“Tarih”in tarihi oldukça eskiye gidiyor. Yazının bulunmasıyla birlikte tarih de dolaşıma girmiş oluyor, öyle deniyor, tarih yazıyla başlamış ama öncesi de var; “sözlü” aktarılmalar gene “tarih”tir, en azından o zamanlar için. Kaldı ki, arkeoloji ile benzeri ve benzeri olmayan modern bilimler sayesinde tarihin gizleri belirli ölçülerde açıklığa kavuşturulmuştur. Bu bilimlere her gün yenileri de eklenmektedir.
Yazıdan sonra, henüz bilim düzeyinde olmasa ve bir bilim sayılmasa da tarih başlamıştır. O tarih, o zamanlar yönlerce ve bölgelerce ayrıştırılmış, yönlere ve bölgelere göre oluşturulmuş da değildi. Bundan kastımız, kavram olarak “Batı”nın ortaya çıkmış olmasından sonra tarihin, bir yöne, bir bölgeye ve bir yere aitliğinin de ortaya çıkmış olması, bir kültüre göre tanımlanması, yapılanması, oluşturulmasıdır. Tarihin bir yerin (bir kıtanın ya da bir bölgenin) veya bir kültürün ya da bir yönün adı verilerek buna göre biçimlendirildiği biliniyor ve ifade ediliyor çünkü; yön için, Batılı tarih ve Batıcı tarih. Avrupa’da yazılmaya başlanan bu tarih bir süre sonra Avrupa/Avrupalı gözüyle ve dünya konu olduğunda veya dünyada başka bir yerin tarihi olduğunda Avrupa’dan bakarak yazılan tarih oluyordu. Daha sonra, Avrupa “Batı” olmaya evrildiği zaman ise Avrupa’da yazılan tarih Avrupa gözüyle, arkasından da Batı gözüyle yazılan tarih olacaktı.
Avrupa’nın ve Batı’nın gözü ve bakışı, Avrupa ve Batı içindi.
Yerel Tarihler ve Merkezcilikler
Tarih yazımı başladıktan sonra her toplum, her bölge, her ülke, her millet ve hatta her kurum kendi tarihini kendisine göre ve kendisi için yazdı. Batı’dan örneklemek çok kolay (çünkü somut); Roma için Roma’nın yazdığı tarih, Avrupa için Avrupa’da Avrupalılarca yazılan tarih, Fransa için Fransız tarihi, Hıristiyanlık için Hıristiyanlıkça yazılan tarih vb. Ancak bunlar toptan değerlendirildiğinde “özel tarihler”in merkezciliklerle ilişkili olduğu görülüyor, tarihlerin Romamerkezli, Avrupamerkezli, Hıristiyanmerkezli ve ülkeler merkezli tarihler oldukları anlaşılıyor,
Bunlar rastlantı değil, kıta olduğu kabul edildikten ve ona verilen ada değer kazandırıldıktan sonra Kıtada merkezlilikler ve merkezcilikler olduğu görüldü! Grek ve Roma odaklı merkezcilikler; sonra aynı şekilde kıta için bir merkezcilik, Avrupamerkezcilik ortaya çıktı.
Aslında kendi dışında bir dünya olduğunun bilincinde olan her yerde toplumlar kendilerini önce coğrafi, sonra tarihsel bakımlardan merkez olarak görürler. Bu olgunun toplumsal ve kültürel alanlarda da kendini göstermemesi düşünülemez.1 Ancak Grek ve Roma merkezciliklerinin bir uç nokta özelliğinde olduğu, ve sonraları bunun Avrupa’da kendini bir uç nokta olarak gösterdiği de bir gerçektir.2 Uç nokta diye algılanmasının bir nedeni, katılığı, dayatılırlığı, etkililiği, yaygınlığından ve geçerliliğinin genel kabul görmesindendir.
