Mutsuzluğun Resmi

Sürgündeki Nazım Hikmet’in Abidin Dino’ya sorduğu o ünlü soruyu sanırım hepimiz anımsarız: Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? Dino’nun bu resmi yaptığına ilişkin elimizde bir veri yok, ancak ressam bir başka şiirle Nazım’ı yanıtlar. Dino bu şiirinde limandaki simit satan çocuktan başlayarak meserret kahvesine dek uzanan bir hasretlik dizisini verdikten sonra “dolaşsaydık Türkiye’yi bir baştan bir başa” der ve şöyle sonlandırır:

İşte o zaman Nazım,

Yapardım mutluluğun resmini

Buna da ne tual yeterdi;

Ne de boya… (1)

Ne acıdır ki ne Nazım ülkesini dolaşabildi ne de Dino o resmi yapabildi. Bir süredir bu ülkenin yok etmeye çalıştığı-çoğunu da yok ettiği-sanatçı, bilim adamı ve düşünürlerin listesini hazırlıyorum. Listenin başında elbette Nazım geliyor ve onu Kemal Tahir, Sabahattin Ali ile Muzaffer Şerif izliyor. Liste henüz tamam değil. Belki de hiç tamamlanmayacak. İsmi duyulmayan ve silinip giden o kadar çok entelektüelimiz var ki böyle bir listenin hazırlanması için bir komisyon kurulması gerekecek. Bir ülkenin, hem de genç bir ülkenin, aydınlarına olan bu düşmanlığı bildiğimiz hiçbir kuram ile açıklanacak türden değil. İnsan umardı ki genç bir ülke bilim, sanat ve edebiyatta kendisini geliştirip, aydınlarını teşvik ederek katılmayı hedef aldığı Batı Modernitesinde kendisine saygın bir yer edinebilsin. Çünkü biliyoruz ki Batı Modernitesi sadece sanayi devriminden ibaret değil; ardında Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanmanın olduğu çok büyük bir düşünsel sürecin ürünü. Kısacası içinde Beethoven, Bach, Goethe ve benzerlerinin olmadığı bir Alman uygarlığı veya Voltaire, Hugo ve Zola’dan yoksun bir Fransız uygarlığı düşünülemez. Ne Alman arabaları ne de Fransız şampanyaları bir uygarlık yaratmak için yeterli değildir. İşin en trajik ve paradoksal yanı ise kurucu atalarımızın da bu gerçeğin farkında olmalarıydı.

Bir başka trajedi de bu genç ülkenin azınlıklarına, ki bu sözcüğü kullanırken utanıyorum, reva gördüğü muameledir. Bu “muamele” sözcüğü de yerinde değildir ancak doğru sözcüğü yine utanç nedeniyle kullanamıyorum. Genç Cumhuriyet ile hiçbir sorunu olmayan, üstelik yüzyıllarca süren savaşlardan sonra uzun bir barış ve refah dönemine girmeyi uman ancak tek görünen suçları Müslüman olmamak olan insanlar büyük haksızlıklara uğradılar. Dahası, toplumun en eğitimli kesimini oluşturan bu insanlardan ülke de kendine hiçbir olumlu katkı sağlayamadı. Bu akıldışılık da hala yanıtını ve özrünü beklemekte. Daha büyük bir akıldışılık ise azınlıklara ve farklılıklara uygulanan bu muamele nedeniyle ülkenin asli sahibini Müslüman Türkler olarak görme yanılgısı olmuştur. Devletin, hala nedenleri tam olarak bilinmeyen, her olayı şiddetle çözme saplantısı nedeniyle aslında bu ülkede herkes azınlıktır. Esprili ve insancıl bir polis şefinin birkaç dakikada çözeceği olayların yüzlerce güvenlik görevlisinin katılımıyla “bastırılmasını” anlamak artık bu yüzyılda mümkün değildir. Tiananmen Meydanında sadece bir kişinin koca tank bölüğünü durdurduğunu unutmuş olabilir miyiz?

