OECD , dünya ekonomisinin her yıl yüzde üç ortalama büyüme ile 2050 yılında bugüne göre 4 kat daha büyük olacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Kişi başına düşen gayri safi milli hasıla bakımından büyüme oranları en fazla Asya ve Afrika ülkelerinde olacaktır. OECD üyesi olmayan ülkeler, OECD üyesi olan ülkelerden daha fazla büyüyecek ve Çin gibi gelişmekte olan ülkeler, 21. yüzyılın ekonomik güç merkezleri olacaktır.
Önümüzdeki on yıl içinde Çin’in, ABD ve Almanya’yı, 2050 yılında ise , Hindistan’ın ABD ve AB ekonomilerini geçeceği böylece Çin ve Hindistan’ın ekonomide birinci ve ikinci sıraya yerleşeceği tahmin edilmektedir. Bu kapsamda küresel ekonominin ağırlık merkezi doğu ve güneye kaymaya başlamıştır. Ekonomik büyümedeki bu coğrafi kaymanın önemli sonuçları olmaktadır. Çin ve Hindistan G-20 dışında olduğu halde büyümeye devam edecek , öte yandan Malezya, Vietnam ve Nijerya büyümenin sıra dışı motorları olacaktır. Gelişmiş ekonomilerde yıllık büyümenin yüzde iki üstüne çıkmadığı bir dönemde , büyümek isteyen şirketler Çin, Hindistan ve Endonezya gibi yükselen piyasalara yönelme ihtiyacı hissedecektir.
AB, Avrupa’nın kalkınma ve büyümesine olumlu katkıda bulunmuştur. Ancak, Avrupa ulusal borç ve mali krizin etkilerinden çıkmaya çalışan bir kavşakta durmaktadır. Yaşanan krizlerin AB bütünleşmesini çözmesi beklenmemektedir. Ancak bu krizler AB’yi çok sert testlere tabi tutmaktadır.
Mali krizlerin bir sonucu olarak, bazı Avrupa ülkeleri büyümenin temel belirleyicileri olan eğitim, araştırma, sağlık ve fiziksel altyapıya daha az yatırım yapmaktadır. İngiltere, Hollanda, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde kemer sıkma politikaları göçmenlere yönelik protestoları artırmıştır. Öte yandan 2014 Avrupa Parlamentosu seçimleri ana akımların dışında yer alan AB karşıtı partilerin şimdiye kadar en fazla oy aldığı seçim olmuştur.
Diğer taraftan yaşlanan nüfusu ve değişen işgücü yapısı ile birlikte, Avrupa demografisi olumlu bir görünüm vermemektedir. 1980 yılında Fransa’da 65 yaş ve üstü nüfus, toplam nüfusun yüzde 14 (7.5 milyon)’ünü oluştururken, 2030 yılında bu oranın iki katına çıkacağı (15 milyon) öngörülmektedir. Mutlak verilere göre 2011-2030 arasında AB içinde çalışan insan nüfusu 12.5 milyon azalacaktır. Bu durum ileride ekonomik büyüme üzerinde baskı oluşturacaktır.
Avrupa’nın önünde üç muhtemel yol görünmektedir. Bunlar :
-
mevcut durumu idare etmek ,
-
çok vitesli bir yola girmek,
-
Federal Avrupa’ya doğru yol almaktır.
Mevcut durumu idare etme senaryosunda, ya başarısızlık ya da Avro bölgesinin yapısal reformlar yapması beklenmektedir. Bu senaryoya göre 2010-2030 yılları arasında Avrupa’da yıllık büyüme oranı %0.8 olacaktır. Çok vitesli Avrupa senaryosuna göre; bazı ülkeler gerekli reformları yapar ve ortak pazardan fayda sağlarken diğerleri geri kalacak ve borç yapılandırması zorunlu olacaktır. Bu senaryoya göre 2010-2030 yılları arasında yıllık büyüme oranı %2’nin üzerinde olacaktır. Federal Avrupa senaryosuna göre ise, hükümetlerin Brüksel’e daha fazla yetki devretmesi gerekecektir. Muhtemel olmayan bu senaryoya göre, yıllık büyüme oranı 2010-2030 yılları arasında %2 civarında olacaktır. En iyi durum senaryoları dahi, Avrupa’nın , Çin ve Hindistan gibi yükselen piyasalar için öngörülen büyüme oranlarının ancak yarısı kadar büyüyebileceğini göstermektedir. Bu durumda, yatırım yapmak isteyen şirketler Avrupa’yı kritik bir piyasa olarak değerlendirebilecek ve muhtemelen Polonya gibi yıllık %3 oranında büyüme gösteren ülkelere yönelebilecektir.
Dünya ekonomisinin 2050 yılına kadar bugüne göre dört kat daha büyük olacağı ve OECD üyesi olmayan ülkelerin, OECD üyesi olan ülkelerden daha hızlı büyüyeceği ; Japonya, Güney Kore, Hindistan, Endonezya, Tayland ve Malezya’nın söz konusu büyümenin başlıca lokomotif ülkeleri olacağı belirtilen raporda, bu yedi ekonominin 2050 yılında küresel gayri safi milli hasılanın %45’ini oluşturacağı ve dolayısıyla 21. yüzyılın ekonomik büyüme açısından “Asya Yüzyılı” olacağı ileri sürülmektedir.
Önümüzdeki yıllarda küresel ekonomik güç dengesinin batıdan doğuya kaydığı süreçte gelişmiş ekonomilerin nüfuslarının yaşlanması sebebiyle de önemli demografik sorunlarla karşılaşılacaktır. Gelişmekte olan ekonomilerin ise demografik fırsat penceresinden faydalanarak büyümeye devam edeceği , bu durumun gelecekteki yatırım kararları ve iş ortamı üzerinde önemli sonuçları olacağı yüksek olasılıktır. Bu nedenle büyümek isteyen şirketlerin düşük büyüme oranlarına sahip Batı ülkeleri yerine , Asya ülkelerine yönelebileceğini söyleyebiliriz.
Bu kapsamda hızlı büyüyen ve zenginleşen ülkelerde ortaya çıkacak yeni orta sınıf tüketicinin gelirlerindeki büyümenin , bir yanda şehirleşme oranını artırarak şehre özgü ekonomilerin gelişmesini sağlayacağı, diğer yandan gelişmiş ülkelerde artan yaşlı nüfusun dünya harcama bileşimini etkileyerek sağlık, turizm, eğlence vb. sektörlerin büyümesini tetikleyeceği beklenebilir.
Öte yandan , nanoteknoloji, biyoteknoloji ve üç boyutlu yazıcılar gibi teknolojik yeniliklerin küresel ekonomiyi birçok açıdan dönüştüreceği , içinde bulunduğumuz dijital çağda yeni çıkan teknolojilere yatırım yapan ve kullanan ülkeler ve şirketlerin gelişebileceği, büyüyebileceği öngörülebilir. Bu kapsamda ülkeler açısından , gelecekteki üretimin yapısı için nasıl bir altyapı ve eğitime yatırım yapılması gerektiği hususu aciliyet kazanmış durumdadır.
Teknolojik ilerlemenin insanların bilgi sınırlarının ötesine geçtiği bir ortamda insanlık ve vatandaşlık haklarının korunması da önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Aydınlık bir ay dileği ile…