ABD Başkanlık Seçimlerinin İstenmeyen Sürprizi
Kasım ayının başında yapılan ABD Başkanlık seçimlerinin galibi Donald Trump oldu. Anketler ve beklentiler eski Başkan Clinton’un karısı Hillary Clinton’dan yanaydı. Aslında anket ve tahminlerin önemli bir kısmı, belki de hepsi, gerçeği göstermeye çalışmaktan çok bir isteği, temenniyi karşılamaya çalışıyordu. ABD Başkanlığı için, dünya çapında diyebiliriz, uygun görülen aday kesin olarak ve açık arayla Clinton’du. Trump istenmiyordu, beğenilmeyen adamdı. Bu beğenilmezlik ve istenmezliklerin birçok nedeni var. Üzerinde sonra duracağız.
Clinton ise, bir “kadın”, üstelik fiziği düzgün bir “kadın”, hem ABD için hem de ABD dışı dünya kamuoyu için beğenilecek bir resim vermesi yanı sıra, oldukça “uygar”, hafiften sevimli ve modern bir izlenim de yaratmaktaydı. Ve bu ABD ve hatta dünya için bir tabunun kırılması da olacaktı. Gerek Avrupa’da ve Latin Amerika’da gerekse İsrail ve Türkiye’den başlayarak doğuya doğru olan coğrafyada kadın yöneticiler olduysa da (Meir, Gandi, Çiller), bu, ABD için gerçekleşmesi zor, belki de imkânsız olarak düşünülen bir şeydi. (Gerçi bu arada Obama gibi zenci kökenli birinin başkan olması, bir kırılma noktası ve beklenmeyen bir gerçek olarak sanki “değişim”di, ama gene de bir kadın ABD’ye ne kadar “uygun”du ve normaldi, tartışılır.) (1)
Trump, daha görevi devralmasından aylarca önce (üç aya yakın bir süre vardı) ve seçildiği andan başlayarak, ne yapacağı ile ilgili olarak tepkiler oluşmasına yol açtı. Farklı bir şeyler yapacağı (Clinton’dan ve şimdiye kadarki siyasetlerden farklı olarak) nereden biliniyordu ki? Trump’a gösterilen tepkilerin haklılığı veya doğruluğu konusu bir yana, önyargı makinesi çalıştırılmıştı. Neden “önyargı” diyoruz? ABD başkanlarının ABD’nin yerel ve uluslararası arenalarda Amerika’yı belirleme ve siyasal tercihleriyle bir işlevi olmadığı (ABD başkanlarının yalnızca “figür” olduğunu bilmeyenler dışında) ilgili ve bilgili herkes tarafından kabul ediliyor. Bu duruma göre, ABD’de başkanlar, kendilerinin dışında belirlenmiş veya hâkim olan politikaların sözcüleri olurlar, daha doğrusu, yönetimde hâkim olan gücün hizmetine girerler (özelikle 45 sonrasının “Soğuk Savaş”ı başladığından beri). Başkanlar belirli siyaset ve uygulamalara ikna da edilmezler, etkin olan güce göre hareket ederler (bunu yapmadıklarında ortadan kaldırılırlar, örneğin, Kennedy gibi kurşunlanırlar). Bu güç, bazen bir devlet kurumu (CIA, FBI vb.), bazen bir sektör (petrol, silah vb.), bazen bir tekel, bazen de bir “gizli” güçtür. Bu konuda yeterinde zengin bir “literatür” bulunmaktadır.
