82 yaşına basmasına 2 ay kalan John Richard Pilger, Avustralyalı gazeteci, yazar ve belgesel yapımcısı.
1962’den beri İngiltere’de yaşıyor. Ayrıca New York’taki Cornell Üniversitesi’nde Misafir Profesör olarak görev yapıyor.
Pilger, emperyalist ve sömürgeci olarak nitelediği Amerikan, Avustralya ve İngiliz dış politikasının güçlü bir eleştirmeni.
Belgesel film yapımcısı olarak kariyeri, Vietnam ile ilgili “Sessiz İsyan” (1970) ile başladı ve o zamandan beri 50’den fazla belgeselle devam etti.
Bu formdaki diğer yapımları arasında Kamboçya’daki Pol Pot rejimi sonrasını anlatan “Year Zero” (1979) ve “Death of a Nation: The Timor Conspiracy” (1993) sayılabilir. Yerli Avustralyalılar olan Aborijinler hakkında birçok belgesel filmi arasında “The Secret Country” (1985) ve “Utopia” (2013) bulunuyor. Pilger, 1963’ten 1986’ya kadar İngiliz Daily Mirror gazetesinde çalıştı ve 1991’den 2014’e kadar New Statesman dergisi için düzenli makaleler yazdı.
Pilger, 1967 ve 1979’da Britanya’da Yılın Gazetecisi Ödülü’nü kazandı. Belgeselleri İngiltere ve dünya çapında (birçok BAFTA ödülü de dahil olmak üzere) ödüller kazandı. Kariyerinde 7 kez gazetecilik ödülüne layık görülen Pilger, “ana akım medyanın” da sıkı bir eleştiricisidir.
Kısacası Pilger, bana göre hayran olunacak bir aydın ve entelektüeldir.
Bu uzun biyografik girizgahı neden yaptığımı yazının devamında anlayacaksınız.
Pilger, Afganistan ve Taliban ile ilgili son kaleme aldığı yazıda önemli tarihi gerçekleri bize hatırlatıyor.
“Ülkeleri Parçalamanın Büyük Oyunu” başlığıyla kaleme aldığı yazısını sizlerle Türkçe paylaşmak istedim:
“Batılı politikacıları bir timsah gözyaşı tsunamisi sararken, tarih unutuluyor. Bir nesilden fazla bir süre önce Afganistan, ABD, İngiltere ve onların “müttefiklerinin” yok ettiği özgürlüğünü kazanmıştı.
1978’de, Afganistan Demokratik Halk Partisi (PDPA) liderliğindeki bir kurtuluş hareketi, Kral Zahir Shah’ın kayınbiraderi Muhammed Davud’un (Davud da 1973’te eniştesi Zahir Şah’ı devirmişti. HV) diktatörlüğünü devirdi.
İngilizleri ve Amerikalıları şaşırtan son derece halkçı bir devrimdi bu.
New York Times’ın haberine göre Kabil’deki yabancı gazeteciler, “görüştükleri hemen hemen her Afgan’ın darbeden memnun olduğunu” öğrendiklerinde şaşırdılar.
Wall Street Journal, “150.000 kişinin yeni bayrağı onurlandırmak için yürüdüğünü, katılımcıların gerçekten coşkulu göründüğünü” bildirdi.
Washington Post, “Afganların hükümete olan sadakatinin pek sorgulanamayacağını” bildirdi.
Laik, çağdaş ve önemli ölçüde sosyalist olan yeni hükümet, kadınlar ve azınlıklar için eşit haklar içeren ilerici bir reform programı ilan etti.
Siyasi mahkumlar serbest bırakıldı ve polis dosyaları alenen yakıldı.
Monarşi döneminde ortalama ömür beklentisi otuz beşti; her üç çocuktan biri bebekken ölüyordu. Nüfusun yüzde doksanı okuma yazma bilmiyordu. (Adeta Atatürk öncesi Anadolu, size de tanıdık geldi mi? HV)
Yeni hükümet, ücretsiz tıbbi bakım getirdi.
