Milli Hâkimiyet Nedir?
Açılması 100 yılı geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2022 yılında, her zamankinden daha coşkulu, daha kapsamlı, daha önem verilerek kutlandı. Toplumumuz Cumhuriyet’in ne demek olduğunu bilmektedir. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin Cumhuriyetsiz yaşayamayacağının da farkındadır. 23 Nisan Bayramımızın neyi başlattığı ve ne demek olduğu, neyi savunmamız gerektiğini göstermektedir.
“Türkiye Cumhuriyeti milli bir isyan ve ihtilalin eseridir.”
HASAN-ÂLİ YÜCEL1
“Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak bildiğimiz ve kutladığımız 23 Nisan, 1920 yılında Millet Meclisi’nin açılma günüdür. “Ulusal egemenlik”, milli hâkimiyet demektir. Milli hâkimiyetin özü, anlamı, etkileri ve sonuçları üzerinde duracağız.
Millet Meclisi’nin açılmasının birinci anlamı, Osmanlı devleti yerine “Türkiye” adı verilen yeni bir devletin kurulmakta olduğudur. Meclis’in açılmasıyla yaşam süresini tamamlamış olduğu düşünülen “İmparatorluğun” tanınmadığı da açıklanmış oluyordu. Onun ömrü dolmuştu. Bu “açıklama”, hem Türkiye halkına, hem de dış dünyaya bir duyuruydu. Aynı zamanda Meclis, saltanatı geçersizleştirdiği gibi, milletin hâkimiyetini ve iradesini yansıtıyordu.
Milletin hakimiyeti ise seçimle belirlenen Meclis üyelerinin belirlediği “Meclis Hükümeti” ile sağlanacaktı.
Bütün bunlar, o günlerde henüz ilan edilmemiş Cumhuriyet’in kuruluyor olduğunu göstermekteydi. Çünkü iktidar, bir hanedan şeklinde sürüp gelmekte olan sülaleden alınmıştı ve seçimle işbaşına gelmişti. Ayrıca Meclis’in kendisinin de, bunların milli bilinçle yapıldığını kanıtlayan bir söylemi vardı, “milli hâkimiyete” dayandığını açıklamaktaydı; “Hâkimiyet, bilâkaydüşart milletindir.”
Seçimle belirlenen iktidar, yönetimin milletin eline geçtiğini göstermekteydi. Milletin yönetime gelmesi cumhuriyetti! Milletin yönetiminde, milli iradenin bir mecliste olduğu yönetim şekline, böyle bir rejime her yerde cumhuriyet denmekteydi.
Bir hanedanla yönetilen, imparator, kral, padişah, sultan gibi kişilerin karar merci ve yetkili olduğu idare şekli cumhuriyet olamazdı. Millet tarafından seçilmeyen, aileden gelen veya atanan kişilerce yürütülen iktidar cumhuriyet olarak görülemezdi.
Din devleti demek olan teokratik bir yönetime de cumhuriyet denemezdi. Meclisli yeni devlet din devleti olmayacaktı.
Dolayısıyla 23 Nisan 1920’de açılan Millet Meclisi’nin özü, bir cumhuriyetin kurulduğuydu ve yapılan, milli hâkimiyetin öne çıkarılması, ileri sürülmesiydi. Bunlar ise, devrimdi, eski yönetimlerin, yöntemlerin, sistemlerin, anlayışların yıkılmasıydı. Aynı zamanda bir milletin doğuşu, bir milletin iktidara gelmesiydi.
MONDROS’LA BAŞLAYAN ‘YENİLMEDİK, TESLİM OLMAYIZ’ SÜRECİ
30 Ekim 1918’de Osmanlı devleti Mondros Mütarekesi’ni imzalamış, ordusunu lağvetmeyi, bütün silahları, araçları ve cephaneyi düşmana teslim etmeyi kabul etmişti. Ancak Mustafa Kemal Paşa bunu öğrendiği anda, buna razı olunmaması gerektiğini düşünmüş, “Mütareke”yi ilk çiğneyen de o olmuştu. Çünkü, “bu Mütarekename olduğu gibi tatbik edildiği halde, memleketin baştan sona kadar işgal ve istilaya maruz” kalacağını görmüştü.2 Güney bölgelerinde olduğu o günlerde, ulaşabildiği her yere askerin terhis edilmemesini, silah, araç ve cephanenin düşmanlara verilmemesini, hatta kaçırılıp gizli yerlerde saklanmasını istemiş, bunun gereği olan emirler göndermişti.3 Kurtuluş Savaşının ilk stratejik hazırlığının o emirler olduğunu, bağımsızlık mücadelesinin askerlik yönünden bu şekilde başlamış olduğunu söyleyebiliriz.