Dünya Tarihinin Yazımı ve “Batı”nın Oluşumu
Avrupa, Keşifler sonucu sömürgecilik dönemine girdiğinde başka ve uzak toplumların, ülkelerin, toprakların, kıtaların, dolayısıyla dünyanın tarihini yazmaya başladı. İhtiyaçtı. Ancak bu tarih, bilinmezliklerle sarmalanırken, gerekli görüldüğü gibi, istenildiği gibi yazılıyor, eksiklerle, değiştirmelerle, tahrifatlarla, eklemelerle, çalıntılarla, gölgelemelerle, gizlemelerle, saklamalarla vb. tamamlanıyordu. Doğru söylemeyle, kendileri için ve kendilerine göre bir tarih ortaya çıkarılıyordu; tarih, “üretiliyor”du!
Ve Avrupa “Batı” olduktan sonra başka bir gerçekliğe dönüştü. Bu yeni kavram, zaman olarak “Avrupa’nın Orta Çağı”nın sonrasındadır ve mekan olarak –sonra içine Kuzey Amerika’yı da alarak– Avrupa’nın genişlemişi/genişletilmişidir. Batı, aynı zamanda “gelişmiş ülkeler” grubuydu, kendi dışındaki dünyanın tarihini yazarken kendisini uygarlık merkezi ve onun taşıyıcısı olarak gösteriyordu. Çünkü Avrupa gelişmiş “Batı” olunca, “uygar” da olmuştu. Ama bu uygarlık, tekti, biricikti, öncesizdi, benzersizdi, özeldi vb. Dikkat edilmesi gereken şey, bunlar önemliydi, yola bunlarla çıkılıyordu!
Sanki kupkuru bir dünya vardı ve uygarlık anlamındaki Avrupa dünya için bir fıskiyeydi.
Cephe olarak Avrupa ve Avrupalılık
Avrupa’nın ve Batı’nın tarihyazımı (historiografisi), önceleri Avrupa’nın, sonraları Batı’nın ortak çıkarlarının dışında görülemez. Özellikle Batılıların ortak bir düşmana karşı her zaman birlikte olduklarını hatırlarsak, Batı’nın iyi tahkim edilmiş bir yapı olduğunu görürüz. Avrupalılık temelli olarak başlayan bu çıkar birliği, “gelişmiş dünya”nın çıkar birliğidir.
Avrupa’da toplumlar ve ülkeler birbirlerini yıpratmaya, hatta yok etmeye çalışsalar da bir bütündürler. Birbirlerine düşmandırlar, birbirleriyle tarih boyunca savaşmışlardır ve her zaman savaşmaya da hazırdırlar, ama birbirlerini tanırlar, sayarlar, meşru görürler. Ayrıca birbirlerini belli bakımlardan tamamlamışlardır da.
Avrupa sadece üzerinde birlikte durulan bir kara parçası değildir, dünyanın bütüne göre odaklaştırılmış bir noktası, bir özel yeri, bir merkezidir.
Avrupalılık nasıl Avrupalıları birleştirmiş, bir çatı altında toplamışsa, Batılılık da bütün Batılıları (daha doğrusuyla söylersek, “gelişmişleri”) bir parantez içine almayı başarmıştır. Aynı şekilde, Avrupalılıkla Batı, belirli ülkelerin yan yana gelmesi ve sayısal toplamı olarak değil, benzer özellikler ve ortak çıkarlar temelinde oluşturulmuş bir merkezdir, bir ortak cephedir.
Batı’nın ortak Batı tarihi yanında, Batılı bir “tarihçilik” vardır. Bu tarihçiliğe göre, “Batılı” olan uygar Avrupalıya karşı geri kalan dünyanın insanları, uygarlık dışı ve geri insanlar oluyor, tarihlerinde de uygarlık bulunmuyordu. Bundan, önce Avrupalılar için, sonra –“uygarlığın” biraz daha genişlemesinden sonra– Batılılar için, bir üstünlük durumu, iddiası ve duygusu ortaya çıkıyordu.
