bunun için önemli girişimleri de oldu. 1960’larda sürece dahil ettikleri Birleşmiş Milletler’de, 1974’te Yeni Bir Uluslararası Ekonomik Düzen Kurulmasına İlişkin Bildirge bile yayınlandı. Retrospektif bakıldığında, boşa kürek çekmek gibi algılansa da ilk petrol krizinin Batı’da yarattığı şok, sermaye birikim merkezleri arasındaki rekabet düşünüldüğünde ümitvar bazı hamleler olduğu da görülüyor. Ne var ki, 1970’lerde kurulmaya başlanan “yeni” ekonomik düzen, Üçüncü Dünya çıkarlarına hizmet etmek şöyle dursun, Üçüncü Dünya’yı neoliberalizm dalgasına teslim etti.
Üçüncü Dünya açısından önemi yadsınamaz olan diğer bir önemli nokta ise bölgesel tutunumdu. Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi aslında, Üçüncü Dünya kendi içinde homojen olmaktan çok uzak bir kütleydi. Ancak, bölgesel olarak ele alındığında Üçüncü Dünya ülkeleri arasında ortaklıklar artıyordu. Kullanılan dillerin ortaklığından tutun, aynı sömürgeci devletler tarafından sömürgeleştirilmiş olmaya, benzer coğrafi koşullara kadar pek çok konuda bölgeler bazında kültürel, ekonomik, askeri işbirliği daha büyük bir potansiyele sahipti. Bu bağlamda, Pan-Arabist, Pan-Afrikacı girişimler de özellikle parlak zamanlarında Üçüncü Dünyacılığın önemli adımları arasındaydı.
Ve en nihayetinde, Üçüncü Dünyacılığın en temel bileşeni Bağlantısızlık idi. Bağlantısızlık kabaca Batı Blokunun askeri paktı NATO’ya ve Doğu Blokunun askeri paktı Varşova Paktı’na üye olmamayı gerekli kılan bir hareketti. Temelleri 1955 Bandung Konferansı’nda, yorgun kıtalar Asya ve Afrika’nın taze devletleri arasında atılmış, 1961 Belgrad Konferansı’yla Amerika ve hatta Avrupa’yı da içeren geniş kapsamlı bir harekete dönüşmüştü. Bağlantısızlık, ilkece ne Batı Bloku ülkeleri ne de Doğu Bloku ülkeleriyle işbirliği içerisine girmeyi yasaklıyordu. Bazı Üçüncü Dünya ülkeleri Batı bloku ile diğerleri ise Doğu bloku ile askeri işbirliğini de içerecek biçimde işbirliği halindeydi. Bağlantısızlık, uluslararası hukuk tarafından net biçimde tanımlanmış, İsveç ve Finlandiya gibi az sayıda devletin temsilcisi olduğu tarafsızlıktan da farklıydı. Tarafsızlık, üçüncü tarafların savaşına dahil olmamayı gerektirirken, Bağlantısızlık, hareketin en önemli liderlerinden Nehru’nun da belirttiği gibi, gerekirse savaşmayı, kendilerini herhangi bir kutba bağlamadan, çıkarları neyi gerektiriyorsa o tarafta savaşa girebilme serbestini gerektiriyordu. Bu açıdan Bağlantısızlık, ne, “büyük güçlerle” işbirliğinden uzak durmak, ne de pasifizm anlamına geliyordu. Daha ziyade “bağımsızlıkçı” idi. Elbette, idealde.
Türkiye açısından ise, Üçüncü Dünyacılığın, ortaya çıkmasından on yıllar öncesinden beri kuruluş kodlarında olduğu hatta bu açıdan Türkiye’nin Üçüncü Dünyacılığın öncüsü konumunda olduğu görülüyor. Her şeyden önce, Türk Bağımsızlık Savaşı, tarihin başarıya ulaşmış en önemli anti-emperyalist savaşlarından birisiydi ve bu açıdan ilklerdendi. On yıllar sonra bile hala bağımsızlık savaşları bu topraklardan ve deneyimimizden feyz alıyordu. Anadolu ve Rumeli’de kurulan bu taze devlet açısından, mazlum devletlerle dayanışma dış politikanın kurucu ilkelerindendi. Ne var ki, gerektiğinde Batı’dan ve Doğu’dan “büyük güçlerle” “bağımsızlığa zeval getirmeyecek” işbirlikleri kurmaktan da geri durmuyordu. Buna askeri işbirlikleri de dahildi. Değil miydi ki, bağımsızlık savaşı Sovyetlerin destekleriyle sürdürülebilmiş, 1920’lerde Sovyetlerle dostluk ve işbirliği önemli bir dış politika dayanağı olmuştu.
Bölgesel tutunum, hem ikili ve bölgesel sorunların çözümünde hem de “büyük” ve saldırgan güçlere karşı dengeleyici bir öge olarak çok önemseniyordu. Balkan Antantı Paktı ve Sadabad Paktı bu tutumun somut çıktıları olmuştu. Benzer şekilde bu yeni ülke, tıpkı Üçüncü Dünyacıların BM’deki gündem oluşturma çabaları gibi, uluslararası girişimleri, kendi çıkarları bağlamında araçsallaştırma eğilimindeydi. Cumhuriyet Türkiyesi, olumlu ya da olumsuz olmaktan bağımsız olarak, kendi ekonomik gündemini oluşturmak bakımından da Üçüncü Dünyacıların öncüsüydü. Ne tamamen liberal ekonominin güdümüne girmiş ne de tamamen sosyalist bir ekonomik yönelim benimsemişti. Kendi ülkesinin olanakları bağlamında, adına devletçilik denilen, kendince en verimli bulduğu ekonomik modeli benimsemişti.
Ne var ki bilindik anlamıyla Üçüncü Dünyacılığın temellerinin atıldığı 1950’lere gelindiğinde Türkiye çoktan safını belirlemiş ve bambaşka bir gelecek olasılığından çoktan uzaklaşmıştı. Türkiye’yi bir “saf” belirlemeye iten verili ve değişken koşulları tartışmak şimdilik bu yazının kapsamını aşıyor. Ancak varılan noktada, Bandung Konferansına da katılan Türkiye, bir NATO ülkesi olarak, Üçüncü Dünya ülkeleri arasında bir liderlik konumu elde etmekten çok uzaktaydı. Bandung’ta da NATO’nun avazı olmuştu zaten. Elbette Türkiye Üçüncü Dünya’nın lideri olabilir miydi tartışılabilir. Menderes’ten bahsetmiyorum ama Türkiye’nin en az Üçüncü Dünya liderleri Nehru, Tito ve Nasır kadar etkili bir lider çıkarma potansiyeli bakiydi. Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Üçüncü Dünyacı” dış politika öncüllerini sürdür[ebil]seydi Demokrat Parti iktidar olabilir miydi? Olsa, iktidarda kalabilir miydi? Türkiye Üçüncü Dünyacı olsaydı daha mı iyi olurdu daha mı kötü? Bunların hepsi çok spekülatif sorular. Ne var ki her şeyin çok farklı olacağı kesin.
Üçüncü Dünyacılığın, hataları, açmazları ve akıbeti önümüzdeki yazının konusu. Yazıyı daha da fazla uzatmamak için Üçüncü Dünyacılıktan alınması gereken dersleri ve Türkiye açısından “başka” bir dış politikanın olanaklılığını tartışmayı da önümüzdeki aya erteliyorum. Yine de “Başka bir dünya her zaman mümkündür, mümkün olmalıdır” demekten de kendimi alamıyorum.