Bilim, nesnelliği ve güvenilirliği dolayısıyla sıkça takdir edilir. Bilimsel teorilerin açıklama ve kestirim yapma gücü bilgiye diğer ulaşma yöntemlerimize göre hayli yüksektir. Ancak bilimsel teoriler bu açıklama ve kestirimler için sıkça gözlemlenemez varlıklara göndermede bulunur. Örneğin biyolojideki mikroorganizmalar çıplak gözle, fizikteki birçok atom altı parçacık da herhangi bir mikroskopla dahi gözlemlenemez. Bundan ötürü bu gibi varlıkların “hakikaten” olup olmadıklarını sorgulayabiliriz. Başka bir deyişle, onların yalnızca bizim teorilerimizde kullandığımız mecazi veya matematiksel kurgular mı oldukları, yoksa insanların düşüncelerinden ve zihinlerinden bağımsız şekilde var olan nesnel gerçeklikler mi oldukları sorgulanabilir. Bilim tarafından öne sürülen gözlemlenemez varlıkların bu şekilde gerçek oldukları düşüncesine “bilimsel gerçekçilik” (ing. scientific realism) adı verilir. Kabaca, bu görüş bilimdeki gözlemlenemez varlıkların icat veya inşa olmadığını, daha ziyade keşfedildiklerini savunur diyebiliriz.
Bilimsel gerçekçilik aleyhine öne sürülebilecek farklı argümanlar vardır. Bazıları bilimsel teorilere ulaşmakta sıkça kullandığımız “en iyi açıklamaya çıkarım” yönteminin eksikliklerinden bahsederken, bazıları da bilimsel teorilerin mantıksal yapısına dikkat çekerek gözlem aracılığıyla elde ettiğimiz verilerin rakip teoriler arasında seçim yapmamızı asla sağlayamayacağını savunur. Ancak bu gibi argümanlar açıklanabilmek için yalnızca kendilerine ayrılmış birer yazıya ihtiyaç duyacağından burada başka bir argümandan bahsedebileceğim yalnızca. Bu argüman literatürde “karamsar tümevarım” (ing. pessimistic induction) olarak adlandırılır.
Herhangi bir alandaki bilimsel teorilerin tarihini incelersek göreceğimiz şey, devamlı olarak eski teorilerin bırakılıp yerlerine yenilerinin benimsendiği olacaktır. Burada önemli olan, eski teoriler bırakılırken, beraberlerinde getirdikleri ontoloji’nin (yani var olduğunu iddia ettikleri nesnelerin) de bırakılmasıdır. Örneğin, 18. yüzyılda ısı fenomenini açıkladığı kabul edilen ve kütlesiz bir sıvı olarak betimlenen kalorik maddesinin varlığına inanılıyordu. Kalorik belli koşullar sağlandığında nesnelere nüfuz edip onların ısınmasını sağlıyordu. Bu teori 19. yüzyılın ortalarına kadar geçerliliğini sürdürdü ve ısının nesneler arasında transfer edilen bir çeşit enerji olduğu kabul edilmeye başlandıkça geçerliliğini yitirdi. Bununla birlikte kalorik maddesinin varlığına inanmaktan da vazgeçtik. Benzer şekilde, uzun bir dönem boyunca son derece başarılı olan Newton fiziği, büyük kütleli nesnelerin birbirine doğru yaklaşmasını açıklamakta nesnelerin birbirini uzaktan etkilemesini sağlayan kütleçekim kuvveti adını verdiği (hatta bu yüzden kendi zamanında gizemci ve anlaşılmaz olmakla eleştirildiği) bir varlığa göndermede bulunuyordu. Ancak Einstein, genel görelilik teorisi ile kütleçekimi bir kuvvet değil de madde ile uzay-zaman arasındaki bir ilişki olarak karakterize etti. Günümüzde Newton fiziğinin yanlış olduğunu biliyor, büyük nesnelerin davranışlarını açıklamakta Einstein’ın fiziğine başvuruyoruz. Bununla birlikte evrendeki fiziksel varlıkların bir listesini yapmaya kalksak, yani bir ontoloji oluşturmaya çalışsak, kütleçekim kuvvetini bu listeye eklemeyeceğiz.
