İnsanlık tarihinde parlak yıllar olarak adlandırılabilecek dönemler neredeyse hiç mevcut değil. Bazı ülkelerin kendileri için kullandıkları “altın yıllar” veya “aydınlanma dönemleri” gibi ifadeler hem bu ülkelerin bütünü hem de insanlığın geri kalanını kapsamaması nedeniyle tartışmalı olarak kalmakta. Bu nedenle “insanlık tarihi” deyimi de hiçbir zaman tüm insanlığı kapsayacak bir bütünlüğe ulaşamamıştır. Basit bir örnek bu paradoksu açıklayabilir. Ünlü “Uzay Yolu” (Star Trek) dizisinde bazılarımızın dikkatini çekmiş olmalıdır. Uzay gemisi Atılgan’ın öyküleri (USS Enterprise-ABD Gemisi Atılgan) birçok gezegen ve onların halkıyla ilintilidir; Klingonlular, Denebliler, Fabrinalılar vs. Görüldüğü gibi her gezegen halkıyla bir bütünlük içindedir sadece Dünyalılar diye bir halk yoktur. Ortada bir yıldız federasyonu vardır ancak bu federasyonun tüm gemileri ABD bandıralıdır. Aslında söz konusu varlık bir federasyon olmaktan öte bir koloni sistemidir. Günümüze dek dünyayı bir araya getirmeye yönelik her proje de yeni bir kolonizasyon hareketi olmaktan öteye geçememiştir. Hegemonik projeler altında bölünen insanlık ortaya ortak bir ideal ve ütopya çıkarmayı başaramamıştır.
Emperyal politikaların sadece dış ülkelere zarar vermesi de bir yanılgıdan ibarettir. Emperyalizm her defasında iç sömürü olanaklarının tükenmesi ile birlikte yani iç sömürünün zirvesinde gündeme gelen bir olgudur. Bu nedenle 19. ve 20. yüzyılların azgın emperyal dönemlerinde hem emperyalist ülkeler hem de koloniler büyük zarar görmüştür. Sözü edilen dönemlerde adı geçen ülkelerde görülen büyük ve etkin kentleşme hareketleri bu gerçeği örtmeye yetmemektedir. Bugün hayranlıkla ziyaret ettiğimiz Paris, Londra, Chicago gibi kentlerin gerçek öykülerini öğrenmek için Émile Zola, Victor Hugo, Charles Dickens, Jack London ve Upton Sinclair gibi yazarların okunması gerekmektedir. Büyük kentler ve insanlarının sanayileşme döneminde çektiği acılara 20. yüzyıldaki iki büyük dünya savaşı da olağanüstü bir katkıda bulunmuştur. Ancak bu sıkıntıların, en azından Batı dünyası için, II. Dünya Savaşını izleyen refah döneminde büyük ölçüde unutulduğunu görmekteyiz. Bu refah dönemi 1970li yılların ortasına dek uzanmaktadır. Batı açısından bu dönemin belirleyici özellikleri orta sınıf gelirlerinin sürekli yükseliş eğiliminde olması, sermayeye karşı sendikaların gücü ve toplumsal ütopyaların varlığı olarak özetlenebilir. Dünyanın geri kalanı için ise savaşlar, sefalet ve gelecek korkusu hızını kesmemiştir. Günümüzde de manzara çok farklı değildir, sadece silahlar değişmiştir.
Tarihteki önemli dramlardan biri, oldukça sessizce, 1970li yılların ortalarında gerçekleşmiştir. Post-Fordist üretimin başladığı bu dönemde, özellikle ABD’de, işçi sendikaları güçlerini yitirmiş ve ardından dünya genelinde orta sınıfların reel geliri yerinde saymaya başlamıştır. Böylelikle gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin orta sınıfları, farklı düzeylerde de olsa, aynı gelir tuzağında buluşmak zorunda kalmıştır. Batı dünyasında durağan gelirler uzun süre etkisini korumuştur. Bu etki aslında günümüzde de devam etmektedir. Sadece Ronald Reagan döneminde ABD ekonomisi finansallaşma yoluyla orta sınıfların durağan gelirlerini kredilerle telafi etme yoluna gidebilmiştir. Böylece ABD ve İngiltere başta olmak üzere önemli Batı ülkelerinin orta sınıfları tüketimlerini giderek artan borçlanmayla finanse edebilmiştir. Orta sınıfların tüketim alışkanlıklarının uluslararası finans kapitalin sınırsız kâr hırsıyla birleşmesi ise tüm dünya ekonomisini 2008 yılında tarihin en büyük krizi le yüz yüze getirmiştir.
