İyiliği kötülüğü, başarısı başarısızlığı, kalitesi kalitesizliği bir yana, ekim ayında gösterime giren filmlerden “Kayseri Aslanı: Çin İşi”nin üzerinde kalem oynatmaya değer ilginç bir noktası var.
Ali Demirel’in yönettiği, oyuncu kadrosunda Ulaş Torun, Algı Eke, Asuman Dabak, Ali Çatalbaş, Ali Erkazan gibi isimlerin yer aldığı filmde Kayserili ünlü bir pastırmacının oğlu, kumarda büyük para kaybedip başı belaya girince, çareyi Çinlilerle iş yapmakta buluyor. Ucuz mal getirip Türkiye’de satmak için Çin’e giden Kolpa Ersin’in evdeki hesabı çarşıya pek uymuyor, başına yeni dertler açılıyor ama filmde şu ya da bu şekilde “yeni umut ülkesi” olarak Çin’in altını bir kez daha çizmiş oluyor.
Türk sinemasının son 50 yılının genel algısı içinde “gurbet”in ve “umut ülkesi” olmanın adresi, başta Almanya olmak üzere, Fransa, Avustralya, ABD gibi ülkelerdi bilindiği gibi. Bu sunum biçimi artık değişiyor. Umudunu, daha düne kadar hakkında hiçbir şey bilmediği Çin’e bağlayan karakterlerin öyküsünü anlatan filmlerin sayısı artıyor.
ÇİNLİ BÜFE
Zeki Ökten’in 2006’da çektiği “Çinliler Geliyor”u anımsayalım… Küçük Anadolu kasabasına büyük bir yatırım için gelen, binlerce dönüm arazi üzerinde fabrika kurup spor alanları ve alışveriş merkezleri kuracakları söylenen Çinli işadamlarının yaşamı nasıl değiştirdiklerini, örneğin “Çinili Büfe”nin adının “Çinli Büfe” diye değiştirilmesinin ardındaki beklentiyi hoş dokunuşlarla anlatıyordu Ökten.
Ya da Ali Özgentürk’ün 2008 yapımı filmi “Yengeç Oyunu”… Yaşadığı dramatik olayların ardından küçük kızıyla birlikte baba ocağına dönen genç bir kadının öyküsünü anlatan filmde, sık sık bahsi geçen ama kendisini hiç görmediğimiz bir yakın akraba da vardır. Onu görmeyiz ama çalışmak için Çin’e gittiğini öğreniriz. Tıpkı bir zamanlar Almanya’ya, Amerika’ya gidip kendisinden zar zor haber alınan gurbetçilerimiz gibi o da pek aramamaktadır ailesini. “Acaba o niye Batı’ya değil de Doğu’ya gitmiştir bir umudun peşine takılarak” diye merak ederiz ister istemez.
Sinemamızdaki Çin ve Çinli sunumlarının yavaş yavaş değiştiği, Yeşilçam’ın tarihi macera filmlerindeki Türk prenseslerini kaçıran hain Çinlilerin yerini daha gerçek karakterlere bıraktığı-bırakacağı söylenebilir rahatlıkla. En azından artık “Çin İşi” deyince aklımıza ilk elde Melek Görgün-Ali Poyrazoğlu ikilisinin ucuz seks komedisi “Çin İşi Japon İşi” gelmeyecek.
ANTALYA DUYULMADI BİLE
Kanada Film Günleri, Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali, Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali, Ekolojik Filmler Festivali… Daha da sayabilirim…
Bunların tümü içinde bulunduğumuz ay içinde düzenlenen, bazıları 20 yıllık, bazıları beş-altı yıllık süreklilik taşıyan film festivalleri. Haberiniz oldu mu? Hangi filmler gösteriliyor, konuklar kimler, paneller söyleşiler yapılıyor mu, merak ediyor musunuz?
Aslında, eğer gündemi iyi takip eden sıkı bir sinemasever ya da kültür-sanat gazetecisi değilseniz, çoğundan haberdar olmamış, duymamış olmanız normal sayılabilir.
Peki aynı şey, tam 54 yılı geride bırakan Antalya (Altın Portakal) Film Festivali için de normal kabul edilebilir mi?
Ulusal yarışmayı devre dışı bırakarak öylesine gündemden düştü ve öylesine bir boykotla karşılaştı ki bu festival, ister inanın ister inanmayın, 21 Ekim’de başlamış olduğunu bile internetten araştırarak öğrendim.
Hem festivali boykot kararını güya destekleyen hem de “akçeli işler” için Antalya’ya gitmekten vazgeçemeyen “muhalif sinemacılar” da sosyal medyada falan paylaşım yapmaktan çekindiği için olsa gerek, Menderes Türel’in festivaliyle ilgili haber de merak da yok sinema kamuoyumuzda.