Dağarcık Türkiye yönetmeninin, 2021 yılı 22 Ekim tarihinde gerçekleşecek Karaburun Ütopyalar Toplantısı’nda “Öze Dönüş, Sahicilik Jargonu ve Bir Hamaset Olarak Öze Dönüş” konusunda tebliğ sunma görevini bana verdiğinde ilk aklıma gelen portre, Mahir Çayan ile birlikte “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi’nin (THKP-C)” kurucularından Oktay Etiman idi.
Kısaca anlatayım..
Hiç insan öldürmemiş, elini kana bulamamış olan, benim gibi 1947 doğumlu Oktay Etiman, 68 kuşağından hapse girenler arasında elektrik dahil en çok işkence görenlerden biri olarak bilinir.
Ebediyen hapse mahkum olmuş, sonra cezası 30 yıla indirilmiştir. Hapse girerken lise İngilizcesinden başka bir şey bilmezdi. Hapiste delirmemek ve zamanın verimli geçmesini sağlamak için yabancı diller öğrenmiştir. Hapishane idaresinden isteği şeyler sadece sözlükler, yabancı dilden ansiklopediler idi. Yıllar içinde öğrendiği diller çok iyi İngilizce, Fransızca ve Rusça oldu. Hapisten çıktıktan sonra, çok başka hale gelmiş yaşamın içinde bu diller onun hayatını kurtardı. Çeviri kitaplar yayınlamaya koyuldu. Çevirinin yanına belgeselcilik, video kurgulamaları gibi başka şeyler de eklemiştir zamanla. Müthiş bir kültür birikimi vardı, çevresi ona bir filozof olarak bakmaya çoktan başlamıştır.
Söylemesi de bana düşmez ama, şu kitapları Türkçeye kazandırır:
Noah Gordon – Hekim (Yurt Yayınları, 2001),
Michael Curtis Ford – On Binler (Yurt Yayınları, 2002),
Wolfgang Sacsh – Kalkınma Sözlüğü (Özgür Üniversite Yayınları, 2007),
Bartoloméo de las Casas – Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi (İmge Kitabevi Yayınları, 2009, 2011) gibi eserleri Türkçeye kazandırmıştı.
Oktay Etiman’ın cenaze töreni 7 Ekim 2017 Cumartesi günü öğle namazı sonrası Ankara Kocatepe Camii’nde yapıldı, Karşıyaka Mezarlığı’nda binlerce kişinin katılımı ile toprağa verildi.
Bu bölümü söyle kapatmak istiyorum..
Sevdiklerine “Evladım” kelimesi ile hitap eden, Yılmaz Güney’i evinde saklaması ile ünlenen Oktay Etiman, çok uzun yılları kapsayan hapis hayatında “öze veya özüne (!) dönmeden”, Mesiyanik (Mesihçi) ütopyalara sığınmadan, hamaset ufuklarında gezinmeden, dinsel buyruklara kapılmadan; birçok ateist Dev-Gençlinin hapisten dindar olarak çıktıkları, birçok Türkçü ülkücünün hapisten İslamcı olarak çıktıkları bir Orwellian bir düzende, zulüm yüklü hapishaneden sadece sadece geleceğe dönük üretim yapmak için yaşama tutunan bir devrimci filozof olarak çıktı.
Orwellian düzen derken, George Orwell’in 1984 isimli kitabında anlattığı dikta ve zulüm dolu bir rejimi kastediyoruz. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikâyesi distopik bir dünyada geçer. … Romanın distopik dünyasında totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir.
Oktay Etiman’ın Orwellian distopik düzende, Küresel Mesihçi – Kurtarıcı İlahi ütopyalara karşı tutunduğu özgür savaşımı, üretimi, ilerlemesı, aydınlanma emeği vermesi ve düşünsel ve teknolojik anlamda geleceği kurma ütopyası, onu bir “Homo Revolutionary” yapmıştır..