Batı Tarihçiliği Ortaklığı ve Ülkesel Merkezcilikler Ayrılığı
Bu yüzden ülkeler ve farklı toplumlar temelinde ayrı olsalar da Batı tarihçiliği ortak bir tarihçiliktir ve özü hepsi tarafından aynı şekilde paylaşılmaktadır. Bu, her şeyden önce Avrupamerkezci tarih (ve sonradan “Batımerkezci tarih” denilebilecek olan) bir tarih anlayışı etrafında örülmüştür. Avrupa’da herkesin ayrı bir tarihi vardır, bu herkesin kendi tarihidir,3 ancak Batı tarihçiliği, bir karşıta, “düşmana”, “ötekine”, “uygar olmayana”, kendinden olmayana göre yazılmıştır. Bu tarihçilik örneğin, Batı’ya karşı Doğu’ya, Hıristiyanlığa karşı İslama, Avrupa’ya karşı Asya’ya, kapitalizme karşı sosyalizme, uygara karşı uygar olmayana olumsuz ve önyargıyla bakmaya yönelik bir tarihtir. Bu önyargılı tarihler, kendi tarihleriyle uyumludur, ama kendi tarihlerindeki anlayış ve ele alışlar aynı ve benzer şekillerde değildir, onlara yakın ve uyar da değildir, dahası, onların tersi özelliktedir, kayırıcıdır, iyileştirici ve güzelleştiricidir. Kendilerine olumluyken, kendileri dışındakilere olumsuz bakarlar.
Batılıların bütün toplumların tarihlerini her şeyden önce kendileri için yazdıkları herkesin kabul edeceği bir gerçekliktir. Her yerde tarih yazılması da aslında böyledir. Ancak Avrupa toplumlarında bu dünyanın hiç bir tarafında olmadığı kadar sistemli olarak karşımıza çıkmıştır.
Kapsamlı olarak Avrupamerkezci denilen anlayış yanı sıra, İngilizmerkezci, Fransızmerkezci, Almanmerkezci anlayışlar da vardır ve doğaldır. Siyasette olağan görülebilecek bu merkezciliğin tarih bilimindeki yansımalarına, Avrupalı aydınlar arasında en beklenmedik kişilerin en olmadık yorum, tanımlama, belirlemelerinde rastlamak işten değildir. Örneğin, Hegel, dünya tarihini devlet yapısı üzerinde aşamalandırdığı zaman, antik devlet biçimlerinden (Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Grek ve Roma’dan) sonra “Cermen devleti aşaması”na geçildiğini kaydetmiştir! Görüldüğü gibi, nesnellik geride kalmıştır. Bu Almanyamerkecilik (ya da İngiltere veya Fransamerkezcilik), Avrupa tarihinin en üst düzeyde ilginçleştiği, önem kazandığı ve hızlandığı 19. yüzyılda özel bir şekle de bürünmüştür. Giderek, bunlar her şeye bağlanabilir ve yapıştırılır hale gelmiştir.
Oryantalizm ve Batılılık ile Batıcılıktan Kurtulması Gereken Tarih
Avrupa‘nın önce sömürgeci, sonra emperyalist dönemlerinde hizmete koşulmuş oryantalizm, Doğu ülkeleri için, son derece önemlidir ve aynı zamanda belli bakımlardan yararları da olmuştur. Doğu ülkelerinin ve toplumlarının tarihleri, dilleri, kültürleri, özellikleri, Doğu ülkelerinden çok Avrupa ülkeleri tarafından ele alınmış, Doğulu bilim insanları ve araştırıcılardan çok Batılı meraklılar ve görevliler tarafından incelenmiştir. Doğu‘nun bütün önemli kültür, bilim ve sanat ürünleri oryantalistler tarafından Batı toplumlarına götürülmüş, sergilenmiş, çevrilmiş, tanıtılmıştır. Doğu’nun değerleri Batı’da oryantalistler sayesinde tanınmışlar, bilinmişlerdir.