Dünya Ve Türkiye Siyasal Düzeyinin Serüveni
Şimdi dünya siyaset sahnesinin son elli yıla yakın bir döneminin belirgin bir özelliğinden söz edelim. Bu dönem, neredeyse bütün dünyada siyasal liderler düzeyinin düştüğü bir dönemdir. Şöyle ki, “hanedanların yerini seçimlerle ortaya çıkan ve iktidar olan siyasetçilerin yönettiği devletler çağı” olan 19. yüzyıldan beri, genel anlamda ve çoğunluk olarak yöneticiler, iyi veya kötü, karizmatik veya silik, geçici veya uzun süreli olarak, “devlet adamları”dır. Bu bir rastlantı değildir. Milletleşme sürecinin, kitlelerin siyasete henüz tam olarak kötüye kullanılma şeklinde dahil edilmediği devrimler ve toplumların gelecekleriyle ilgili (doğru ve yanlış bir yolda) iradelerini öne çıkarabildikleri şartların bir sonucudur. Yani, yöneticilerin, siyaset içinden gelmeleri, (sıradan da olsa) devlet adamları niteliği taşımaları, geçmişleriyle bilinmeleri, tanınır ve inandırıcı olmaları, güvenilir izlenimler vermeleri gerekmektedir. Çünkü onları bir kişi veya çok dar olan bir çıkar grubu değil, geniş halk kitleleri belirlemektedir. Büyük Fransız Devriminin siyaset dünyasına armağan ettiği demokrasiye “seçim”in (genel seçimin) eklenmesi olgusu, aradan bir süre geçtikten sonra toplumların ve milletlerin iradelerini yansıtmaktan uzaklaşmıştır ama halkın oyu gene de sanki işlevini sürdürmekte gibidir, en azından herkesin itiraz edemeyeceği bir şekilde öyle gözükmektedir.
Bu süreçte arada bir, yukarıda nitelikleri sıralananlar dışında tek tük yöneticiler çıktıysa da, bazı hokkabazlar ve niteliksiz kişiler Batı ülkelerinde zaman zaman iktidar oldularsa da, sözünü ettiğimiz genel çizgi esasta devam etmiştir. Ne zamana kadar; işte can alıcı soru budur. Diyelim ki, 20. yüzyılın 60’lı yıllarına kadar.
Düşünün, Birinci Dünya Savaşı sonrasında siyaset belirleyici olarak tek bir hanedan kalmamıştır, zira imparatorluklar dönemi bitmiştir, “geniş topraklara sahip devlet”lerin siyasal olarak “modası geçmiştir”, daha doğrusu imparatorlukların ve hükümdarların yaşama şansı kalmamıştır. Bunun sonucunda, beğenilsinler veya beğenilmesinler, ülkelerine olumlu katkılarda bulunsunlar veya bulunmasınlar, başarılı olsunlar veya olamasınlar, Avrupa ve yakın çevresindeki yönetimlerde hep devlet adamları bulunmaktadır. Eskiden kalma kalıntılar (Wilhelm, Vahdettin, Kral Faruk, Faysal gibiler) ise, her geçen gün sayıca azalmaktadır ve giderek tükenmektedir (ya da hanedan devam ediyor gibi görünse de kral ve kraliçeler temsil dışında siyasal bir rol oynamamaktadırlar, örneğin, İngiltere, Hollanda, İsveç vb.). (Mussolini ve Hitler gibi örnekleri dışında tutacak olursak) Bu devlet adamları , mücadeleler içinden çıkabildikleri gibi (örneğin, Atatürk, Churchill, Brandt, Nasır, de Gaulle, Mitterrand vb.), geçmişleri, birikimleri ve vizyonlarıyla bilinen ve tanınan kişiler olarak ağırlıkları bulunan kimselerdir (Adenauer, Fanfani, Eden, McMillan, Kennedy, Strauss, Schmidt, Pompidou vb.).
Evet, durum böyleyken Batıdaki son beş-altı onyılların “devlet adamları”nı da bir sıraya dizelim. Reagan, (baba-oğul) Bushlar, Merkel, Berlusconi, Sarkozy, Blair, Cameron, May. Devlet yönetimine gelmelerinden iki-üç yıl öncesine kadar (hatta bazıları için daha kısa süreler olarak) kimsenin bunların önemli insanlar olarak sözünü etmediğini ve genellikle sürpriz yaptıklarını hatırlayalım. Bundan çok daha önemlisi, toplumda siyaseten bir izleri olmamaları yanı sıra, bazılarının bilinirliklerinin de hiç olumlu çağrışımlara yol açmadığını dikkate alalım. Hatta bazılarının kabul edilemez ölçülerde olumsuz niteliklere sahip olduklarını da. Örneğin, Reagan kimsenin tanımadığı, tanıyanların da hatırlamadığı bir Hollywood aktörüydü, 17. sınıf bir “sinema yıldızı”ydı. Berlusconi, “mafyatik”, “medyatik” ve “skandalöz” özellikleriyle yalnız İtalya kamuoyunda değil, bütün Batı dünyasında “tanınmış” bir önemli “şahsiyet”ti ama uygunsuzluğu tepe noktasındaydı. Örneklerimizin önemli bir kısmı para babasıydı, bunların bazılarının kişisel ya da ailevi servet ve varlıkları şaibeli, tartışmalı ve “normal üstü” ölçülerdeydi. Ancak hepsinin ortak nitelikleri ise entelektüel birikim ve ürünleri bulunmayan kimseler olmalarıdır. Hatta çoğunun kitap okumayan özellikteki (“okuyamayan” da denebilir) kimseler olmaları dikkat çekicidir. (Batı dünyasında kitap okuyan ve devlet adamı olan kuşağın, ABD’de Kennedy, Avrupa’da Mitterrand, Brandt gibilerle sona erdiğini söyleyebiliriz.)