Burada bazı kelimeleri açıklamamız gerekecek:
-
Homo Sapiens, normal insan türünü işaret eder. Homo Deus, önümüzdeki Milenyum yüzyıllarında ortaya çıkacak olan tanrılaşmış teknolojik insanı tarif eder. Homo Revolutionary ise, geçmiş ve gelecek yüzyılların her döneminde ortaya çıkan veya çıkabilecek olan “devrimci insanı” kavramlaştırır (Bu kavram, Yaşar Aksoy tarafından ilk kez bu tebliğde kullanılmaktadır. Genel kabul görmesi dileği ile..)
-
Distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter – totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.
Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi “ütopyanın tersi” olarak değil, “kötü bir yer” anlamında kullandığı anlaşılır.
Distopik toplumlar özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer alır. Bunlardan en ünlü olanları George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Aldous Huxley‘in Cesur Yeni Dünya adlı romanlarıdır. Distopik toplumlar edebiyatın birçok alt türünde görülmektedir ve genellikle toplumdaki politik, ekonomik, teknolojik ve dini problemlere dikkat çekmek için kullanılır.
-
Mesiyanik ütopyalar, geleneksel dinsel akımları ve Mesih (Kurtarıcı) bekleyen tüm ilahi tabanlı kitlesel yönelişleri kucaklayan bir kavram olarak kullanılır.
ÖZE DÖNÜŞ NEDİR?
Dağarcık Türkiye yönetimi tarafından Karaburun Ütopyalar Toplantısı’nda bana tebliği ödevi olarak verilen “Öze dönüş nedir, bir hamaset olarak öze dönüşü” nasıl anlayabilir ve anlatabiliriz?
Bu kavramı, tarımda öze dönüş, hayatta köye dönüş, geleneğe dönüş, nostalji ufuklarında gezinti, ideolojide Osman Gazi Osmanlıcılığına, 1917 Bolşevizm’ine, 1930 Kemalizm’ine dönmek veya psikolojide kendi ilkel benliğinle yeniden tanışma anlamında kullanmayacağım…
Hoş bizim rahmetli Yusuf Savaş Emek da, hep köy hayatını özlerdi, “köye dönelim” diye tuttururdu. .Oysa boşandıktan sonra bir ütopya sonucu köye yerleşmiş eski tüfek solcu arkadaşlarım, genç bir hanımla yeniden evlenirken, yeni gelinin “Mavişehir veya Alsancak’ta oturalım.. Elhamra’da opera, Ahmet Adnan Saygun’da konser dinleyelim..” diye sürekli tutturması sonucunda yeniden İzmir’e taşınmışlardır. He he he…
Şimdi esasa gelelim..
Çünkü.. Çünkü yol tarifini bir dilsiz veye kekeme yayaya değil, semt muhtarına veya grevli trafik polisine soralım..
Öze dönüşün küresel savunucuları bu kavramı şöyle anlatırlar. Örneğin Ali Şeraiti, der ki:
“Öze dönüş, Resulullah (sav), Kur’an mesajı ile özelde kavmini genelde ise tüm insanlığı uyarma ve müjdelemeye başlamasıyla birlikte İslam bizatihi evrensel bir öze dönüş çağrısı olarak ortaya çıkmıştır. … Dolayısıyla öze dönme çabası “bizzat Müslüman olmanın her zaman zinde kalmanın bilincidir” diyebiliriz.”
Ali Şerîatî, (d. 23 Kasım 1933, Sabzevar – ö. 19 Haziran 1977, Southhampton, İngiltere), İranlı Müslüman sosyolog, düşünür ve yazardır. Özellikle din sosyolojisi ve çağdaş İslam düşüncesi üzerine eserler vermiştir. Edebî akım olarak İslam Felsefesi ve Ümmetçilik’e inanır, Eğitimi: Meşhed Firdevsi Üniversitesidir.
Ali Şeraiti, doğu toplumuna dayatılan ‘medeniyet batıdır’ mottosundan kurtulmak gerektiğini anlatan şeriatçı bir felsefenin kitaplarını yazdı. Batı konusunda teorik olarak doğruyu saptadı ama vardığı nokta, doğunun skolastik ve putçu platformu idi.
Öze dönüş felsefesi, “öküzüm, ama gözlüğüm yok” esprisi ile anılmıştır.