Kitlesel bir okuma yazma kampanyası başlatıldı.
Kadınlar için kazanımların emsali yoktu; 1980’lerin sonunda, üniversite öğrencilerinin yarısı kadındı ve Afganistan’daki doktorların yüzde 40’ını, öğretmenlerinin yüzde 70’ini ve memurlarının yüzde 30’unu kadınlar oluşturuyordu.
Değişiklikler o kadar radikaldi ki, yararlananların anılarında canlı kalıyorlar.
2001 yılında Afganistan’dan kaçan bir kadın cerrah olan Saira Noorani şunları hatırlıyordu:
“Her kız liseye ve üniversiteye gidebilir. İstediğimiz yere gidebilir, sevdiğimiz şeyleri giyebilirdik… Cuma günleri son Hint filmlerini izlemek için kafelere ve sinemaya giderdik. Mücahitler kazanmaya başlayınca her şey ters gitmeye başladı… Bunlar Batı’nın desteklediği insanlardı. ”
Birleşik Devletler için, PDPA hükümetiyle ilgili sorun, Sovyetler Birliği tarafından desteklenmesiydi.
Ne var ki Batı’da alaya alındığı gibi “kukla” değildi hükümet, o dönemde Amerikan ve İngiliz basınının iddia ettiği gibi monarşiye karşı Sovyet destekli bir darbe de değildi.
Başkan Jimmy Carter’ın Dışişleri Bakanı Cyrus Vance, daha sonra anılarında şunları yazacaktı: “Darbede Sovyet suç ortaklığına dair hiçbir kanıtımız yoktu.”
Aynı yönetimde, Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı, Polonyalı bir göçmen ve Amerikan başkanları üzerindeki kalıcı etkisi ancak 2017’de ölümüyle sona eren fanatik anti-komünist ve ahlaki aşırılık yanlısı Zbigniew Brzezinski de vardı.
Carter 3 Temmuz 1979’da, Amerikan halkı ve Kongreden gizli olarak, Afganistan’ın ilk laik, ilerici hükümetini devirmek için 500 milyon dolarlık bir “gizli eylem” programına izin verdi. Bu, CIA tarafından Siklon Operasyonu olarak adlandırıldı.
500 milyon dolarla, “mücahitler” olarak bilinen bir grup kabile ve dini bağnazlar satın alındı ve silahlandırıldı.
Washington Post muhabiri Bob Woodward, anılarında CIA’in yalnızca rüşvet için 70 milyon dolar harcadığını yazdı.
Woodward, “Gary” olarak bilinen bir CIA ajanı ile Emniyet-Milli kod adlı bir savaş ağası arasındaki görüşmeyi şöyle anlatıyor:
“Gary masaya bir deste nakit koydu: 100 dolarlık banknot destelerinde toplam 500.000 dolar. Her zamanki 200.000 dolardan daha etkileyici olacağına inanıyordu, ‘buradayız, ciddiyiz, işte para, buna ihtiyacınız olduğunu biliyoruz’ demenin en iyi yolu… Gary yakında CIA merkezinden nakit olarak 10 milyon dolar isteyecekti. ”
Müslüman dünyasının her yerinden toplanan Amerika’nın gizli ordusu, Pakistan istihbaratı, CIA ve İngiltere’nin MI6’sı tarafından yönetilen Pakistan kamplarında eğitildi.
Diğerleri, Brooklyn, New York’taki bir İslam Koleji’nde işe alındı –daha sonra yıkılacak olan İkiz Kuleler’in görüş alanı içinde-. Brooklyn’deki askerlerden biri de Usame bin Ladin adında bir Suudi mühendisti.
Amaç, İslami köktenciliği Orta Asya’da yaymak, Sovyetler Birliği’ni istikrarsızlaştırmak ve sonunda yok etmekti.
