Film yapmak uzaya astronot göndermek gibidir der Fellini. Sanatın önemli bir dalı olan sinema, içinde bulunduğu dönemin koşullarına uyum sağlayabilen ve zorlukların üstesinden gelebilen bir yapıya da sahip olmuştur. Fellini yaptığı benzetme ile aslında bunu yinelemiştir.
Sinema diğer sanatlar ve kitle iletişim araçları gibi, toplumsal yapının bir ürünüdür; toplumsal yapıya bağlı olarak gelişir ve değişir. Genel olarak bir üst yapı ürünü olarak sanatsal yaratılar, hem toplumun ekonomik alt yapısından hem de üst yapıyı oluşturan bilişsel dizgenin farklı öğelerinden etkilenir. Ancak sanat yaratılan da toplumsal işlevleri nedeniyle hem üst yapıyı hem de bir oranda alt yapıyı etkiler.
Sinema çok boyutlu bir sanat alanıdır. Görsel işitsel yönleri mevcuttur. Sinema moda, sinema müzik gibi etkileşim boyutlarından bahsetmek mümkündür. Bu anlamda bir filmi izleyen kişi tüm bu alanlara ilişkin öğeler görebilmektedir. Ayrıca, sinema içinde geliştiği toplumu ilgilendiren ve dönemin başlıca siyasal, ekonomik ve ideolojik kuvvetlerinin şekil vermiş olduğu meselelerin anlık bir portresi olarak nitelendirilebilir. Bu anlamda birer popüler kültür ürünü olarak toplumun bir dönemdeki beğenilerinin de göstergesidirler. Sinema, geçmişte meydana gelmiş olaylardan etkilenmiş, günümüzde meydana gelen olaylardan etkilenmekte ve gelecekte de dünyada meydana gelecek olaylardan etkilenecektir.
Sinemanın sahip olduğu görselliğin ve bilinçaltıyla direk iletişime geçebilmenin gücü diğer tüm sanatların üzerindedir. Genel anlamda sinema tarihi incelendiğinde bu etki gücünün dünyanın çok önemli tarihsel süreçlerinde, toplumların kaderini belirleyecek pek çok konu için, insanların yönlendirilmesi amacıyla siyasi güçler tarafından da kullanıldığı görülecektir. Bunun en önemli örneği İkinci Dünya Savaşı sırasında cephe gerisindeki ideolojik savaşın devamı için sinemanın kullanılışıdır. Başta Sovyet ve Alman sinemaları sivil halk kitlelerini savaşa dahil edebilmek amacıyla kendi ideolojini yücelten ve kişileri etki altında bırakabilecek çalışmalar yapmışlardır.
Sinema duyguların dışavurumunu en sağlıklı ve doğal yöntemle yapmanın yöntemidir. Her sanat gibi hayal gücüne dayanır elbette ancak gözlemin ve düşünce dünyasının sinemaya kaynaklığı da yadsınamaz. Bireyin düşünceleri sinemayı etkiliyorsa, toplum hayatı birinci elden sinemayla etkileşim içinde demektir. Bireyin bilim insanı objektifliğine sahip olduğunda bile toplumundan etkilenmemesi mümkün değildir.
Özellikle gelişmekte olan toplumların, mevcut sorunları, düzenlerindeki aksaklıklar sinemanın gücüyle eleştirilir, çözümlenmeye çalışılır. Bir toplumu anlamak için, sinemasına bakmak yeterlidir. Tıpkı bir ayna gibi, bir toplumun bütün yansımalarının beden buluşunu görebiliriz.
TOPLUMSAL BİR YÖNETMEN: YILMAZ GÜNEY
47 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmesine rağmen, filmleri, asi kişiliği ve siyasi görüşleriyle, ardında dopdolu ve unutulmaz bir yaşam öyküsü bıraktı. Kısacası bu dev sinema adamının kendi hayatı da adeta bir sinema filmi gibi geçti…
Yılmaz Güney’i kısaca tanımlamak gerekirse onun yönetmen, sinema oyuncusu, senarist ve öykü yazarı kimliklerini bir arada sayabiliriz. Özellikle “Çirkin Kral” dönemi sonrasında çektiği, yurt içi ve yurt dışında tanınmasını sağlayan Cannes ödüllü “Yol”, “Sürü”, “Umut” gibi filmleriyle zirveye çıkmıştır. Sinema ve yazın hayatının en verimli yıllarını cezaevlerinde geçiren Güney’in sanat yaşamını sayılarla ifade edecek olursak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: 104 filmde başrol oynadı. 24 filmi kendi yönetti. 50 filmin senaryosunu yazdı, 6 filmin senaryosuna yardım etti. Tüm bunları topladığımız zaman Yılmaz Güney’in emeği geçtiği 111 film var. Güney, Türk sinemasına 1958-1983 yılları arasında, yani çeyrek yüzyıl boyunca, katkıda bulundu.
1 Nisan 1937 doğumlu Yılmaz Güney’in asıl adı Yılmaz Pütün. Kendi ifadesine göre “Pütün”; kırılması zor, sert bir meyve çekirdeği demek. Güney, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Siverekli Zaza, annesi ise Vartolu bir Kürt’tü. Dindar bir kadın olan annesi okuma yazma bilmiyordu. Babası ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Yılmaz Güney, 1976’da, kendisi Kayseri Cezaevi’ndeyken ölen babasının mezarını hiç göremedi. Çalışma hayatına dokuz yaşında başladı. İlk işi dana gütmekti. Pamuk işçiliğinden çobanlığa, simitçilikten kuryeliğe kadar birçok işle uğraştı. Liseyi doğduğu kentte okudu. Bu dönemde Doruk adında bir sanat dergisi hazırlıyordu.