Öze dönüşün, Mevlana’nın “nice insanlar gördüm üstlerinde elbise yoktu; nice elbiseler gördüm içlerinde insan yoktu” lafımıza uygun biçimde, kendi benliğinden önce cahil haham, papaz ve imamların fetvalarında sözde özü güya bulmak, kadına ömür boyu kapanmayı emreden basit kumaş parçalarında ilahiyatı aramak, ruhaniyetten çok maddiyata önem vermek; tüm Mesiyanik yüzyıllar soyunca boş bir kutsallık peşinde koşmak olarak gerçekleştiği, karşıtları tarafından ileri sürülmüştür.
Hazreti Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre de özü arayanlardandı, ancak tam tersine öze dönüşten, boş kutsallık ve yalan ritüellerden kurtulup, kendi öz ruh temizliklerine ve dünyevi gerçekliklerine kavuşmayı anlamışlardır.
GEÇMİŞE Mİ GELECEĞE Mİ İLGİ DUYACAĞIZ?
Kaos dönemlerinde insanlar, ya geçmişe ya geleceğe ilgi duyarlar. Hayatın anlamı yok olmuştur, gelecek karanlık görülmektedir, hemen “geçmişe öze, dönelim..” sloganları ortalığı kaplar.
Sürekli gelişme ve refah umuduyla yaşayan insanlar, ne yazık ki hayal kırıklığına uğradıklarında, hayatın sonraki kaos dönemlerinde, dahası evrenin kıyamet saatini anonslayan kavşaklarında neyin pusuya yattığını anlamaya çalışırlarken, aniden Mesiyanik Ütopyaları keşfederler..
Dine dönüş, farklı dinlere katılmak, Masonluğa iltica etmek, alt varyantlar olan Lions ve Rotary kulüplerinde sosyalleşmek, dini veya laik tarikatlara toplu geçiş, Uzak Doğu felsefeleri, Budizm ve Yoga kanallarında kimlik kazanmak, hatta Feminizmin en radikal ufuklarında gezinmek, hatta hatta Şifacılık, Ezoterizm, Büyücülük, ruh alemlerinin kapısını çalmak gibi tavırlar, küresel olarak çığ gibi büyüyen tercihlerdir.. Herkes bu akımlara katılmak için yarışa girer..
Theodor W. Adorno’nun önerdiği bir kavram olan “Sahicilik Jargonu”nu burada incelemeliyiz.
Adono’nun, “Alman İdeolojisi Üzerine” 1962-1964 kitabında anlattığı görüşleri tartışılmalıdır.
Bir polemik kitabıdır “Sahicilik Jargonu”.. Adorno burada, başta Heidegger olmak üzere Jaspers, Buber gibi Alman varoluşçularının başvurdukları dili ve bu düşünürlerin düşüncesini bulandıran “jargon”u hedef alıyor. Varoluşçuluğun başvurduğu bu jargonun, tam da sahicileştirme iddiasında olduğu anlam ve özgürlük çağrılarını tahrip ettiğini söylüyor.
Adorno’ya göre bu dil, özgürlük meselesini ele alma iddiasında bulunduğu halde, Kapitalizmin tam kalbinde yatan “özgürlüksüzlüğü ortaya çıkarmayı” hiçbir şekilde başaramıyor, tam tersine görmezden geliyor. Tıpkı modern kültür endüstrisinin yaptığı gibi, insanlarda ucuz bir iyimserliği, toplumsal eylemsizliği ve lafta kalan bir bireyselleşmeyi besliyor. Jargon, yüceliğin insanları hizaya getirme amacının hizmetine sokulmasının, yani katmerli bir hakikatsizliğin “Almanya’nın son dönemlerine uygun biçimiyse”, diyor Adorno, “onun olumsuzlanmasında, pozitif formülasyonlara direnen bir hakikat keşfedilebilir.”
Önemi ve aciliyeti daha da artan bir kitaptır bu. Üstelik, gerçek eleştirel düşünce ile, sürekli özgürlükten dem vururken aslında yeni muhafazakârlık biçimlerini, yeni “hizaya sokma” yollarını meşrulaştıran sahicilik, otantiklik peşindeki düşünce arasındaki mücadele günümüzde de şiddetlenerek sürüyor.
Burada sorular şudur:
“Sahici tavır veya düşünce nedir?..