Ağustos 1979’da Kabil’deki ABD Büyükelçiliği merkeze geçtiği kriptoda, “PDPA hükümetinin devrilmesinin, Afganistan’ın geleceği için sosyal ve ekonomik reformların bitirilmesi pahasına ABD’nin daha büyük çıkarlarına hizmet edeceğini” bildirdi.
Yukarıda italik olarak yazdığım kelimeleri tekrar okuyun. Bu türden kötü bir niyetin bu kadar açık bir şekilde dile getirilmesi sık rastlanan bir durum değildir. ABD, gerçekten de ilerici bir Afgan hükümetinin ve Afgan kadınlarının haklarının ‘cehenneme kadar yolunun’ olduğunu söylüyordu.
Altı ay sonra Sovyetler, kapılarının eşiğinde, Amerika tarafından yaratılan cihatçı tehdide yanıt olarak Afganistan’a ölümcül hamlesini yaptı. CIA tarafından sağlanan Stinger füzeleriyle donanan ve Margaret Thatcher tarafından “özgürlük savaşçıları” olarak kutlanan mücahitler, sonunda Kızıl Ordu’yu Afganistan’dan sürdü.
Kendilerine Kuzey İttifakı adını veren mücahitler, eroin ticaretini kontrol eden ve kırsal kesimdeki kadınları terörize eden savaş ağalarının egemenliğindeydi.
Taliban, mollaları siyah giyinen, haydutluğu, tecavüzü ve cinayeti cezalandıran, ancak kadınları kamusal yaşamdan sürgün eden aşırı püriten bir hizipti.
1980’lerde, dünyayı Afgan kadınlarının çektiği acılara karşı uyarmaya çalışan, RAWA olarak bilinen Afganistan Kadınları Devrimci Derneği ile temas kurdum.
Taliban döneminde, vahşetin kanıtlarını çekmek için burkalarının altına kameralar sakladılar ve aynı şeyi Batı destekli mücahitlerin gaddarlığını ortaya çıkarmak için de yaptılar.
RAWA’dan “Marina” bana, “Video kaseti tüm ana akım medya gruplarına götürdük ama ilgilenmediler” dedi.
1996’da ilerici PDPA hükümeti devrildi.
Cumhurbaşkanı Muhammed Necibullah, yardım istemek için Birleşmiş Milletler’e gitmişti.
Döndüğünde, ülkesinde bir sokak lambasına asıldı.
Lord Curzon 1898’de, “[Ülkelerin] bir satranç tahtasındaki parçalar olduğunu itiraf ediyorum, bunun üzerinde dünyanın egemenliği için büyük bir oyun oynanıyor” demişti.
Hindistan Genel Valisi Curzon burada özellikle Afganistan’ı kastediyordu. Bir asır sonra, İngiltere Başbakanı Tony Blair biraz farklı kelimeler kullandı.
11 Eylül saldırılarının ardından, “Bu, yakalanması gereken bir an” dedi.
“Kaleydoskop sarsıldı. Parçalar akış halinde. Yakında tekrar yerleşirler. Onlardan önce, etrafımızdaki bu dünyayı yeniden düzenleyelim.”
Afganistan hakkında da şunları ekledi:
“Afganistan’ın sefil kaderi olan yoksulluktan bir çıkış yolu sağlayacağız. Onlara sırt çevirmeyeceğiz”.
Blair, bombalarının kurbanlarıyla Oval Ofis’ten konuşan akıl hocası ABD Başkanı George W. Bush’u tekrarlıyordu:
“Afganistan’ın mazlum halkı Amerika’nın cömertliğini bilecek. Askeri hedefleri vururken, açlık ve acı çekenlere gıda, ilaç ve malzeme de bırakacağız…”
Neredeyse her kelimesi yanlıştı.
2001’de Afganistan zor durumdaydı ve Pakistan’dan gelen acil yardım konvoylarına bağımlıydı.