Toplumların tarihini açıklamak için sadece iktisat kuramları yetmez. İktisat bu tarihin önemli bir parçasıdır ancak tamamı değildir. 1945-1975 yılları arasındaki refah dönemi Batı dünyasının bireyleri açısından birleştirici bir dönemdir. Bu birleştiriciliğin temelinde ise sürdürülebilir bir tüketime ve gelire duyulan inanç yatmaktadır. Batı dünyasında tüketim ve gelir artışının sürdürülebilir olmadığının 1975 yılından itibaren anlaşılması ise ilerleyen dönemde toplumsal tutkalın çözülmesine neden olmuştur. Çözülen bu tutkal nedeniyle Batılı bireyler daha bencil ve daha ben merkezli oldukları bir dönüşüme uğrayarak toplumsal projelere ve ütopyalara olan ilgilerini kaybetmiştir. Bireycilik ilerleyen on yıllarda o denli ileri gitmiştir ki Batının çok öğündüğü çekirdek aile kurumu da toplumsal etkisini yitirmiştir. Bu zor dönemler aynı zamanda Batılı insanın varlık bütünlüğünü de sorguladığı, daha da önemlisi varlığını paylaşmaktan, hatta onu açık etmekten korktuğu yıllardır. Bu çelişkileri ilk fark eden Alman asıllı filozof Hannah Arendt’tır. Arendt, modern insanın, ekonomik nedenlerle olsun olmasın, giderek içine kapandığını fark etmiştir. Arendt bu nedenle siyaset bilimindeki klasik özel-kamu alanı ayrımının da modern insanın durumunu açıklamakta yetersiz olduğunu görerek üçüncü bir alanı önermiştir. Bu alan “öznel alandır” (intimate sphere).
Arendt bu alanın varlığını bir yandan modern insanın politik faaliyetlere ilgisi ve inancını kaybederek kamusal alandan çekilmesi diğer yandan da öznel alanını özel alanında bile korumasıyla açıklar. Kısacası modern insan öznelliğini ailesi içinde bile korumakta ve kimseyle paylaşmamaktadır. Çekirdek aile insanların birbirleriyle konuştukları ancak hiçbir şey paylaşmadıkları asosyal bir kuruma dönüşmüştür sonunda. Bir ailede her birey kendi odasında, yani kendi öznel dünyasında, yaşamakta ve yemekte bile bir araya gelmekten kaçınmaktadır. Paradoksal bir şekilde her birey varlık bütünlüğünü sadece yalnız kalarak koruyabileceğine inanmaktadır. Özetle söylemek gerekirse kamusal alanın çöküşü zincirleme bir tepkime ile hem özel alanın hem de aile kurumunun çöküşüne neden olmuştur. Kişisel ilişkiler de “kişisel ilişkiler varmış gibi” davranmak temeline indirgenmiştir. Bireyin tüm içten ve öznel bakışı artık sadece kendisine yöneliktir, diğerlerine olan bakış ise “bakıyormuş gibi” davranmaktan ibarettir. Etraflarını çevreleyen sorunlarla uğraşırken bunların gerçek nedenlerini teşhis edemeyen bireyler Nietzsche’nin o ünlü uyarısını dikkate almadıkları için aslında istedikleri insan olmayı da başaramamıştır: “Canavarlarla dövüşen, kendisi de bir canavara dönüşmemek için uyanık olmalıdır. Uçuruma çok uzun süre bakarsanız uçurum da sizin içinize bakar”
Olağan koşullarda zor zamanların bireyleri ve toplumları bir araya getirmesi beklenir ancak Batı dünyasının deneyimleri bu beklentinin kesin olmadığını göstermiştir. Batının tüm kültürel birikimine karşın sonunda Postmoderniteye ya da Bauman’ın deyişi ile Likit Moderniteye toslaması trajiktir. Toplumsal birleşme ise tam tersine Doğuda hala yerini korumaktadır. Günümüze dek Batının emperyal projelerinden yakasını kurtaramamış Doğu insanları hala birbirlerine kenetlenmiş görünmektedir. İşin özü zor zamanlarda insanın varlığını, bütünlüğünü yitirmemesi ve Nietzsche’nin uyardığı gibi canavara dönüşmemesinde yatmaktadır. Artık bir şaire, Paul Éluard’a (1895-1952) kulak vermenin zamanı. Éluard tüm Alman işgali boyunca Fransız direniş hareketinde görev almış, hem de hiç üşenmeden heybetli kütüphanesini de birlikte taşıyarak. O dönemde yaşadığı zor zamanlar bir ara onu hayli bunaltmış olmalı ki “Karartma” adında bir şiir yazıyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisi ile şöyle:
Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık da bastırmış
Sevişmezsin de neylersin