Kim sahicidir?..
Geçmişimizi, şimdimizi, geleceğimizi sahiden kim doğru anlatıyor?
Batı mı?
Doğu mu?
Hangi Batı?
Kim, kim kim?..
Liberaller mi, marksistler mi, muhafazakarlar mı, devlet mi, muhalifler mi, bilim adamları mı, küresel şirketler mi?..
Günümüzdeki Covid-19 pandemisini 2.5 yıldır sona erdiremeyen, gelecekte kaç kez aşı olabileceğimizi saptayamayan, çeşitli varyantların peşine takılmış, ölümleri bir türlü durduramayan, ama muazzam bir kapitalist teknolojiye sahip olanlar mı gerçeği ve doğruyu sahiden anlatıyor?..
Ben, şahsen salgının mevcut ülkesel yayılma rotası ve ülkelerdeki şimdiki ölüm yüzdelerini kayıt ettikten sonra, Simülasyon yöntemiyle 300 kez mutasyona uğramış Covid-319’un sonuçlarını araştırdım, dünya nüfusunun yüzde 93’ü öldü. İyi mi?..
GELECEK KORKUSU ÇATIŞMAYI HIZLANDIRACAK
Bu arada “Gelecekçiler” de (fütüristler) türer. Yavuz Alogan bu konuda şunları saptar:
“Alvin Toffler’in “Gelecek Korkusu” adlı kitabının 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde çok okunması bence rastlantı değildir. Toffler, yakın gelecekte insanlığın “Üçüncü Dalga”nın tepesine çıkacağını, teknolojinin hükmettiği sanayi sonrası toplumda bilişimciye dönüşen işçilerin ve bütün çalışanların gevşek bağlarla ilişkileneceğini, insanların kendi bankacılık işlemlerini ellerinin altındaki makinelerle yapabileceğini öngörmüştü. Soğuk Savaş döneminde bunlar yazıyordu. Kehanetlerinin bir kısmı gerçekleşti. Açık kapı da bırakmış; teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanlığın sürekli ileriye gitmeyeceğini, gelişmenin doğrusal olmayacağını, gerileme ve sapmaların yaşanacağını söylemiştir.
Otonom üretim sistemlerinin yaygınlaşması, iletişim devrimi, herkesin cep telefonu kullanıp internette dolaşması, maymun atalarımızın ilkel içgüdüleriyle davranmamızı engellemeyecek.
Y. Noah Harari, “Homo Deus, Yarının Kısa Bir Tarihi” (Kolektif Kitap 2021) adlı kitabında sanki Toffler’in bıraktığı yerden devam ediyor. Antropoloji, teknoloji ve biyolojiyi tarihsel süreçler ve verilerle harmanlayarak insan geleceğinin neye benzeyeceğini anlamaya çalışıyor. Kitap 24 baskı yapmış!
Harari, gelecekte teknolojinin insan zihnini yeniden yapılandıracağını, Homo Sapiens türünün ortadan kalkacağını ve çağdaşlarımızın kavrayamayacağı yeni bir sürecin başlayacağını iddia ediyor. Tarih o şekilde gelişecek ki insan türü ilahi bir güç, yaratma ve yok etme gücü edinecek; Homo Sapiens türü Homo Deus’a, yani teknolojiye hükmeden tanrılaşmış bir insan türüne dönüşecek. Elbette bu gelişme eşitsiz olacak… Sadece kendi zihnini yeni bir sürüme yapılandıran insanlar tanrısallaşacak. Peki yapılandıramayanlar ne olacak?
İşte burada işler çatallanıyor.
Aslında Harari de tam bu noktada çatallanıyor. Diyor ki “Algoritma insanları çalışma hayatının dışına iterken, varlık ve güç, algoritmaları avucunda tutan bir grup elitin elinde toplanarak görülmemiş bir sosyal ve siyasî eşitsizlik doğurabilir… gezegenin çoğunu satın almış algoritmik bir üst sınıf ortaya çıkabilir” (s.336-7). Peki, “ekonomik, siyasî, hatta sanatsal üretimde herhangi bir rolü olmayan, toplumun refahına, gücüne ve şanına hiçbir katkı sunamayacak insanlar” (s. 339) ne olacak?
