Geçen hafta, uluslararası bir sosyoloji konferansında bildiri sunmak üzere eşimle Toronto’daydık. Avrupa’da pek çok şehir; Asya’da Almatı, Bişkek, İsfahan ve Tahran’ı görmüştüm. Ancak Amerika kıtasına ilk defa gidiyordum ve bu nedenle heyecanlıydım. Bir haftanın sonunda geriye baktığımda heyecanımın yerinde olduğunu anlıyorum. Toronto ziyaretimiz pek çok açıdan öğretici ve zengin bir deneyim olarak akıllarımıza kazındı. Ancak bu yazımda Toronto deneyimlerimizi sizinle paylaşmak yerine, Toronto ziyaretinin bana düşündürdüğü, bence çok önemli bir konu üzerinde durmak istiyorum. Bu yazımda, gülümseyen yüzlerden bahsedeceğim.
Toronto, dünyanın en kozmopolit şehirleri arasında üst sıralardadır. Güney Asya’dan, Ortadoğu’dan, Güney Amerika ve Avrupa’dan, Afrika’dan gelen insanların oluşturduğu kalabalık bir şehir… Onlarca farklı kültürün, bu denli uyumlu bir bütünlük oluşturmuş olması elbette hayli şaşırtıcı. Toronto Pearson Havaalanı’na ayak bastığımız ilk andan itibaren, muhatap olduğumuz insanların kibarlığı ve güler yüzlülüğü dikkat çeken bir ayrıntıydı. Ancak şehrin sokaklarını arşınlayıp, dokusunu özümsemeye başladıkça, gülümseyen insanların, Toronto’daki onlarca farklı kültürün oluşturduğu o ilginç bütünlüğün genel bir özelliği olduğunu fark ettik. İnsanlar, güler yüzlü, kibar, anlayışlı, hoşgörülüydü. Gittiğimiz her farklı ülkede, turistik mekânlar kadar yerel halkın hayatını sürdürdüğü alanları görmeye, oralarda onlar gibi alışveriş yapıp, onlar gibi yemek yemeyi, onların kullandığı toplu taşıma araçlarını kullanmayı deneyimlemeye özen gösteririz. Toronto’da da öyleydi. Dolayısıyla, insanların gülümsemesinin, yalnızca turistlere yönelik bir tutum olduğunu söyleyemeyeceğim. Kaldı ki Toronto öylesine kozmopolit ki, kimin turist kimin yerli olduğunu anlamak da pek kolay değil…
Eşimle, Toronto hakkındaki bu sevimli gözlemimiz hakkında konuşurken, şimdiye kadar gezdiğimiz birbirinden farklı onca şehir içerisinde, asık suratlı insanların Türkiye’dekiler denli yoğun olduğu bir şehir görmediğimizi fark ettik. Bunu fark etmek sarsıcı oldu. Gördüğümüz şehirleri akıllarımızdan geçirdik. Örneğin Marsilya’da, Braga’da, Bournemouth’ta, insanların güler yüzlü olması anlaşılırdı. Ilıman iklimli, refah seviyesi görece yüksek, görece yavaş şehirler… Prag, Barselona, turizmle ayakta duran, güzel mimariyle; estetik bir dünyayla harmanlanmış insanların şehirleri… Ama Paris, Londra? En az İstanbul kadar kalabalık, koşturmanın en az İstanbul kadar fazla olduğu, gelir adaletsizliğinin yakıcı olduğu kozmopolit yerler… Yine de gülüyordu insanlar… Metroda, sokakta, markette, parklarda… Doğru ya parklar var oralarda, buralarda olmayan… Düşündüren… Kuşkusuz, refah seviyesinin dünyanın geri kalanından hayli yüksek olduğu; insanın, insan olmaktan dolayı değerli olduğu yerler buralar… Dünyanın geri kalanıyla kıyaslandığında…
Peki ya acılı şehirler… Atina örneğin? Asırlarca beraber yaşadığımız, beraber yiyip içip, birbirimize karşı savaştığımız insanların şehri… Konuşana kadar Türk mü Yunan mı olduğunu anlayamayacağımız kadar bize benzeyenlerin ülkesinde yoksulluk yok mu? Ülkeleri iflasın eşiğine kadar gelmedi mi? Sokaklar evsizlerin evi değil mi Atina’da? Genç işsizliğin yüzde yirmi beşlere vardığı, Türkiye gibi, turizm ve tarım gelirlerine muhtaç bir ülke değil mi Yunanistan? Öyle… Ama Atina sokaklarında gülüyordu insanlar. Metroda, markette, restoranda… Kibarlık ve güler yüzle karşılamadılar mı bizi?
