Her ne kadar insanoğlu fiziksel olarak bugüne kadar başaramamış da olsa, hayal gücünün de katkısıyla, bir boyuttan başka birine geçmek kağıt üzerinde hep var olagelmiştir. Boyut değiştirme «kavramını” dinsel öğretiler «öteki dünya” ile, bilimsel öğretiler de «öteki gezegenler” ya da «atom altı parçacıklar” olarak tasavvur etmektedirler.
Global düzeyde, yani her üç alanda da bu girişim somut olarak henüz gerçekleşmemiştir. Ne «öteki dünya”ya gidenler geri gelip orayı anlatabilmiştir ne «öteki gezegenlere” ayak basılabilmiş, ne de «sonsuz küçüklüğe” seyahat edilebilmiştir. Hepsinde de fiziksel yetersizlik söz konusu olduğundan, iş yalnızca beyin gücüne ve inanışa bırakılarak «sırça köşkler” arkasında hayali gezilerle sınırlandırılmıştır.
Bilim, elindeki olanaklarla şu aşamada ancak Ay’a kadar ulaşabilmiş, daha ötesine gitmesi için ise ışık hızı süratine ulaşması, ona rağmen yıllarca sürecek bir seyahate çıkması gerektiğini fark edince, bir yandan da soğuk savaş sona erince kalem kağıt bırakılarak «sınav” terk edilmiştir.
Böylesine «yaşamsal” düzeyde olmasa da, insanlık minimal düzeyde, kurmaca biçimde, bir başka boyuta geçmenin somut örneklerini bu dünyada da yaşayabilme yetisine sahip. Aslında bunu açıklamadan önce, bir başka boyuta geçmenin ne anlama geldiğini belirtmek gerek. En kısa deyişle, var olan yaşam biçiminden, o güne kadar yaşanmamış bir başka yaşam biçimine geçiş olarak özetlenebilir. Öyle ki, bir başka boyutta yaşananlar daha önce hiç yaşanmamış olduğu gibi, yaşam koşulları da bir öncekine hiç uymamaktadır. Yani yeni bir adaptasyon, yeni bir kurgulama ve davranış biçimi gerektirmektedir.
Bunu yaşam biçimi olarak anlatmak elbette çok zor. Kant’ın «aklın sınırı” kuramını işletirsek eğer, bütün bilim kurgu kahramanları ve dünyaları bu dünyaya ait malzemelerle gerçekleştirilmektedir. Bu durumda başka bir boyutta nasıl bir cisimleşme söz konusu bunu bilmek imkansız. Ama şöyle bir yöntem bunu açıklamak için bir parça ipucu verebilir ve hayal dünyamızı zorlayabilir:
Bilindiği gibi, satranç tahtası sekiz dikey, sekiz de yatay 64 kareden oluşan bir tahta üzerinde oynanır. Her taşın belli görevi vardır, hamle sınırlaması vardır, hareket kabiliyeti vardır. Satranç tahtasına dikey olarak bir sütun daha yerleştirildiğinde, yeni bir taşa ihtiyaç duyulacaktır. Bu taş her ne olursa olsun (İster at, ister fil, ister kale, isterse vezir. İki şah olamaz tabii), artık oyun bilinen satranç oyunun dışına çıkmış demektir. Eskiden yapılan ve satranç oyuncularının ilk öğrendiği tuzak olan «çoban matı” bile geçerliğini yitirmiş olacaktır. O andan itibaren tahta üzerindeki potansiyel enerji, bir başka boyuta ait bir enerjidir. Geçmişteki kuralların hiçbiri geçerli değildir. Tuzaklar uygulanamaz, eski oyunlar tahta üzerinde tekrar edilemez. Yeni bir dünya (cennet-cehennem) veya bir gezegen üzerinde olduğu gibi, her şeyi baştan öğrenmek zorundasınız demektir.
Bu, satrançta böyle olduğu gibi, bütün oyunlarda da geçerlidir. Rua (papaz) ile biten 52’lik bir desteye, 14. kağıt olarak bir de «sadrazam” yerleştirirseniz, artık ne briç, ne king ne de maça kızı oyunu eski kurallara göre oynanabilir.