Şöyle yanıtlıyor Harari: “Bu ‘işe yaramaz sınıf’ işsiz olmakla kalmayacak, istihdam edilemez de olacak.” Amerikan toplumunun vebalı gibi görüp dışladığı Thorstein Veblen’in “Aylak Sınıf”ı böylece zihnini yeniden yapılandırmış olacak, proletarya ve bütün çalışanlar ise aylaklaşacak! Öyle mi? Çoğunluğu oluşturan bu aylak kitleleri ne yapacaklar?
Bence burada devrimciler devreye girecek. Bilgisayar algoritmaları ve süper insanlar tarafından bir alt sınıf olarak yönetilmeyi reddeden isyancılar, dünyanın her yerinde ayaklanacaklar ve sistemin boşluklarından yararlanarak ya da kendi saflarına geçen teknik adamların yardımıyla algoritmaları bozarak “üst sınıfı” ayaklarının altına alıp ezecekler; ve yeni bir algoritma oluşacak.
Ayrıca 21. yüzyılın henüz başındayız. Harari’nin tasvir ettiği düzleme gelene kadar, daha şimdiden ayaklanma belirtileri gösteren dünya prekaryasının (neo-liberal saldırı altında güvencesiz çalışan, geleceği belirsiz milyonlar) sosyal adalet, toplumsal kalkınma, eşitlik özgürlük, parasız eğitim sağlık güvenlik talepleri gerçekleşerek, insanlığın kapitalizmi aşan yeni bir iktisadî ve idarî sisteme ulaşmasını sağlayabilir.
Harari ideoloji ile dinin aynı akıbeti paylaşarak yok olacağına, hatta şimdiden yok olduğuna inansa bile, çok sonraki yeni dünya sistemi İsa-Musa-Muhammed’den değil, Rousseau-Robespierre-Marx’tan ve elbette onların yolundan gidecek, adını henüz bilmediğimiz devrimci düşünürlerin fikirlerinden esinlenecektir.
Bu arada Harari parlamenter sistem hakkında çok sağlam bir gözlemde bulunuyor: “İnsanlar ancak diğer seçmenlerle bir bağ kurabilirlerse demokratik seçimlere tabi olduklarını hissederler,” diyor. “Demokratik seçimler yalnızca dinî inanç ya da ulusal efsaneler gibi belli ortaklıkları paylaşan toplumlarda uygulanabilir. Seçimler, temelde anlaşan insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için bir yöntem olarak kullanılabilir” (s. 262).
Demek ki seçimlerin anlamlı ve işlevli olabilmesi için adayların ve partilerin “temelde” anlaşmaları gerekir. Bu temel ancak bütün yurttaşların benimsediği ve riayet ettiği bir Anayasa olabilir. Kaderde, tasada ve kıvançta ortak olmayan; mesela biri şeriat, diğeri laiklik isteyen iki insan aynı sandığa oy atsa ne olacak? Böylesine keskin kutuplaşmış bir toplumda her seçim iç savaş ortamına katkıda bulunacaktır, a ki gerçek anlamda bir Kurucu İrade ortaya çıkıp herkese yeni bir anayasa kabul ettirene kadar …
Neyse, uzatmayalım… Özetle Harari’nin kitabı, renkli, öğretici, okurun kafasını karıştırmayı amaçlayan haberci bir kitap. Deniz kenarında sırtüstü yatıp okumak için ideal.
Kafanızın betonlaştığını, dilinizin papağanlaştığını hissediyorsanız, kafanızın karışmasına izin vermelisiniz. Karışık olmayan kafadan yeni fikir çıkmaz. Her şeyi bilen ve anlayan, kafası gayet net, geçmişi tabak, geleceği kabak gibi apaçık gördüğünü iddia eden, her türlü soruya ve sorgulamaya sımsıkı kapalı, asla yanılmaz ve külyutmaz birilerine rastladığınızda, olay yerini derhal terk etmenizi tavsiye ederim.