Karamsar tümevarım argümanı da bu gözlemden hareketle kışkırtıcı ve yanıtlaması zor bir soru soruyor. Günümüzde doğru olarak kabul ettiğimiz teorilerin de aynı kaderi paylaşmayacağını nereden biliyoruz? Bilimsel teorilerin tarihçeleri hakkında şimdiye kadar edindiğimiz veriden hareketle bir genelleme (yani tümevarım) yaparsak, çağdaş teorilerimizin de bir gün bırakılabileceğini kabul etmemiz gerekmez mi? Newton fiziği son derece başarılıydı, hatta bilimde adeta bir devrim yapmıştı. Yine de yanlış olduğu ortaya çıktı. Öyleyse, daha başarılı olduğu için Newton’unkinin yerine benimsediğimiz Einstein fiziğinin de yanlış olabileceğini niçin düşünmeyelim? Dahası, elimizdeki en kuvvetli teorilerin bile yanlış olma ihtimallerinin epeyce yüksek olduğunu kabul edersek, bize sundukları ontolojileri nasıl benimseyebiliriz?
Fark edileceği üzere bu argüman bilimsel gerçekçiliği çürütecek kadar kuvvetliyse, bu bizim bilim hakkındaki naif anlayışımızı da kökünden sarsacaktır. Genellikle bilimin güvenilir olmasının sebebinin, basitçe, iddia ettiklerinin doğru olmasından, söylediklerinin gerçekliğe denk düşüyor olmasından kaynaklı olduğunu düşünürüz. Oysa bilimsel gerçekçilik yanlışsa bilim, doğruluk ve gerçeklik için iyi bir pusula değildir.
Elbette bilimin başarısının onun doğruluğundan kaynaklanmadığını savunan bir görüş ortaya koymaya çalışabiliriz. Yani bilim açıklama ve kestirim yapma konularında, tam anlamıyla doğru olmadan da son derece başarılı olabilir diyebiliriz. Ama birçoğumuz bilimsel gerçekçilikten bu kadar kolay vazgeçmek istemeyecektir. Bu noktada bilimsel gerçekçilik lehine geliştirilmiş argümanlardan bazılarına göz atabiliriz.
Burada yalnızca bunlardan bir tanesinden, “mucizeler yoktur” (ing. no miracles) argümanından bahsedeceğim. Bu argümana ismini Amerikalı felsefeci ve bilim insanı Hilary Putnam vermiştir ve ifade ettiği düşünce şöyle özetlenebilir: Bilimsel gerçekçilik, bilimin başarısını bir mucize olmaktan çıkaran en iyi görüştür. Başka bir deyişle, eğer bilimsel gerçekçilik yanlışsa, bilimin bu inanılmaz başarısı adeta bir mucizedir! Günümüzde bilimin bize öğrettikleri sayesinde Ay’a gidebiliyor, birçok hastalığa çare bulabiliyor ve bizden çok uzaktaki yıldızların hareketleriyle ilgi doğru kestirimlerde bulunabiliyoruz. Eğer bilimin bahsettiği elektronlar ve kuarklar gerçeklikte eşi olmayan kurgularsa, bu gibi kavramların üzerine kurduğumuz teorilerin bizi uzaya kadar çıkarmaktaki başarısının hesabını nasıl verebiliriz? Bu başarıyı bir mucize olarak adlandırmaktansa, bilimin söylediklerinin yaklaşık olarak doğru olduğunu, bilimin bulduklarının işe yarar uydurmalardan çok dünyanın nesnel doğasının keşfi olduğunu söylemek daha makul değil midir?
Bilimsel gerçekçilik etrafında gelişen tartışma aslında burada sunabildiğimden çok daha karmaşık ve nüanslıdır. “Gözlemlenemez” varlıklardan bahsederken gözlemle kastedilen nedir? Bazı bilimsel teoriler konusunda gerçekçi olup, bazılarının yalnızca kurgu olduğunu ileri süremez miyiz? Bunlar gibi birçok soru daha sorulup yanıtlanmaya çalışılabilir. Bana sorarsanız, bilimsel gerçekçilik etrafında gelişen bu tartışmalar son derece ilgi çekicidir, çünkü çağdaş dünya görüşümüzde bu kadar büyük bir yer kaplayan bilim olgusunun bize tam olarak ne sunduğunu (nesnel gerçekliği mi ifade ettiğini, yoksa işe yarar kurgulardan mı ibaret olduğunu) anlamaya çalışmak çok keyiflidir. Burada unutulmaması gereken son nokta kanımca şudur: Bilimsel gerçekçiliği reddetmek demek, bilimi reddetmek demek değildir.