Öze dönüş denince bir geçmiş hayali de beraberinde geliyor. İlk bakışta yanlış değil, bir yere veya zamana dönülecekse dil bilgisi bunun bize “geride” veya “geçmişte” olduğunu sezdiriyor. Dilbilgisi önemli tabi ama hemen kanmamak gerek, arada bir dil bilgisini de “bükebildiğimiz” ölçüde gelişiyoruz. Önce öze dönüşün bir “geçmiş” sonra da “bugünün” bir meselesi olmadığını kanıtlayarak aslında bir “gelecek” ve ileriye atılım meselesi olduğunu kanıtlamaya çalışacağım.
Öze dönmek bir geçmiş meselesi olarak ele alındığında sayısız çelişki doğuyor. Hangi geçmiş, kimin geçmişi, ne kadar geçmiş? Ayasofya tartışmaları bunu tekrar anımsattı. Nedir Ayasofya’nın gerçek “özü”? Üstelik bu sorun Türkiye’ye de özgü değil. Örneğin, Fransa’da bile bugün hâlâ “monarşistler” var, kendi aralarında tartışıp duruyorlar, “Bonapart” soyundan olanları mı başa geçsin, “Bourbon” hanedanından olanlar mı diye. Belli ki böyle spesifik bir konuda bile bir “öz” bulmak zor gelmiş. Haliyle, tek bir ideal “geçmiş” olmadığı çok açık. Herkesin kendine göre bulduğu geçmişe dönmesi de pek akıl kârı değil gibi, hatta toplumsal ayrışmayı bambaşka boyutlara götürecek bir felaket olabilir. Fes için “istemezük” diyen bir damar, daha sonra şapkaya karşı fesi savundu ve heyhat daha sonraları 20. yüzyılın belki de en meşhur Türk sağ siyasetçisi şapkasıyla ünlendi. Kimin özü hangi geçmiş ki biz ona dönelim? Yani kısacası, öze döneceksek özün geçmişle, hiç olmazsa tek bir geçmişle ilgisi olmadığını kabul etmek gerek.
Öte yandan özün şimdiki zamanla da pek ilgisi yok sanırım. Şimdiki zaman çok esenlikli olsa herhalde bu kadar çok bir yerlere “dönme” merakımız olmazdı. Mevcut durum ve zaman bizi mutlu etmiyor, başka türlüsü eder miydi diye uzun uzadıya tartışabiliriz ama kesin olan şey değişim istediğimiz.
Öyleyse geriye tek bir seçenek kalıyor: Bir gelecek meselesi olarak öze dönüş. Öyle gelecek meselesi dediysek de “kaderci” bir gelecek değil bu. Öze dönmek ileriye atılmanın, şimdilerde gördüğümüz hatalardan, eksiklerden, ayıplardan arınmak anlamına gelmeli. Gerçekten bir “öz” varsa -ki ondan da şüpheliyim ama- bu öze ulaşmanın bir imkânı yok, en fazla öz bildiğimiz bir şeye yakınsamayı deneyebiliriz. Modern bilimin doğruluk kavramına yaklaşımı toplumsal formasyonda öze yaklaşımımızı anıştırmalı: Tam olarak nerede olduğunu bilmediğimiz bir hedefe adım adım yaklaşmak, yerini aşağı yukarı belirlemek ve her seferinde bir yanlıştan daha kurtularak bir yerlere varmak. Öze dönmek dolayısıyla tek seferlik bir “eylem” değil, bir süreç olmalı. Yavaş, evrimsel ve belirli zamanlarda da sancılı bir süreç olacağı kesin. Hatta belki çelişkili bir süreç.
Joseph Heller’in Catch-22 isimli romanı bu türden bir çelişkiye iyi bir örnek. Heller’ın romanı bir savaş pilotunun yaşadığı içinden çıkılmaz çelişkiyi aktarır. Savaşa gitmek istemeyen pilot için tek bir geçerli mazeret vardır, o da aklî dengesi yerinde değildir diye rapor almak. Fakat konuyla ilgili tüm psikiyatrlar böyle bir raporu istemenin akıl sağlığının yerinde olduğuna dair bir işaret olduğu görüşündedir. Çelişki çok belirgindir aslında: Savaştan kaçamazsınız, kaçmak için deli olmanız gerekir ve deli olup olmadığınızı öğrenmek istemek deli olmadığınız için yeterli kanıttır. İlerici ajandanın öze dönüş çabası da bu türden bir çelişki barındırıyor. Bugün bir şeyleri daha iyi hale getirmek için geçmişten ilham almak gerekiyor, bir özden, bir özlemden. Ne var ki bu geçmişe göz kırpmanın kendisi “ilerici” olmaktan bir şeyler alıp götürmüyor mu? Çelişkili değil mi? Öze dönmek bir gelecek meselesi derken aslında bu çelişkiden kaçmaya çalışıyorum.
Ayrıca, özü sadece bir geçmiş olarak değil, bir gelecek olarak alınca daha kapsayıcı bir toplumsal formasyon elde etmek mümkün hale geliyor. Belki de herkesin kendine ait bir geçmişe özlem duyacağı yerde, daha çok kişinin kendisini ait hissedebileceği bir gelecek yaratmak mümkündür. En azından çözümün barındırdığı çelişki daha aşılabilir hale geliyor, bize de umut aşılıyor. Böylelikle özümüz bir tarih, bir uzam veya bir kavram olmaktan uzaklaşıp bir “uzlaşma” halini alabilecek. Uzlaşılacak şeyin ne olduğu elbette hala meçhul fakat önceden bilip de bildirilecek bir şey olsa, adı “uzlaşma” olur muydu?