Bu tutum sizi bilinemezciliğe, agnostisizme götürmez; anlama çabasına, daha fazla okumaya yöneltir. Şüphe bilimin anasıdır. Siyasette de böyledir. Takım tutar gibi parti tutar, önümüze konulan her programı düşünmeden benimser, genellikle birilerinin kuklası ya da düpedüz şarlatan olan bir Genel Başkan’ın her lafını Tanrı buyruğu kabul edersek, şartlanmış deney maymunlarından ne farkımız kalır?
Pastırma yazının hüküm sürdüğü şu güneşli Pazar gününde herkese verimli kafa karışıklığı diliyorum. yalogan@gmail.com”
Günümüzde Türkiye’deki belki, biricik evet biricik, Emperyalizme satılmayan nadir marksitlerden olan Yavuz Alogan, bu yazıyı, 10 Ekim 2021 günü Veryansıntv sütunlarında yazdı.
Madem ki Yavuz Efendi, Harari’den söz açtı, ben de sizleri günümüzün en önemli filozoflarından ve bence bir Homo Revollutionary olan İsrailli Prof.Yuval Hariri’nin Sapienship Ofisi’ne götürmeliyim.
Aynı yörüngede dolanan bir başka gezegen olan Stephen Hawking’in (yani bir başka Homo Revolutionary) galaksisine götürmeye ise ne vaktim var, ne de bu sütunlar buna uzunluğu sebebiyle müsaade etmez.
Önce Harari Efendi’yi tanıyalım
HOMO DEUS KARA DELİĞİ
Yuval Noah Harari’nin kitaplarını çeşitli platformlarda konferanslar şeklinde analiz etmeye çalıştığım için bu ilginç adamı iyi tanıdığımı iddia edebilirim.(Örneğin 2017 yılı Karaburun Ütopyalar Toplantısında bu adamı ve fikirlerini anlatmıştım. 1 Temmuz 2017 tarihli Dağarcık Türkiye sitesinde de konu ile ilgili yazım yayınlandı)
Prof. Yuval Noah Harari , İsrail İbrani Üniversitesi’nde Dünya Tarihi dersi veren bir akademisyen. Şöhretini, 2014 yılında raflarda yerini alan Sapiens (Hayvanlardan Tanrılara İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi) ve 2016’da yayımlanan Homo Deus (Yarının Kısa Bir Tarihi ) başlıklı büyük bir iştahla okunan kitaplarına borçlu..
Harari geleneksel ‘Tarihçi Akademisyen’ ezberimizi alabildiğine detaylı, tutarlı ve kışkırtıcı yöntemlerle bozarak ilk kitabı Sapiens’ta (sandığımızdan çok uzun bir maziye sahip) Dünya gezegenindeki yaşam savaşında Homo Sapiens olarak adlandırılan türümüzün bütün acizliğine rağmen nasıl galip geldiğine bakıyor.
Bencilce bir hırs ve iştahla kazanılıp, teknolojiyle perçinlenen bu galibiyetin ardından gelen (ve gelecek) süreç ise Homo Deus (Tanrı İnsan) kitabının konusu. Homo Deus, teknolojinin en büyük meyvesi olarak kabul edilen yapay zeka ile donanacak sistemlerle insanın (ve ikisinin birleşiminden doğacak olası yeni bir ırkın) ilişkilerine göz atıyor. Bir süper insanlık kara deliğini ifşa etmekte.
O zaman uluslararası ünlü İsrailli tarihçi ve yazar Yuval Noah Harari’nin, yeni ofisi ‘Sapienship’i bir çay molasında ziyaret edelim..
Sapienship’in hikayesini öğrenelim..
SAPİENSHİP’TE ÇAY MOLASINDA DURAKLAYALIM
Yuval Noah Harari, 2019 yılında, İtzik Yahav ile birlikte Sapienship adında bir şirket kurdu. Bu garip organizasyonun kuruluş amacı, dünyaya tesir edecek yeni fikirleri yönetmek, onları teşvik etmek ve günümüzün küresel zorluklarına dikkat çekerek onlara çözüm bulma konularına odaklanmaktı. Onların kelimelerini kullanırsam, Sapienship bu dünyaya toplumsal etki yaratmak amacıyla kurulmuş bir şirket olarak yola çıktı.