Ayrıca yine o yıllarda bisikletiyle sinemadan sinemaya 16 milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya ilk adımını attı. Sanata merakı nedeniyle çeşitli hikâyeler yazıyordu. 1955’te kaleme aldığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle takibata uğradı ve hakkında dava açıldı.1957 senesinde, İktisat Fakültesi’nde okuma hayalleriyle İstanbul’a geldi, fakat üniversiteye devam edemedi. Atıf Yılmaz’la tanışması hayatının dönüm noktası oldu. Onun desteğiyle sinema çalışmalarına başladı.
1959 yılında, Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem senaryosunu yazdı, hem de bu filmlerde rol aldı. Bunun dışında “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’nda da yönetmen yardımcılığı görevini üstlendi. Tüm bunlar olurken 1961 yılında, 1955’ten beri süren takibat ve mahkeme sonuçlandı ve başlangıçta 7.5 yıl ağır hapis ve 2.5 yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Temyiz mahkemesinin kararı bozmasıyla yeniden görülen mahkeme sonucu cezası 1.5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezasına çevrildi. Üniversite eğitimi de işte bu yüzden yarım kaldı. Bundan sonra hayatının nasıl bir yön aldığını Yılmaz Güney şöyle ifade ediyor: “Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğretmenlerimden biri zor’dur.”
1961’in Mayıs ayında başlayan cezaevi macerası 1962 Aralık’ında sona erdi. Sürgün dönemini ise muhafazakârlığıyla ünlü Konya şehrinde geçirdi. 6 ay boyunca Konya dışına çıkması yasaktı. Her akşam polise imza veriyordu.1963 yılında tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çekti. İlk filmi olan -senaryosunu yazdığı ve başrolünde oynadığı- “İkisi de Cesurdu’da bundan sonraki filmlerinin ana malzemesi haline getireceği “kabadayı mitosunun temellerini attı. Filmlerinde ezilen, hor görülen bir “Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldırısını işledi. “Çirkin Kral” lakabını aldığı bu dönemde en önemli çalışması, Lütfü Akad’ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan “Hudutların Kanunu” oldu. “Çirkin Kral” olarak nam saldığı bu yıllarda oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı sayesinde Türk sinemasına yeni bir soluk getirdi.
1968 ile 1970 Nisan arasını askerde geçirdi. Darbe sonrası dönemde, yani Mayıs 1971’de pek çok aydın, sanatçı, yazar gibi o da gözaltına alındı. Bir haftalık gözaltı süresinin ardından resmi olmayan, sözlü bir emirle Nevşehir’e üç aylığına sürgün edildi.
Güney, 1972 yılının 16 Mart’ında “devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı” gerekçesiyle 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına mahkûm edildi. İçeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınladı. Ecevit hükümetinin 1974’teki genel affı sayesinde serbest bırakıldı. Cezaevinden çıktığı yıl “Arkadaş” filmini çekti. Yine aynı yıl Eylül ayında Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı ve 25 Ekim’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı.Bu cinayeti Yılmaz Güney’in gerçekten işleyip işlemediği hâlâ tartışılagelen bir konudur. Görgü tanıklarının olay hakkındaki ifadeleri birbirleriyle çelişiyordu. Güney’in, bu davanın duruşması sırasında verdiği ifadede sarf ettiği şu sözler ise oldukça düşündürücüdür: “İnanıyorum ki hakim Sefa Mutlu’yu benim vurmadığımı sizler de biliyorsunuz. Fakat eliniz mecburdur. Bu koşullarda objektif davranmanız mümkün olmayacaktır. Bu karşılaştığım ilk haksızlık değildir. Son haksızlık da olmayacaktır. Saygılarımla…”
Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde senaryosunu yazdığı “Sürü”, Zeki Ökten tarafından; yurt içi ve yurt dışında büyük ilgi gören “Yol” ise Şerif Gören tarafından filme çekildi. “Yol” filmi daha sonra 1982 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü kazandı. Sanatçı, cezaevindeyken ayrıca Güney adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. 13. sayıdan itibaren ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonucunda dergisi kapatıldı ve hakkında yazdıklarından ötürü 10 ayrı dava açıldı. Suçunun komünizm propagandası yapmak, milli duyguları zayıflatmak, halkı suç işlemeye teşvik etmek, suç sayılan fiilleri övmek ve devletin içte ve dışta itibarını sarsmak olduğu iddia edildi. İstenen ceza toplamı yüz yıl idi.
1981 sonbaharına kadar yaklaşık 12 yılını, ikisi yarı-açık olmak üzere on beş cezaevinde geçirdi. 1981 Ekim’inde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı-açık Cezaevi’ne bir daha dönmeyerek geri kalan yaşamını yurtdışında sürdürdü. Türkiye’den ayrıldıktan sonraki aylarda, hakkında açılan üç dava sonuçlandı ve toplam 20 yıl ağır hapis, 7 yıla yakın da sürgün cezası alması için hüküm verildi.
Fransa’da geçirdiği süre zarfında Cannes’da ödül aldığı “Yol” filminin kurgusunu tekrar yaptı. 1983’te, bir hapishanede yaşananları anlattığı ve Fransız hükümetinin de desteğini alarak senaryosunu yazıp yönettiği “Duvar” (“Le Mur”) filmini çekti.
Cezaevinden firar ettikten sonra “ülkeye dön” çağrılarına uymadığı için 1983’te Türk vatandaşlığından çıkartılan Güney, ölümünden yıllar sonra, 1993 yılında tekrar vatandaşlığa alındı.
1984’te mide kanserinden vefat eden Yılmaz Güney, son yıllarını Paris’te geçirdi. Mezarı da, Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda bulunuyor.