Bu konularda ülkenin eline geçen sayısız fırsattan biri de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (2) idi. Üstelik bu beyannamenin 6 Nisan 1949 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye’de de geçerli olması kabul edilmiştir. Bu beyannamenin özünü kişinin kendi potansiyelini bir hukuk devleti içinde gerçekleştirme hakkı ifade etmektedir. Dipnotta linkini verdiğim bu beyannamenin yeniden okunmasını öneririm. Üzüntü ile görülecektir ki ülkemiz bu beyannamedeki ilkeleri hiçbir zaman uygulamamıştır. Yakın gelecekte uygulanacağına ilişkin de bir umut bulunmamaktadır. İnsan şunu sormadan edemiyor: 1949 tarihinde zamanın hükümeti bu maddeleri Anayasa içine alsaydı acaba bu ülkenin kaderi ne yönde değişirdi? Bu ilkelere en çok yaklaştığımız zaman 1961 Anayasası ile 1980 darbesi arasındaki dönemdir. Ancak bu dönem de yaşı uygun olanlar hatırlayacaktır, siyasilerin insan haklarından en çok şikâyet ettikleri dönem olmuştur; “Anayasa ülkeye bol geliyor” “Özgürlüklerin üzerine şal örtelim” ve “Makabline şamil kanunlar çıkartacağız” sloganları bu döneme aittir. Sonunda bir darbe ile şikâyet konuları bir gecede ortadan kaldırılmıştır.

Deneyimlerim mutluluğun bireysel değil toplumsal bir olgu olduğunu göstermektedir. Kişinin mutlu olabilmesi yakın çevresinin mutluluğu ile doğrudan ilişkilidir. Kişinin ait olduğu sosyal grup mutsuz ise bireyin de mutlu olabilme olasılığı çok zayıftır. Bu gözlemin tersi de doğrudur; insanların genel olarak mutlu olduğu bir ülkede doya doya mutsuzluk yaşamak da çok olası değildir. Şiddet ve mutsuzluk kaynağı sadece devletten ibaret olsaydı bu sorunu kolayca aşabilirdik; devlet televizyonlarını seyretmez, gazetelerini okumaz, yazışma ve mesajlarımızda devletten bahsetmez evimize çekilir Rachmaninov dinleyerek huzurlu bir hayat yaşayabilirdik. Ancak her devletin binlerce minik devletten oluşması böyle bir sığınağı da olanaksız hale getirmektedir. Bu minik devletin bir de adı bulunmakta: Aile. Her aile birçok açıdan içinde bulunduğu devletin bire bir kopyasıdır. Eğer devlet şiddete meyilli ise barındırdığı ailelerde de durum farklı değildir. Bu nedenle şiddete meyilli devletlerde aile içi şiddet de olağan karşılanır ve failleri uzun boylu bir ceza görmez. Bunun tersine devletin şiddetten kaçındığı ülkelerde aile içi şiddet önemli bir kriminal suç durumundadır ve failleri kolayca paçayı kurtaramaz. Örneğin gelişmiş ülkelerde aile içi şiddete maruz kalan çocuklar bu ailelerden hemen alınır. Bizde mi? Ne acıdır ki resmi makamlara göre bugün 654 çocuğumuz anneleriyle birlikte hapishanelerimizde yaşamaktadır.

Nazım sorusuna bir yanıt aldığı için şanslı sayılabilir. Dino ise aynı ölçüde şanslı olmadı; ne o ne de bir başkası bu ülkede mutluluğun resmini yapamadı. Kendi adıma birkaç kez teşebbüs ettim ama yaptığım şey, bu resmin bence olmazsa olmazı, bir yavru kediden öteye gidemedi ve öyle de kaldı. Fakat biz, elbirliğiyle ve kolektif olarak bir başka resim yaptık: Mutsuzluğun resmi. Bu öylesine kötü, öylesine acı bir resim oldu ki ressamın biz olduğuna inanamadık ve dışarılarda bir yerde aramaya başladık sanatçıyı. Acaba dış mihraklar mı, lobiler mi, bazı uluslar mı yaptı bunu? Hayır, biz yaptık. Bu kadar basit. Ellerimizdeki boya izlerini fark edinceye kadar da bu resim olduğu gibi kalacak ne yazık ki. Sözü William Shakespeare ile bitirelim. Shakespeare “Julius Caesar” adlı yapıtında Sezar’ın ölüsü başında söylev veren Brutus ve Marcus Antonius’u tasvir etmektedir. Brutus, Sezar’ı yani manevi babasını öldürdüğüne üzülmekte ve bunu yıldızların talihsiz dizilimine bağlamaktadır. Antonius’un yanıtı basittir: “Sevgili Brutus, kabahati yıldızlarda değil kendimizde arayalım”

Kaynaklar:

1-www.insanokur.org

2- http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/h_rigths_turkce.pdf

Bunları da sevebilirsiniz