Sapienship’in yeni ofisleri, Dizengoff Caddesinde bulunan Dizengoff Center Tower’da göz kamaştıran bir şehir manzarası eşliğinde, Harari’nin en çok satan kitapları ile ortaya koyduğu fikirlerini tanıtmak üzere özel bir konseptle tasarlanmış. Yahav ve Harari’nin sitelerinde de ‘sosyal etki şirketi’ olarak tanımladıkları Sapienship’in ismi Latince ‘wise man/akıllı’ anlamına gelen ve aynı zamanda modern insanın ait olduğu türün adı olan ‘sapiens’ ile İngilizce ‘arkadaşlık’ eki olarak nitelendirilebilecek ‘ship’ kelimelerinden oluşuyor.
Şirkette medya ve pazarlama uzmanlarının yanı sıra hukukçular da görev alıyor. Yahav ve ekibi, Harari’nin yazdığı kitaplarda da belirttiği gibi, insanlığın karşı karşıya kaldığı en önemli üç zorluğuna çözüm bulmayı amaçlıyor.
Harari’ye göre günümüzde, insanlığın karşı karşıya kaldığı üç zorluk şunlar: Ekolojik katliam, nükleer savaş ve yıkıcı teknolojiler. Yıkıcı teknolojiye bir örnek vermek gerekirse Harari, pandemi sürecinin, gelişmiş yapay zeka teknolojilerinin zararlı da olabileceği ve hepimizin mahremiyetini ihlal edebileceğini ispatladığını savunuyor.
Sapienship bütün bu zorluklarla ilgili düşüncelerini Facebook ve Google gibi sosyal ağlarda paylaşmanın yanı sıra, dünya liderleri de dahil olmak üzere birçok isimle iletişim kurarak ilerletiyor. Angela Merkel, Mark Zuckerberg, bunlardan sadece bazıları…
Harari’nin ortağı, menajeri ve aynı zamanda Sapienship’in genel yöneticisi Yahav, medyaya verdiği bir demeçte “Büyük fikirleri teşvik etmek, birçok kişi ve hükümetle konuşarak bu zorlukların üstesinden gelme çarelerini birlikte bulmak için şirketin yeni bir eve ihtiyacı olduğu açıktı. Bu nedenle Dizengoff Center’daki ofise taşınmaya karar verildi” dedi.
Sapienship’in kapısından girmek bile bir ayrıcalık; ziyaretçi kabul etmiyorlar. 500 metrekarelik bir alana sahip olan ofis geniş camlarla çevrili. Açık ofis diye tabir ettiğimiz şekilde tasarlanmış. Renkler ve dekor oldukça sıra dışı. Harari’nin özel bir odası yok, daha çok evinden çalışıyor.
Neden bu büyüklükte bir ofise ihtiyaç gördüklerini açıklarken Yahav, “Yuval’in ilk kitabını İngilizce olarak yayınlayacak bir yayıncı bulmam üç yılımı almıştı. Kitap 2014’te İngilizce’ye çevrildiği an, çok satanlar listesine girdi ve uluslararası bir başarı elde etti. O zamandan beri onlarca dile çevrilen kitap dünya çapında büyük ilgi gördü. Daha sonra çıkan kitapları yayınlandıklarında hemen her dilde listelerinde bir numara oldu, çok satanlar olarak yine büyük ilgi gördü” diye açıklamış.
Böylece, yaklaşık 2014’ten itibaren Yahav, Harari’nin kişisel yönetmeni olarak kendini sayısız soru, ders ve röportaj talebi, dünya çapında liderlerle toplantı önerisi ve işbirlikleri dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen sayısız talebi karşılamaya çalışırken bulmuş. Çalışmanın kapsamı genişledikçe Yahav, Harari ile ortak fikirlerini tanıtması için zaman tanıyacak daha fazla çalışanı işe alması gerektiğini anlamış. Çalışma ekibinin çoğalıp büyümesi ile, adeta dünyaya geniş bir bakış açısı fikrine uygun, bu temayı yansıtacak yeni bir ofis tasarımına girişilmiş.