İtilaf devletlerinin “mütareke hükümlerine riayete [bile] lüzum görmedikleri”4 Mondros Mütarekesi, Osmanlı topraklarını paylaştırmayı gerçekleştirmek ve resmileştirmek için istilacıların bir dayanağı ve gerekçesi olacaktı.
Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a geldi. O günlerde savaşın galibi İtilaf devletlerinin savaş gemileri İstanbul’a doluşmuş ve gemiler Boğazda demirlemiş durumdaydı. Mustafa Kemal, İstanbul Boğazında gördüğü manzara karşısında sadece “Geldikleri gibi giderler” dedi.
Bir süre İstanbul’da kaldı, görüşmeler, çalışmalar, hazırlıklar ve örgütlenmeler yaptı, kendine bir yol haritası çizdi. Vatanı savunmak için Anadolu’ya geçmesi gerekiyordu.
Osmanlı sınırları içinde çok yere galip devletlerin yabancı askerleri çıkarılmıştı ve 15 Mayıs 1919 tarihinde de Yunan ordusu İngiliz-Fransız yönetimleri tarafından İzmir’e sevkedilmişti (silahları, cephaneleri ve araçları İngiltere tarafından verilmiş, hatta Yunan askerleri bile İngiliz savaş gemileri tarafından taşınmıştı). Yunanistan onların kuklasıydı. Askeri icaplar dışında bir “güvenlik gücü” gibi kullanıldı. Üzerimize salındı.
MECLİSİ AÇMA YOLUNDA
Kemal Paşa, bu şartlarda kurtuluş savaşını yürütmek amacıyla İstanbul’dan ayrıldı, Samsun’a ayak bastı (19 Mayıs). Arkasından Meclis’in hazırlıklarına girişti, ülkeyi mücadelede bir “meclisle” birleştirmek gerekiyordu. “Bir hükümet ancak milli hâkimiyet esasını kabul ve bir milli şûranın varlığını onaylayan ve ona dayanmayı uygun gören bir hükümet” olmalıydı.5 Bu, “Meclis”siz olmazdı!
Amasya, Erzurum, Sivas, Kayseri’ye gitti, toplantılar, kongreler yaptı, “vatanın heyeti umumiyesini temsil” edecek Heyeti Temsiliye’yi kurdu. Bütün yapılanlar Meclis’i açmak içindi.
1919 yılı ilerledikçe, işgalcilere teslimiyetçi olan İstanbul hükümetinin tam karşısında yer alındığı belli oluyordu. Osmanlı devleti, kongrelerin ve toplantıların “rahatsızlık veren”, “sakıncalı görülen” kararları üzerine, Heyeti Temsili’yle “her konuyu görüşmek amacıyla” bir talepte bulundu. Çözülmüşlerdi. Damat Ferit Paşa hükümeti düşmüş, Ali Rıza Paşa yeni bir kabine kurmakla görevlendirilmişti. Mustafa Kemal görüşmeyi kabul edince de İstanbul’dan bir heyet gönderildi. 20 Ekim 1919’da Amasya’da buluşuldu, “tam bağımsızlıkçı Türkiye” tarafının bütün şartları kabul edildi. Ancak Osmanlı tarafının heyeti İstanbul’a geri döndüğünde bunlar “payitaht” tarafından onaylanmayacak ve teslimiyetçi Osmanlı’yla bağımsızlıkçı Anadolu’nun ilişkileri bu yüzden tamamen kopacaktı.
Mustafa Kemal, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldi. Ankara’da karargâh kurdu.
İngilizlerin İstanbul’da Meclis’i basması ile (16 Mart 1920), Meclis’in Ankara’da toplanması kolaylaştı ve hatta zorunlu hale geldi. Mustafa Kemal zaten bunu istiyor ve doğru görüyordu, ama çoğunluk toplanılması için hâlâ İstanbul’u düşünmekteydi.
Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal 22 Nisan’da, Büyük Millet Meclisi’nin, 23 Nisan gününden itibaren “bütün mülki ve askeri makamların ve bütün milletin mercii olacağı”nı açıkladı ve duyurdu.6
Ve Meclis 23 Nisan’da Ankara’da açıldı. Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi’ne “Reis” (Başkan) seçildi.
“Heyeti Temsiliye”nin hükümet gibi çalışması kararlaştırıldı.