18. ve 19. yüzyıllara kadar belli ölçülerde hayranlık duyulan ve özenilen üstün ve gizemli Doğu‘nun, sonraları, geri, yönetilmesi ve yönlendirilmesi gereken, gelişmeye muhtaç toplumlardan ibaret olduğunu „keşfeden“ ve –hem Batı‘ya, hem de bize, Doğu‘ya–, „kavratan“ da oryantalizmdir.
Her şeye rağmen Avrupa’nın, geniş anlamda Batı’nın tarihçiliğinde hem bilimsellik, hem de kendini sorgulayıcılık rastlanmaz bir şey değildir. Yalnız kişiler değil, tarih grup, anlayış, akım ve okulları da bulunur. Bu çeşitlilik içinde kendi tarihlerine karşı nesnel olan kişi ve anlayışlar olduğu gibi, Avrupamerkezcilik-dışı bakışlara sahip olunması da söz konusudur.
Oryantalizme ve Batıcılığa İlk Karşı Çıkış
Avrupamerkezci ve oryantalist yüksek bakışın “teori”lerine ve kötüye kullanılan yaratım ve birikimine dünyada cepheden ilk yanıt da Türklerden gelir. Kurtuluş Savaşımız Avrupamerkezciliğe karşı fiili bir karşı çıkıştır. Üstelik, emperyalist düşmanları dize getirmiş ilk silahlı direniştir ve başarıya ulaşmış ilk milli mücadeledir.4 Devrimci Cumhuriyet Türkiye’sinin 1930’lu yılların tarih, dil ve kültür faaliyetleri, çalışmaları ve kurumlaşmaları,5 bunların sonucunda üretilen Türk Tarih Tezi, dünyada ilk olarak Doğu’yu ve bir Doğu toplumunu, Türkleri, Avrupa Tarih Tezinin dışında tanımladı. Kadim uygarlıkları temel almak bağlamında bölgemiz tarihini ve uygarlık geçmişini yeniden yazdı. Türkiye’de yapılan uluslararası tarih kongrelerinde Batı dünyası da dürüst ve ciddi tarihçileriyle bu gelişmenin ve çalışmaların içinde yer aldı. Zaten Türk Tarih Tezi, Avrupalı tarih ve toplumsal bilimcilerinin yazdıklarını da, ya dayanak olarak öne çıkarmış ya da olumsuz bilim dışı örnekleri göstermek ve çürütmek maksadıyla ele almıştır. Yani atıf yapılan Batılı kaynaklar iki yönlü olarak sistemlice kullanmış, değerlendirilmişti. Böylece önemli ölçüde Batılı aydın, bilimci ve tarihçilerin çıkarımlarını doğruları ve yanlışlarıyla incelemişti.
Tarih çalışmalarını yönlendirmek için Cumhuriyet Türkiye’since hazırlanan ve sınırlı sayıda basılarak yalnız uzman, bilimci, görevli ve tarihçilere verilmiş olan Türk Tarihinin Ana Hatları’nın tartışılmasından sonra, lise öğreniminde kullanılmak üzere Tarih ders kitapları yazılmıştır. Her bir sınıf için olmak üzere tarih kitapları dört cilttir.6
Ayrıca 30’lu yıllarda çok sayıda bilimsel makale ve çalışma, yeni yayına giren dergilerle birlikte birçok gazete ve bilimsel periyodikte yayımlanmıştır.
Türklerin Karşı Çıkışı 19. Yüzyılda Başladı!