Bize gelelim, Demirel’den başlayarak, Özal, Akbulut, Çiller, Yılmaz, (oğul) İnönü, Erdoğan. (Adı bile hatırlanamayacak kadar silik olanlardan söz etmeye gerek olmadığını herkes düşünecektir, “tasarruf iyidir!”). Demirel gibi kitap okuyanları, İnönü gibi bilimcileri dışında tutacak olursak, “yerli ve milli” listemizin, yukarıdaki niteliksiz Batılılar için söz konusu olan niteliklerle çakışan özelliklere sahip oldukları görülür. Önemli bir kısmı ( sonradan da olsa) varlıklı insanlardır (daha doğrusu konumları sayesinde olmuşlardır ). “Prof.” unvanı olmakla birlikte Çiller’in aydın bir izlenim vermediğinde ve gerçekten de entelektüel bir yanı olmadığında herhalde herkes hemfikirdir. Türk yöneticiler listemizde Demirel’in hayatının son yirmi yılı civarında “devlet adamlığı” niteliğine kavuştuğunu, İnönü’nün aileden tevarüs etmiş olması dolayısıyla devlet adamı olarak davrandığını bilerek ve belirterek, “yerli ve milli” listemizin esasının devlet adamlığından zerrece nasiplenmemiş kişilikler toplamı olduğu tartışma götürmez.
Türkiye’nin özellikle son kırk-elli yılı, dünyanın son on yıllarında görülen düzey kaybı nı ve devlet adamlığı özelliği bulunmayan kişilerce yönetilmesini bugüne kadar Batıdaki gibi aynen yaşamıştır ve bugün de yaşamaktadır, taklit mi söz konusudur (!), yoksa küreselleşme denilen şey aslında bu mudur? Belki her ikisi, belki de bambaşka bir şey, “rastlantı”. Ama küreselleşme, kaçınılamaz bir şekilde bulaşıcıdır, önlenmesi belki de mümkün olmayan bir birörnekleşmedir. Özü ise, düzeysizleşmekte, bayağılaşmakta, sağlıksızlaşmakta, olumsuzlaşmakta eşitlenmedir . Her neyse, sonuçta dünya siyaset sahnesi, paranın ve düzeysizliğin en belirgin örnekleri olan kişilerle dolmuştur. Bu, yalnızca kişiler ve aktörler sorunu olmanın ötesinde siyaset dünyasının da sorunudur. Altında, siyasetin kumandasının görünmeyen eller de olması yatmaktadır. Bu son cümle çok önemlidir ve biraz önce buna birazcık değindik.
Trump Ve Avrupa?
Gelelim Trump’a. Pervasızlık, küstahlık, fanatizm, saldırganlık, yıkıcı vaatler, sorunlu ailevi ve kişisel geçmiş, servetinin kaynağı ile ilgili sorular ve servetinin niteliği ile miktarı, saygısızca ithamcılık, ırkçılığı kışkırtan söylemler, uygar erkek görüntüsü vermemeye çalışan maço davranışlar, istismarcılık, bunların hepsi sevimsiz bulunan görüntü ve izlenimleriyle birleşmiştir. Korkutucudur. İkna eden değil, kaygılandıran simgedir. Çekinilmesi gereken tehlikedir!