Gazeteci Jonathan Steele’in bildirdiği gibi, işgal, kuraklık mağdurlarına sağlanan yardımın durmasına yol açtı.
Bu durum, dolaylı olarak yaklaşık 20.000 kişinin açlıktan ölümüne neden oldu.
On sekiz ay sonra, Kabil’in enkazında, genellikle havadan düşen sarı yardım paketleriyle karıştırılan patlamamış Amerikan misket bombaları buldum.
Toplayıcı, aç çocukların uzuvları bu bombalarla parçalanıyordu.
Bibi Maru köyünde Orifa adında bir kadının, halı dokumacısı olan kocası Gül Ahmed ile altı çocuğunun mezarı başında diz çöktüğünü gördüm.
Bir Amerikan F-16 uçağı masmavi gökyüzünden gelmiş ve Orifa’nın kerpiç evine, Mk82 tipi 500 kiloluk bir bomba bırakmıştı.
Orifa o sırada uzaktaydı. Döndüğünde ailesinin ceset parçalarını topladı.
Aylar sonra, bir grup Amerikalı Kabil’den geldi ve ona bir zarf verdi: toplam 15 dolar.
Öldürülen aile üyelerinin her biri için iki dolar, bir dolar da bahşişi.
Afganistan’ın işgali bir sahtekarlıktı.
11 Eylül’ün ardından, Taliban kendilerini Usame bin Ladin’den uzaklaştırmaya çalıştı.
Taliban, birçok bakımdan, Bill Clinton yönetiminin bir ABD petrol şirketi konsorsiyumu tarafından 3 milyar dolarlık doğal gaz boru hattı inşasına izin vermek için bir dizi gizli anlaşma yaptığı Amerikalı bir müşteriydi.
Taliban liderleri yüksek gizlilik içinde ABD’ye davet edilmiş ve Unocal şirketinin CEO’sunun Teksas’taki malikanesinde ve CIA’nin Virginia’daki karargahında ağırlanmıştı.
Bu anlaşmayı yapanlardan biri, daha sonra George W. Bush’un Başkan Yardımcısı olacak olan Dick Cheney’di.
2010’da Washington’daydım ve Afganistan’ın modern ıstırap çağının beyni Zbigniew Brzezinski ile röportaj yapmak üzere sözleştim.
Ona, Sovyetleri Afganistan’a çekmek için yaptığı büyük planının “birkaç heyecanlı Müslüman” yarattığını kabul ettiği otobiyografisinden alıntı yaptım.
“Pişmanlığın var mı?” diye sordum.
“Pişmanlık mi?! Ne pişmanlığı?” dedi.
Kabil havaalanındaki o panik sahnelerini izlerken, uzak televizyon stüdyolarında gazeteciler ve generallerin “Afganları korumamızın” geri çekilmesine karşı yakarışlarını dinlerken, tüm bu acıların asla yaşanmaması için geçmişin gerçeğine kulak vermenin zamanı gelmedi mi? Yeniden?”
John Pilger’in bu makalesini önemsememin sebebi, doğrudan tarihsel bir tanıklığa dayanmasıydı.
Benim gibi ‘doğulu’ bir “komplo teorisyeninin” ‘iddialarından’ çok, batılı, saygın ve içeriden bir gazetecinin somut bilgilerini ortaya koymasıydı bu.
ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi iki şekilde yorumlanıyor.
Birincisi: korkak Biden Afganistan’da yenildi ve arkasına bakmadan kaçtı, Taliban uzun savaşı kazandı.
İkincisi: Amerika oyun uiyi oynadı, kıvrak bir manevra ile Rusya ve Çin’in altına mayını yerleştirdi.
Bence her ikisi de doğru bu yorumların.
Mayasında CIA hamuru bulunan Taliban kazansa da, kaybeden hep Afganistan oluyor ne yazık ki!
Şimdi bu ABD ile anlaşmalı göçmen akınıyla bir de biz tabii.