Matematiğin tek boyutlu düzeninin çarpıcı alışkanlığıdır bu. Koşullanmış bir beyinle hareket ettiğiniz sürece, iki ile ikinin hep dört ettiğini düşünerek, yaşamınızı buna göre kurarsınız. Aritmetik olarak bu doğrudur da. Bakkalla, apartman yönetimiyle, iş yerinizle, bankalarla ilişkiniz bu sınırlar içindedir. Başka türlüsüne yeltendiğinizde ya şizofren damgası yersiniz ya da ciddiye alınmazsınız.
Ama bu alışkanlık öylesine karanlık ve boğucu bir alışkanlıktır ki, dünya üzerindeki her olaya aynı «at gözlüğü” ile bakmayı gerektiren bir zorunluluğa sokar insanı. Sonuçta, çevrenizde olanları da, genel bakış içinde değerlendirmek zorunda kalırsınız. Bu nedenle de kişiye sunulanın dışında, başka bir bakış açısı üretmekten korkar hale gelirsiniz.
Son zamanlarda gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına baktığınızda bunu daha somut yaşadığınızı anlayacaksınızdır. Bir «deli” bir kuyuya taş atmıştır, «güya bin akıllı” onu çıkartmaya çalışmaktadır. Ama ne senaryolar, ne komplolar ve ne «zekalar” üreterek…
Yapılan eğer çok basit bir davranış biçimiyse, ardında mutlaka yüce bir «amaç” deşilmeye çalışılır, çok karmaşıksa da, basite indirgemek için «kralın çıplaklığı” bile göz ardı edilir.
Başka bir boyutta yaşamak, insanlık için hep ulaşılamadık bir rüya olarak kalmıştır. Ölümsüzlük, insan-üstülük, geleceğe hakim olabilmek hep oradadır, ama bir türlü ulaşılamamıştır. Sonuçta, böyle bir dünyanın varlığına inanan insanoğlu, iki koldan bu «ütopik” dünyaya ulaşmaya çalışmaktadır: Bilimsel ve dinsel öğretilerle.
Şu anda, göründüğü kadarıyla, dinsel öğreti, bilimsel öğretiye göre birkaç adım ileridedir. Aydınlanma çağından beri hep bilimin peşinden koşan insanoğlu, bu sıralarda soluğu kesildiğinden olsa gerek, metafizik bulgulara ve olgulara daha fazla inanç göstermektedir. Hep bir başka boyutu arayanlar, bunu hayalinde bile olsa, bulmakta kararlıdır.
Ancak, günlük yaşam içerisinde kendine verilenle yetinmek zorunda kalan yüzyılımızın insanları, verilen bilgilerin ardında nelerin dönmekte olduğunu düşünmek konusunda kendini hiç de mecbur hissetmemektedir. Bir bakıma teslimiyetçilik politikasıdır bu. Zaten geçici olduğuna inandıkları, ama bir sonraki hayatın da olduğu umudunu inanmasa da korudukları bir kavram kargaşası içerisinde yaşayan günümüz insanı, çıkış yolu olarak başka bir kavrama sarılabilme olanağına sahip değildir.
Demokrasi denen garabetin en zayıf halkası da buradadır işte.
Oysa bir başka boyuta ulaşabilmenin yolu, aykırı düşünmekten geçmektedir. Hep kuşkucu olmak, hep araştırmak ve asla bir tek doktrine inanmamak insanı insan yapan özelliktir. Bunu terk ettiğiniz anda, zaten kısıtlı ve karanlık olan dünyada, diğer gezegenlerde yaşamak umudunu kaybettiğinizden, ister istemez olması gerektiğini düşündüğünüz inançlara sarılmak zorunda kalırsınız. Bunun sonu ise ortaçağ karanlığına doğru koşar adım gitmektir. İşte bize verilen ve tek boyutlu olarak izlemek zorunda kaldığımız hayattan kurtuluşun tek yolu ayrıntılı ve aykırı düşünmektir.
Düşünmek öğrenilmez ve öğretilmez. Bu durumda her insan yalnız kalmaya mahkumdur ve beyninde yarattığı dünyanın dışına çıktığı ölçüde sosyalleşmektedir