Tarımda yeni bir bakan, yeni söylemler var.
Ancak sağlıklı bir tespit ve muhasebe yapılmadan sağlıklı bir gelecek inşa edilmesi olası değil.
Tespitim şu:
Tarımın, bu bağlamda Türkiye’nin geldiği nokta dışa bağımlı neo-liberal politikalardan kaynaklanmakta.
Bununla birlikte toplumun bir kesimi, son 40 yıl içinde Özal ile başlayan ve Kemal Derviş ile ivme kazanan uygulamalarla neo-liberal politikaların değişmezliğini kabullendi.
Bu politikalara Türkiye mahkum edildi. İşin en önemli noktalarından biri de iktidar ve muhalefet partileri de temelde neo-liberal politikalarda hemfikir olmuş durumda.
Tarıma gelince.
Tarımsal üretimde de verimliliğin ve üretimin büyük işletmelerle karşılanabileceği konusunda sokaktaki ortalama yurttaşın beyni yıkandı. Televoleci profesörler bunun için görevlendirildi.
Oysa Türkiye’de tarımsal üretim, aile işgücü temelli küçük ve orta ölçekli köylü işletmelerinden karşılanıyordu. Bu gerçek unutuldu. Bunların desteklenmesi yerine büyük ölçekli işletmelerin oluşturulmasına ağırlık verildi. Bunun sonucu olarak küçük ve orta ölçekli işletmelerin bir kesimi tarımsal üretimden vazgeçer duruma geldi. Önemli miktarda tarım toprağı işlen(e)medi.
Tarımsal nüfus azaldı ve yaşlandı.
Ve tarımsal üretim artan nüfusa göre artmadı.
Söz gelişi en önemli gerilemelerden birisi hayvansal üretimde oldu.
“Hayvansal üretim için temel girdi, çayır ve meralardan karşılanan ottur. Türkiye çayır ve meralarının ot kapasitesi sığırdan daha çok koyun keçiye uygundur” diye yıllarca yaptığımız uyarılar dikkate alınmadı. Uluslararası örgütlerin yönlendirilmesi ve çıkarlarına uygun olarak dev sığırcılık işletmelerinin oluşturulması desteklendi.
İsterseniz biraz açalım.
Yönlendirme dedim, uzun süreli geri ödemeli kredileri Dünya Bankası vermedi mi? Sığırlar uluslararası sığırcılık tekellerinden alınmadı mı?
Sonuç olarak geçmişte insan başına bir koyun düşerken, gelinen noktada nerdeyse dört insana bir koyun düşer duruma gelindi.
Ancak, izlenen politikalarla gerek dev işletme ölçeği gerekse ot üretim kapasitesi Türkiye gerçeğine uymadığı için kelimenin tam anlamıyla kırmızı ette havlu atıldı.
Bırakınız kırmızı et ithalini, hayvanlarımızı doyurmamız için saman ithali olağan duruma getirildi.
Nasıl Çıkarız Düzlüğe?
Genel çıkış yolu ise; dışa bağımlı ara malları ve hammadde ithalatçısı bir ülke yerine ithal İkameci ve daha eşitlikçi ekonomi politikadan geçiyor.
Bu yaklaşımı tarıma nasıl yansıtalım?
Birinci tespitimiz şu; Türkiye’deki işletmelerin hala büyük bir çoğunluğunu aile işgücü temelinde küçük ve orta ölçekli köylü işletmelerinden oluşuyor.
İkincisi ise; dev işletmelerin öne çıkartılması, ölçek ekonomisine dayandırılıyor. Ancak asıl ölçeğin “Toplam Etmen Verimliliği (TEF)” olduğunu dikkate alma zorunluğu var.
Aile işletmelerinde emek daha bol, toprak ve sermaye de daha düşük maliyetlidir.
Bu özelliklerinden dolayı aile işletmeleri daha yüksek bir TEF’e sahiptirler.
Bu iki tespitten yola çıkarak birinci önerimiz;
“Aile İşgücü Temelinde Küçük Ve Orta Ölçekli Köylü İşletmelerini Yeniden Tarımın Öznesi” yapmak gerekiyor.
Köylü işletmelerinin ölçek sorunu da, kamu yatırım hizmetlerinin ve desteklemelerinin onlara yönlendirilmesi “Kooperatif Örgütlenme” ile aşılabilmektedir.
Bunlara Avrupa Birliği ülkelerindeki kooperatifleşme örnek olarak verilebilir.
İzleyen yazımda kooperatifleşme konusunu işleyeceğim.
Son bir not: Yem hammaddesi ithaline dayalı fabrika yemi ile yapılan süt hayvancılığı sürdürülemez. Bu kapsamda çiftçi eline geçen sığır sütü fiyatının artırılması talebi de soruna çare değildir. Sorun yukarıda dile getirmeye çalıştığım gibi yapısaldır.