Kemal Paşa, 2 Ocak 1922 tarihinde Cemal Paşa’ya gönderdiği mektupta bunu şu anlamlı ifadelerle açıklar: “Türkiye’de tahmin edemeyeceğin derecede bir inkılâp olmuştur. Bütün manası ile bir halk hükümeti teşekkül etmiştir. Kanun yapma ve icra salahiyetlerini kendine toplayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, bütün devlet işlerine bizzat el koymuştur.”7
EĞER MECLİS KURULMAMIŞ VE AÇILMAMIŞ OLSAYDI…
Meclis açıldığı zaman Mondros Mütarekesi geçersiz hale geldi. Onu kabul etmeyen irade ortaya çıktı.
Eğer Meclis kurulmamış ve açılmamış olsaydı, Mondros, kişiler ya da sadece birtakım “cemiyetler”le kuruluşların “beğenmediği” bir şey olarak kalırdı. Mütareke’ye karşı çıkılmasının bir etkisi olmazdı.
10 Ağustos 1920 günü imzalanan Sevr “Barış” Antlaşması, Büyük Savaş sonunda yapılan barış antlaşmalarından biri ve en sonuncusuydu.8 Osmanlı devletinin toprakları parçalanıyor, paylaşılıyor ve bu resmi bir hale getiriliyordu. Boğazların yönetimi ise galiplere ait oluyordu. Millet Meclisi, Sevr “Barış” Antlaşması’nı tanımadığını açıkladığı gibi, metne imza atan Osmanlı yöneticilerini “vatan haini” ilan etti. Sonunda, Meclis’in vatanın bütünlüğünü savunması sonucunda Sevr Antlaşması, savaş sonunda yapılan barış antlaşmalarının ilk geçersizleşeni, ilk uygulanamayanı olacaktı.
Eğer Meclis kurulmamış ve açılmamış olsaydı, Sevr’e karşı çıkmak, kişiler ya da sadece birtakım “cemiyetler”le kuruluşların “istemediği” bir şey olarak düşünülür ve öyle de kalırdı. Sevr’e karşı çıkılmasının uluslararası anlamda bir etkisi ve yararı olmazdı, hatta belki de duyulmazdı. Sevr’e bir milli yönetim, bir milli merkez, bir milli devlet, bir milletin iradesi karşı çıkıyor ve onu tanımadığını açıklıyordu! Bunun ağırlığı başkaydı. İşte Mustafa Kemal, Meclis’le bunu gerçekleştirdi. Onun için önce siyasi iradeyi kurdu. Sonra onu silah zoruyla yıkacak olan orduyu!
20 Ocak1921’de Teşkilatı Esasiye Kanunu kabul edildi. Böylece, bir meclisi olan bir cumhuriyet devletinin bir anayasası da ortaya çıkmış oluyordu. Anayasası olmayan bir cumhuriyet zaten olmazdı.
Eğer Meclis kurulmamış ve açılmamış olsaydı, anayasa olarak bir metnin ortaya çıkmasının bir anlamı olmayacak, anayasalı olsa bile Meclisi olmayan bir “cumhuriyet” kimse tarafından dikkate alınmayacak, ciddi görülmeyecekti. Anayasalar, bir metin olmakla değil, meşru bir temel olmakla, arkasında devrimin ve bir milletin iradesi bulunmakla ve Cumhuriyet’in belgesi ve kanıtı olduğunu göstermekle anlam kazanırdı.
ZAFERİN TESCİLİ: MUDANYA MÜTAREKESİ
11 Ekim 1922’de, kazanılan askeri zaferlerin sonucunda Mudanya Mütarekesi imzalandı. Buna göre Kurtuluş Savaşındaki bütün çarpışmalara son verilmiş ama aynı zamanda Türkiye’nin kazanmış olduğu zafer kabul edilmiş oluyordu.
Böylece Mudanya Mukavelenamesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve devletin uluslararası alanda tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşmasına temel ve dayanak olacaktı. Mudanya ile, Sevr’in resmen geçersizliği taraflarca, Sevr’i hazırlayan ve dayatanlar da içinde olmak üzere herkesçe onaylanıyordu.
Eğer Meclis kurulmamış ve açılmamış olsaydı, Mudanya’da bu antlaşmayı imzalayan Türk tarafında resmi bir devlet, bir hükümet, bir makam ve bir Cumhuriyet olmayacaktı. Ve hatta o zaman bir “Mudanya” da olmayacaktı.