Devrimci Cumhuriyet’in Türk Tarih Tezinin altında, 19. yüzyılda başlayan Türk tarihçiliği ile 20. yüzyıl başındaki Jön Türk tarih çalışmaları yatmaktadır. Örneğin, Yeni Osmanlılar’dan Namık Kemal’in, oryantalist bir bilimci ve dinadamı olan Ernest Renan’ın İslam tarihi konusundaki ileri sürdüklerinin çürütülmesi amacıyla kaleme aldığı “Reddiye”, Avrupamerkezciliğe ve Hıristiyanmerkezciliğe karşı Doğu’dan bir karşı çıkıştır, yankıları önemli olmuştur. İslamı savunurken aslında “bir uygarlığın savunusunu, bir zihniyetin [de] eleştirisini” yapmaktadır. Bu bakımdan, oryantalizmi eleştirdiğinin farkındadır. Hatta Renan’da gösterdiği yetersizlik ve yanlışlığın “ulum-ı Şarkıyye’ye [Doğu bilimlerine] intisap eden” kişilerde görüldüğünü bile belirtecek, “Avrupa’da İslam konusunda araştırma yapan kişilerin konuyu tarafsız bir şekilde inceleyebilmesi mümkün değil”dir diyecektir.7
Gene aynı dönemdeki Ali Suavi, Namık Kemal’in gittiği günlerde o da Fransa’ya gitmiş, Avrupa’daki Türkler üzerinden yürütülen ırkçılığa dikkat çekmiştir. Ayrıca Ali Suavi’nin, sonradan Cumhuriyet Devriminin uygulamaları olan laiklik, cumhuriyetçilik, halkçılık, tarihçilik, eğitimcilik vb. konularda yazdıkları, Cumhuriyet’e bir başlangıç-giriş gibiydi. Bu bakımdan Ali Suavi, Cumhuriyet’in, Devrimin ve Türk Tarih Tezinin öncüsüydü.
19. yüzyılın ortasından sonra Türk tarihçiliği oluşmaya başlamış, genel anlamda Avrupalıların yörüngesi dışına kayılmıştır. Tarihçilik açısından bu dönem aynı zamanda, Jön Türklerin padişahlık yönetimine muhalefet olarak konumlanmaları dolayısıyla tarihçiliğin “hanedan tarihçiliği”nden kurtulması dönemidir. Doğaldır ki bu gelişmeler, dinsel tarih anlayış ve uygulamalarının milli tarihe evrilme aşamasına gelmesi de demektir.
1908 Meşrutiyet Devrimi, Türk tarihini ele alma bakımından önemli dönemlerdendir ve bu dönemde bir Türkçülük akımının ortaya çıkması ve etkili olması da rastlantı değildir. İlişki, İttihat ve Terakki’nin milli ekonomi anlayış ve uygulamalarıyla da bağıntılıdır.
Batı’ya ve Oryantalizme Sonraki Karşı Çıkışlar
Oryantalizm, genel olarak Doğu‘yu, kendi özelimizde baktığımızda Osmanlı‘yı, Türkiye’yi, yani bizim tarihimizi ve özelliklerimizi sergiler. Batı‘dan bakılmadığı zaman, üstlendiği „görev“ yüzünden oryantalizmin, özellikle 20. yüzyılın ortalarından sonra gerçek niteliği farkedilmiş, bu yüzden bir disiplin olarak oryantalizm bütün dünyada tereddüt uyandırmış ve hatta antiemperyalist çevrelerde „düşman“ görülmüştür. Oryantalizmin, Batı‘nın Doğu‘yu görmek istediği şekilde gösteren, Doğu ülkelerini ve toplumlarını Avrupalıların çıkarlarına göre tanımlayan, Doğu‘nun tarihini ters yorumlayan özelliklerine bakılsın istenmiştir. Ancak oryantalizme bu eleştirel bakışı, her ne kadar Doğu kökenli aydınlar öncülük ederek başlattılarsa da, gene de, Batı’nın itibarlı „bilim yuvalarından, oryantalizmi yaratan merkezlerden ve oryantalizmi yaratan dillerde“ sergilemeleri yararlı olmuştur. Ki bu da oryantalizmin „yan etkileri“ arasındadır. Örneğin, konuyu, Anvar Abdel-Malek Paris‘ten Fransızca (1963), Edward Said New York’tan İngilizce (1978)8 olarak dile getirdiler. Yoksa yansımaları ve etkileri bu kadar olmayacaktı.