Ofise girdiğinizde şeffaf bir toplantı odası, Harari’nin 60 dile tercüme edilen kitaplarının da yer aldığı büyük, ahşap bir kütüphane ve dünyanın birçok yeri ile iletişim kurmaya yarayan bir video ekran göze çarpıyor. Uluslararası bir şirketin genel merkezi olması nedeniyle kütüphane aynı zamanda dünyanın her yerindeki şirket çalışanları ile toplantılar için de kullanılan son teknoloji bir bilgisayar ekranına sahip. Bu alan aynı zamanda Harari’nin röportaj yaptığı bir yayın stüdyosu olarak da hizmet veriyor.
Harari’nin Sapienship’te daimi bir ofisi olmamasına benim gibi şaşıranlar, bu şirketi kurmaya iten sebeplerden birinin de, tarih hocası Yuval’ın kitabı yayımladığından beri yeni şeyler araştırmak için zaman bulmasına yardımcı olmak da olduğunu öğreniyoruz. Yuval Harari her an bir şeylerle ilgileniyor, ancak bir filozof olarak bilmediklerini keşfetmek ve araştırmak için boş zamana ihtiyacı var. Sanırım bu mekan için bütün bu amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş, çok yönlü amaçları olan dostane ve akıllı bir şirket demek yanlış olmaz. (Bu bölümde Elda Sasun’un 22.9.2021 tarihinde Şalom gazetesinde yayınlanan makalesinden faydalandık)
SONUÇ
Mesiyanik Ütopyalar ve hızla dönüştüğü Orwellian Distopyalar, hızla insanlığı geri dönülmez bir kıyamet saatinin saniyelerine bağımlı kılmıştır. Saat çalışmaktadır..
“Öze” dönüş değil, artık hızla “özü” özgürleştirmek fikriyatı, Harari gibi önemli tarihçi filozofların ve Hawking gibi astro fizikçilerin küresel ütopyasını oluşturuyor. Artık eski insan olmadığımız gibi, tanrılaşmış insan da olmak zorunda değiliz. Sırtımızı gerici geçmişe ve insansız neo-modern gelişmeye dönerek, yeni umut, yeni paylaşma, yeni refah, yeni küresel devrimci liderlik ilkelerine inanan bir galaktik devrime hazırlanmalıyız
Bu bakımdan önce Richard Brenson, sonra Jeff Bezos’un geçmişte ve şimdi de liderliği temsil eden Uzay Kumandanı Jared Isaacman ve umudu temsil eden Haley Arceneaux, cömertliği temsil eden Chiris Semborski, refahı temsil eden Sian Proctor isimli dört uzay adamının İnspiration – 4 (İlham – 4) isimli uzay gemisi ile uzay hayatında yeni çağı başlatmaları, dünya tarihinde yeni bir sayfanın açıldığının işaretini çoktan verdi. (
Ölmeden önce “İnsanlığın hızla dünyadan ayrılması gerektiğini” ısrarla ileri süren Hawking, bir soru üzerine “Uzayda Tanrı’yı görmedim, ama hissettim” demişti.
Dünya üzerinde ise, herkesin bir Allahı var ve birbirleriyle ölesiye savaşıyorlar!..
Bilmem ki, herkesin içinde bir Homo Revolutionary’e (Örneğin Oktay Etiman’a) mı gereksinmesi var?..
(Önemli Not:
-
Dağarcık Türkiye Yönetmeni, bu 2021 yılki Ütopyalar Toplantısı’nda bana “Öze Dönüş, Sahicilik Jargonu ve Bir Hamaset Olarak Öze Dönüş” konusunda bir tebliğ sunma görevi verdiği zaman, ben konudan hiçbir şey anlamamıştım. Bu konuda sunduğum tebliğimden de hiçbir şey anlamayacak değerli katılımcılara sevgilerimi sunuyor ve onları öpüyorum).
-
Bu tebliğimde Parti-Cephe kesiminden sadece Oktay Etiman’ı ele almam, benim hakkımda okuyucularımı yanıltmasın. O dönem, yani 68’lerde Ziya Gökalp, Mustafa Kemal, İsmail Gasprinskiy, Sultan Galiev çizgisinde Emperyalizme direnen ve hala yollarından dönmemiş nice Türkçü evlatlar da tanıdığımı eklemek isterim. Onları da bir gün yazarım..