Kemal Paşa, 13 Ağustos 1923 günü TBMM’de yaptığı konuşmada zaferin elde edilmesinde Meclis’in önemini şu cümlelerle açıklar: “Hakikaten dört yıllık bağımsızlık mücadelemiz, milletimizin şanına layık bir barış ile neticelenmiştir.”
“İlk Meclis’imiz milletin kendi mukadderatına bizzat el koyduğunu ilan etti. Milli hâkimiyet esaslarını harekât düsturu kabul etti ve kuvvetli bir halk hükümetinin esasını ortaya koydu. (Şiddetli alkışlar)”
(Lozan’ı kastederek) “Çünkü bu barış müzakerelerinde görülen hesaplar dört senelik değil, dört yüz senelik bir devrin günahlarının mirası idi.”
“Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen emniyette ve dokunulmaz olmalıdır.”9
23 NİSAN, DEVRİMDİR, CUMHURİYET’TİR!
Bütün bunlar Devrimin ve bağımsızlık mücadelesinin bir millet meclisi olmadan da yürütülebileceğini ve sonlandırılabileceğini düşünmenin ve ileri sürmenin ne kadar abes olduğunu göstermektedir.
Büyük Savaş sırasında, o dönemde dünyanın en büyük gücü ve hâkimi durumunda olan İngiltere’yi çok cephede yenilgiye uğrattık.10 Bu askeri zaferler, savaş sonrasında da onu yenilgiye uğratmanın başlangıcı olmuştu.
23 Nisan, sadece bir askeri zaferin temeli değil, Cumhuriyet Devriminin siyasi zaferinin de temelidir. Uluslararası alanda zafer, Meclis’in sağladığı siyasi irade ve onun yarattığı zaferin üstünde yükselmiştir.
Kemal Paşa, 14 Temmuz 1922 günü Fransız Milli Bayramı nedeniyle yaptığı bir konuşmada, “Türkiya halkı tanınmayan ve çiğnenen hukukunu müdafaa için ayaklandı, bu ayaklanma onun için bir hak ve vazife oldu. Türkiya Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti böyle bir ayaklanmanın neticesidir” der.11
Meclisin kurulması ve açılması, bir temel halkadır. Zincir o halkayla başlamış, zafer o sayede gerçekleşmiş, toplumun ayağa kalkması, birleşmesi ve milletin geleceğine sahip çıkması o halkayla meşrulaşmış, benimsenmiş ve anlam kazanmıştır.
Doğru olan seçilmiş, zor olanda ısrar edilmiştir.
Dünya “istiklali tam” amaçlı bir kurtuluş mücadelesinin başladığını Meclis’le, Meclis’in açılmasıyla öğrenmiştir.
Meclis, milli hâkimiyet, milli hâkimiyet Cumhuriyet demektir!
Yaşasın Cumhuriyet!
NOTLAR
1 Hasan-Âli Yücel, “Cumhuriyet ve Hürriyet”, Akşam, 30 Eylül 1950; 75 Yılın İçinden / 22 Yazardan Seçmeler, Cumhuriyet, İstanbul 1978 içinde s. 117.
2 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:3 (1919), Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s. 64.
3 Ali Fuat Cebesoy’un Milli Mücadele Hatıraları, cilt 1, s. 37; akt. Şevket Süreyla Aydemir, Tek Adam / Mustafa Kemal (1881-1919), Remzi Kitapevi, İstanbul 1966, s. 377; ayrıca geniş bilgi için bkz. 375 vd.
4 Nutuk’un ilk sayfasında yer alan bu cümle, istilacıların Mütareke’nin şartlarıyla bile yetinmediklerini göstermesi bakımından ilginçtir; bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:19 / Nutuk I (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul 2006, s. 23.
5 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:3 (1919), s. 177.
6 Nutuk I, s. 326.
7 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:12 (1921-1922), Kaynak Yayınları, İstanbul 2003, s. 195.
8 Savaş sonundaki “barış” antlaşmaları galip İtilaf devletlerinin şartları ağır dayatmalarıydı. Almanya’yla Versay (7 Mayıs 1919), Avusturya’yla Saint Germain (10 Eylül 1919), Bulgaristan’la Neuilly (27 Kasım 1919), Macaristan’la Trianon (4 Haziran 1920).
9 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:16, Kaynak Yayınları, İstanbul 2004, s. 76-79.
10 Büyük Savaş sırasında İngiltere’ye karşı kazanılan zaferler konusunda bkz. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi / 1835’den 1995’e, İstanbul Matbaası 1974, s. 70 vd.
10 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:13 (1922), Kaynak Yayınları, İstanbul 2005, s. 148.