Doğu ülkelerindeki bilimsel akademik ortamlarda çalışmalarını Batıcılık anlamındaki oryantalizme göre ayarlayan Batı-dışı bilim insanlarının, „Doğulu oryantalistler“in, kendi ülkelerine ve toplumlarına ters düşmeleri, ulusal çıkarlara aykırı konumlara sürüklenmeleri, rastlantı olmadığı gibi, tarihin kaçınılmazlıklarındandır.
Ancak Batılı tasavvurundaki ve şekillendirmesindeki Doğu, Doğulular için gerçeğin karşılığı olmadığından 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılda Asyalılar kendi tarihlerini yaratmaya, dilleri ve kültürlerine kendileri önem vermeye başlamışlardır.
Bu süreç, kendisinden yararlanılmakla birlikte oryantalizmin eleştirel değerlendirilmesi ve ona karşı çıkılması sürecidir. Batı’nın „tarih hırsızlığı“na, kültür ve uygarlık yağmasına reddiyedir.
Farklı coğrafyaların, farklı dönemlerin ve farklı toplumların kültürlerinin her birinin kendine özgü değerleri olduğu, çoğunun yüksek düzeyde olabileceği düşünülebilirdi. Tam tersi yapılmıştır. Hatta oryantalistler arasında ilkel ve geri toplumların gerçek anlamda gelişemeyeceği yolunda bir “inanç” ortaya çıkmış ve bu, önemli bir yaygınlık ve –bu yaygınlık yüzünden de– “haklılık” kazanmıştır. Hiç rastlantı değildir.9
Oryantalizme karşı çıkış, “onun ideolojik ve siyasal saldırılarına karşı direnen tarihtir”. Gerçek tarih, oryantalist tarihçiliği sorgulayan her yerde yeniden ve yeniden ortaya çıkar.
Tarih ve Emperyalizm
Batı dışındaki o dünya, 19. yüzyılda anlamaya, 20. yüzyılda değişmeye başladı. Değişme, tartışmasız üstün ve seçeneksiz olan Batılıların dünyasının sarsılması ve çökmesiyle oldu. Karşı gelinmez, başa çıkılmaz Batı, hem kendi içinde büyük çatışmalar ve kamplaşmalar, hatta savaşlar içine girdi, hem de üstünlüğünü, belirleyiciliğini, sömürgeciliğini, emperyalistliğini, hakimiyetini, sömürüsünü hep olduğu ve yaşandığı gibi sürdüremez duruma girdi. Ve bu süreçte Batı geriler ve çökerken, Batı’nın anlayışları, ideolojisi, standartları, normları, tarihyazımı, uygarlığı, bilimi, teknolojisi, sanatı, düzeyi, sistemi, yaşama tarzı, bunların hepsi sorgulanır hale geldi.
20. yüzyılın başı dünyasal bir ayaklanış dönemidir, Doğu devrimleri birbirini izler (Rusya, Türkiye, İran). Bu fırtınada Rus (1905 ve 1917) ve Türk devrimleri (1908 ve 1920) arka arkaya tarih sahnesini doldururlar ve öncülük rolünü oynarlar. Böylece sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşları Çağı açılmış olur.
Günümüzde oryantalizme karşı oluş, oryantalizm emperyalizmin kullandığı bir araç olduğu için aynı zamanda emperyalizme karşı çıkıştır. Bugün emperyalizmin sözünü etmeden, ona dokunmadan, ne tarih yazmak ve tarihçilik yapmak ve ne de oryantalizmle mücadele etmek bir anlam taşır. Kültür emperyalizminin bugün yöntemleri arasında Batımerkezcilik temelindeki oryantalizmin önemli bir yer tuttuğunu da belirtmek gerekir. Kültür emperyalizmi ise, emperyalizmin yayılmasını ve hakimiyet kurmasını, eğer kurduysa da onu sağlamlaştırmasını kolaylaştıran bir dayanaktır.