Ya Belgrad? Yoksulluktan, yolsuzluktan, gelir adaletsizliğinden bahsetmeye gerek yok… Toprakları kanlı bir iç savaşla paramparça olmuş, başkentini NATO’nun bombaladığı bir ülke… Binaları kırık dökük, eski… Ama insanları pırıl pırıl, tertemiz kıyafetli… Sokakları güler yüzlü, kibar insanlarla dolu… Belgrad şaşırtmıştı beni. Türkiye’deki Sırp karşıtı propagandanın; Sırpların, kaba saba, barbar ve vahşi olduğu iddialarının gerçeği yansıtmadığıyla yüzleşmiştim. Türkleri hiç sevmedikleri için düşmanca karşılanabileceğimizi düşünerek gitmiştim Belgrad’a. Bir dönemin, bir grup kana susamış vahşinin eylemlerini bütün bir millete atfetmenin ne kadar yanlış olduğunu anlamıştım. Onların, Osmanlı geçmişi nedeniyle Türk milletini yargılamadığını görünce, utançla…
Tahran’a, İsfahan’a ne demeli? Senelerce savaşmış, senelerdir Batı ambargosu altında bir ülkenin, şeriatın keskin kılıcının ucunda yaşayan naif insanlarına… Onların gülüşleri beni en çok düşündüren oldu kuşkusuz. Onların kibarlığı, yardımseverlikleri… Onların sevgi dolu çocuk parkları, yaz akşamı piknikleri, köprü altlarında şarkı söyleyişleri… Yoksul ve baskı altındaki yaşamlarına rağmen bunca güler yüzlü oluşları… Sert iklimleri, kurak toprakları yüreklerini sertleştirmemişti, İran’ın güzel insanlarının…
Türkiye’yi, ülkemin şehirlerini düşünüyorum. Güzeliyle, çirkiniyle… Biz de az acılar çekmedik kuşkusuz… Çekiyoruz da… Yoksuluz, cahiliz, giderek daha fazla soluyoruz baskıyı… Nesillerimiz giderek daha eğitimsiz, dogmalara ve karanlığa daha fazla esir… Durum kötü, farkındayım. Gördüğüm onca kozmopolit şehrin aksine, Anadolu’nun uzun ortak geçmişli farklı halkları barış içinde yaşamayı öğrenemedik… Anlamıyoruz birbirimizi… Bölünmüş bir milletiz… Çoktan bölünmüş… Aydınlığın ve karanlığın elli tonu arasında parçalanmış ayrı milletleriz… Çok neden var mutsuz olmak için. Kabul ediyorum. Ama gülümsemek bu kadar mı zor? Neden bu kadar kaba, bu kadar asık suratlı, bu kadar sevgisiziz? İnsanı, doğayı, hayvanları, güneşin doğuşunu, dalgaların ve martıların seslerini, incecik bir melodiyi, rengârenk bir tabloyu sevmek bu kadar mı zor?
Olmamalı! Mücadeleye gülmekle başlamalı! Önce gülmeyi öğrenmeli… Her şeye rağmen ve her şey için…
Bizi güzellik kurtaracak! Dünümüze, bugünümüze yarınımıza gülümsemekle başlayacak her şey…