Kızılçullu ve Hasanoğlan köy enstitüsü muzunu Babam Hicri Bey’le her 17 nisanda buluşurum yeniden. Sonsuzluktan sesi gelir. Biraz da hüzündür bende, sararmış defter sayfalarının arasından saçılan anılar…
Arkadaşlarımın gözünde hep, “Ne kadar şanslı bir çocuktum ve bunun kıymetini bilmeliydim”.
Çok iyi bir babam vardı çünkü.
Başına buyruk davranışlarımın ve büyüklerimin deyimiyle “iflah olmaz” yaramazlıklarımın sürdüğü o dönemde, babamın sıkı sayılabilecek bir disiplin anlayışıyla, arkadaşlarımın bu değerlendirmelerini bağdaştıramazdım bir türlü.
Hiç unutmam, ilkokul 5. sınıfta arkadaşlarımın müfettiş amcası, benim babam, mandolin, keman öğretirdi çocuklara.
Çocuklar bir ay sonra bir kaç şarkı, türkü çalmaya başlardı. Oysa ben halâ “tramolaya devam” etmeliydim!
Sıkılmıştım; fa… sol… la…
Anneme yakındım:
“Görüyorsun bak, onlara öğretiyor bana gelince tramola…”
Neredeyse mandolini bir kenara atacaktım ama anneme göre çalışmalı, bırakmamalıydım.
Onun hatırına devam ettim…
Bir yıl sonra “Çok kızıyordun ama bak, iyi çalıyorsun” demişti annem..
Altyapının, sıkıcı teknik çalışmaların yararı anlaşıldı…
Babamın ilkesiydi, her işin temeli sağlam atılmalıydı…
* * *
Başka bir anı, ortaokul döneminden…
Yaz tatili, daha çok oyun, dinlenme, eğlence değil, çalışma dönemiydi benim için.
Yatılı okul dönüşü, daha birinci haftada, evin kütüphanesindeki Varlık Yayınları’ndan kitaplar, önüme konurdu.
Dünya klasiklerinden babamın seçtikleri bir haftada okunacak, on sayfalık özet çıkarılacak, babama sunulacaktı.
Ne tatil yani !
Doğrusu isteyerek değil, evin huzurunu dikkate alarak okur, özetler, “gereğini” yapardım.
Bir ara aklıma gelmedi değil, kitapların başı, ortası ve sonunu okuyup, durumu idare etmek…
Ama babam kül yutar mıydı hiç!
Zorunlu okumalarım bir süre sonra gönüllülüğe dönüştü. Başka bir dünyaydı sanki… Her bir kitabın kahramanı gibi görmeye başladım kendimi.
Bu anlamda birbirine benzer iki yaz tatilinin ardından Gümüşhane Öğretmen Okulu’na gittiğimde, edebiyat öğretmeni ilk derslerden birinde sordu:
“Klasiklerden hangilerini okudunuz?”
Baktım sınıfta kalkan bir kaç el… Bir kaç kitap sayıldı…
Sıra arkadaşıma “hepsini okudum” dedim, öğretmen duydu.
“Gerçekten mi?” diye sordu.
Sıralamaya başladım…
Bu arada sözümün gerçekliği üstüne sınav da oldum.
Daha sonra söylediğine göre edebiyatçımız, bana inanmamış, testten geçince “doğru” demiş içinden, aynı zamanda şaşırmış; çünkü saydıklarımın arasında kendisinin bile okumadıkları varmış.
Ardından derslerimiz bir kaç arkadaşın da katılımıyla edebiyat sohbetlerine dönüşmeye başladı. Sınıfta edebiyat günleri…
Yazın tuğlaları üst üste dizilmeye başladı yıllar içinde…
Gazeteciliğimde, erken yaşta “mecburen” okuduğum kitapların etkisi büyük olmalı, daha doğrusu babamın.
* * *
Daha çok, sayısız örnek var yaşamımda. Hicri Bey, Kızılçullu ve Hasanoğlan’da aldığı eğitimi, çocuklarına da yansıttı. Elleriyle yaptıkları okulları gibi, önce sağlam bir temelle başladılar her işe. Daha sonra tek tek örerek tuğlaları, binayı ortaya çıkardılar
1402’lik olmadan, çok sevdiğim öğretmenlikten genç yaşta koparılmadan önce öğrencilerime sürekli kitap okumalarını önerdim. Bir beden eğitimi öğretmeninin kitap konusu üstüne bu denli düşmesi, öğrenciler kadar diğer bazı dal öğretmenleri tarafından garipsenirdi, anımsarım…
Yaşamını yitirdiği ameliyata girmeden önceki gün, cumhuriyet ajandasına yazdığı şu cümleler köy enstitüleri felsefesini anlatmaya yeter sanırım.
“.Ailemin bireylerine miras olarak menkul ve gayrimenkul olarak hiçbir şey bırakamadım. Ama onlara bıraktığım en büyük miras, laik Cumhuriyetin temel ilkelerini, Kemalizm’in prensiplerini bir yaşam felsefesi olarak kabul etmeleridir.”
Bu sözler, benim kadar kardeşlerimin de en büyük mirasıdır.
Mayamız köy enstitüleriyle kuruldu böylece. Oğlumun mayası da..