Emperyalizm bağlamında Batı uygarlığı, anlamını kaybetmiştir, artık çöküş sürecindedir, uygarlık olarak sürdürülebilirliği ve insanlığa katkı özelliği kalmamıştır. Ölmekte olan bir kültürün kendisine yararı yoktur. 19. yüzyıl, Batı’da insanın yabancılaşmasını teşhis etmiş, 20. yüzyıl, Batı’nın hasta toplumlarını.
“Modern dünya”nın “hasta insan”ı ve “hasta toplum”u kapitalizmin sonucudur. Toplumun hasta bireylerden oluştuğu ve kendisinin de hasta olduğu, uygarlık bakımından bir “son”a işaret etmektedir. İnsanın kendisine ve topluma yabancılaşması derinleşmekte, çeşitlenmektedir. Akla gelebilecek bütün alanlarda yabancılaşma görmek şaşırtıcı değildir, emeğe, doğaya, doğallığa, bilime, sanata, ideolojilere, duygulara, geçmişe, geleceğe karşı yabancılaşmalara her geçen gün bir yenisinin eklendiğini görüyoruz. Tarihin sonu bile ilan edilmiştir.
Hastalıkların olduğu yerde uygarlığın çöküş sürecine girip girmediği tartışma konusu bile olmaz.
C. Caudwell, ölmekte olan burjuva kültürünün Batı uygarlığı olduğunu bilmektedir, ölen bir sınıftan söz ederken, bu sınıfın devrimci olduğu döneme göndermede bulunmakla birlikte, insanı ve toplumu hastalandıran kapitalizm virüsünün salgınına işaret etmektedir.10
Avrupa’da çöküş ırkçılıkla başlamıştı; ırkçılık, yalnızca çöküşün belirtisi (semptomu) ve göstergesi değildir, ırkçılık, çöküşün kendisidir.
NOTLAR
1 Bu konuda bilgi için bkz. Marshall G.S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Vadi Yayıncılık, İs tanbul 2020 içinde “Haritanın Merkezinde: Milletler Kendilerini Tarihin Ekseni Olarak Görürler” bölümü, s. 91-98.
2 Batı’yı ve bütün dünyayı sarsan, söz konusu gerçekliğin siyasal ve tarihsel olarak özel bir anlam ve sonuçları olduğunu belirleyen bir eser yazılmış olması bunu göstermektedir; bkz. Samir Amin, Avrupamerkezcilik / Bir İdeolojinin Eleştirisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1993.
3 “Milli Tarihler ve ‘Ortak Avrupa Tarihi’” başlığıyla yazdığımız yazıya bkz. Teori, sayı 366, Temmuz 2020, s. 54-67.
4 Bu mücadelede yırtılan ve hükümsüzleştirilen, Sevr Barış Antlaşması’dır. Bu antlaşma ise, 20. yüzyılın emperyalist oryantalizminin bir örnek belgesidir, emperyalizm çağında “Türk düşmanlığı” saldırganlığının oryantalist bakışla hazırlanmış bir metnidir. Örneğin, Sevr’e göre, “Türk, eline geçirdiği yerleri yıkmaktan başka bir şey yapmış değildir”! Bkz. Osman Olcay, Sevres Antlaşmasına Doğru (Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1981, s. LXXII. (Ayrıca XLIII, 7, 12-13, 18-20, 96-97, 105-106 vb.)
Savaş sonrasında yapılan, Sevr’in de içinde olduğu barış antlaşmalarının ön hazırlığı olan “dört büyükler”in Paris Barış Konferansı’nın (açılışı 18 Ocak 1918) Osmanlı devletine yönelttiği (10 Mayıs 1920) şartların metninde de benzer ifadeler yer almıştı. Hatta söz alan Damat Ferit Paşa Lloyd George’un hoşuna gitmeyen “sakıncalı kimi görüşler”i yüzünden Fransız Başbakanı Clemenceau’nun hakaret dolu sert bir yanıtıyla azarlandı, ona “Türklerin girdiği her yerde uygarlığın gerilediğini” söyledi, “sonra da Osmanlı heyeti Paris’ten kovuldu” (Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları İstanbul 2013, s. 130 ve 131). Çok ağır bulunduğu için reddedilen şartlar, Sevr Antlaşması’nda aynen yer almıştır.
Konferansa, savaş sırasında İngiltere hesabına çok önemli görevler üstlenmiş arkeolog ve tarihçi Gertrude Bell (1868-1925) gibi ünlü oryantalistler de görüş, tecrübe ve önerilerinden yararlanılmak üzere dahil edilmişlerdi.
5 Önce “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” ve “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adlarıyla 1930 ve 1932’de kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu.
6 Türk Tarihinin Ana Hatları’nın basım yılı 1930’dur (Devlet Matbaası, İstanbul). Liseler için hazırlanan Tarih kitabının basımı 1931 yılındadır. Bugün yayınlanması tıpkıbasımı olarak Kaynak Yayınları, tarafından yapılmıştır (İstanbul 2001-2004).
7 E. Renan, 1883 yılında Paris’teki Sorbon Üniversitesi’nde “İslam ve Bilim” adlı konuşmasını yapar. Bu konferansta anlattığı ve Avrupa’da çok ilgi gören tezleri İslam dünyasında tepkilere yol açmıştır. “Doğu’daki çöküşün kaynağı olarak” İslamı gösteren Renan, bu dinin “bilime, teknik ilerlemeye, örflerin gelişmesine, siyasal değişmelere” karşı olduğunu ileri sürmüştü. Cemalettin Afgani, Ataullah Bayezitof ve bizde Namık Kemal, Renan’ın değerlendirme, belirleme ve iddialarına karşı çıkarak “Reddiye”ler yazmışlardır. Bkz. Vefa Taşdelen, “Renan Konferansı ve Nâmık Kemâl’in Müdafaası”, Namık Kemal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2011 içinde s. 384-405 ve Bir Çağdaş Öncü / Namık Kemal (1888-1988), Amaç Yayıncılık, İstanbul 1988, s. 57.
N. Kemal konferanstan üç ay sonra Müdafaaname’yi yazmış olmasına karşın yayınlanması 25 yıl (ölümünden 20 yıl) sonradır, 1908’de.
Alıntılar Namık Kemal adlı kaynaktan (İbret, sayı 7, 10 Haziran 1872; bkz Makaleler, s. 62-65), s. 391, 392, 393’ten.
8 Anouar Abdel-Malek, “L’Orientalisme en crise”, Diogène 24, 1963, s. 109-142 (Türkçesi, Enver Abdülmalek, “Krizdeki Oryantalizm”, Oryantalizm / Tartışma Metinleri (der. Aytaç Yıldız), Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007, s. 39-77) ve S. Amin, Avrupamerkezcilik.
9 Albert Hourani, Batı Düşüncesinde İslam, Babil Yayınları, İstanbul 2001, s. 159.
Ayrıca bu konuda bilgi için dagarcikturkiye.com‘un Nisan 2018 sayısındaki yazımıza bakınız; “Tarih Nasıl Yol Gösterir? Ya da 21. Yüzyılın Haçlı Seferi: ‘Suriye Savaşı’!”.
10 Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, I ve II, Metis Yayınları, İstanbul 1982 ve 1983.
Bu konu, kapitalizm karşıtı ve “muhalif” olmayanlarca da ele alınmıştır (örneğin, Oswald Spengler, Batı’nın Çöküşü / 1818-1922, Dergah Yayınları, İstanbul 2007 ve Arnold J. Toynbee, Uygarlık Yargılanıyor, Örgün Yayınevi, İstanbul 2004). Hatta bizzat kapitalizmin sözcüleri bile, her geçen gün sayıları artmak üzere “şikayetlerini” dile getirmektedirler.