Bu konudaki olumsuz izlenimler daha adaylığı kesinleşmeden önce bile dünya kamuoyunda uyanmıştı. Olumsuz değerlendirmelerin varacağı yer, istenmemesine bağlı olarak kazanacağına pek şans verilmemesiydi. Ama olan oldu, adam seçildi ve yeni yılın ocak ayında ABD’nin başkanı olarak “göreve” başlayacak.
ABD’de ve dünyada, dünyanın her tarafında hemen olumsuz, karamsar ve kötümser yorumlar yapıldı.
Burada fark ettiğimiz ve göstermeye çalıştığımız şey, tepkiler ve beğenmezlikler bütünü içerisindeki bir konu. Seçimin, daha doğrusu Trump’ın seçildiğinin belli olmasının hemen arkasından Avrupa’nın ruh hali ve davranışı. Birincisi, hayal kırıklığı. İkincisi, kaygı. Hayal kırıklığı, Clinton’un istenmesinden ve seçimi kazanamamasından kaynaklanıyor. Oysa Avrupalılara göre de Clinton açık ara öndeydi (çünkü önde olmalıydı). Kaygı ise, Avrupa’nın çıkarlarıyla Trump’un olası programının çakışmayacak ve bağdaşmayacak olmasıyla ilgili.
Bunları nereden mi anlıyor ve nasıl biliyoruz? Sonucun belli olmasının ilk gününde Alman basını “kara haber”i yansıtıyor, Alman televizyonları ise “şimdi ne olacak?” havasında. ABD’ye Almanya’dan daha yakın Fransa’ya bakıyoruz, yorumlar, “Trump’un yeni siyaseti”nin savaşı yaklaştırabileceği yolunda. İngiltere bile korkulacak bir durumu ihsas ettiriyor. İtalya da aynı havada. Ama en büyükler yeter, Avrupa’nın tamamını sıralamaya gerek yok. (2)
Trump Dolayısıyla Avrupa Ne Olacak?
Bunlar ilk tepkiler . ABD başkanlık seçiminin sonucunun belli olmasından bugüne kadarki değerlendirmeler aynı şekilde ve aynı yönde devam etti. Halen de değişme olmaksızın aynen sürüyor. Zaman içinde bunlar değişir mi, Trump başkan olduğu gün (yani 20 Ocak’ta), bugüne kadarki söylemlerinden vazgeçer ve aklı başında bir insan gibi konuşur ve davranır mı, Trump’un da kafasına ağır bir şey düşer, davranışlarını aynı şekilde sürdürmez, söylemlerini fiiliyata dökmez ve Avrupa’nın canını daha da fazla sıkmaktan geri durur mu, başka bir insan olur mu, bilemeyiz, ama Avrupalılarda uyandırdığı kaygı ve korku yüzünden ben, her şeyden önce bundan dolayı Trump’u destekliyorum. Umarım Avrupalıların değerlendirmeleri değişmez, kaygıları dağılmaz, korkuları sona ermez. Niye mi böyle düşünüyorum, bunu da açıklayayım.
“Küresel ekonomik müesses nizama (3) tehdit”, sanıldığı ve beklendiği üzere dışarıdan değil, “ABD içinden gel”miştir. (4) Bunun da çok yararlı olan bir tarafı vardır. Avrupa son yıllarda yükselen Asya ile ABD’nin akıl almaz saldırgan politikaları arasında sıkışmış durumda kaldı. Çıkarları Avrasya tarafında. Bağımlılıkları Asya’da. Geleceği Doğu’da. Bunlara göre kendini yeniden konumlandırması ve safını değiştirmesi gerekiyor. Ama Avrupa, ABD ile birliktedir, kaderini ona teslim etmiş gibidir. Ayrıca Atlantik’ten kopuş kolay değil. Böyle bir yer ve saf değiştirmenin içinde, Batı’dan çıkmak, “Batılı olmak”tan uzaklaşmak da var. Bunun da göze alınması gerekiyor. Bu zor ve içinden çıkılması kolay olmayan durumu ABD’nin kendisi Trump aracılığıyla ve onun sayesinde kolaylaştırıyorsa, ABD’nin saldırganlığına karşı olanlar, savaş istemeyenler ve Avrupalılar daha ne ister? (Bu durum, Avrupa Birliği parlamentosunun Türkiye’yi “dondurma” ile ilgili ezici çoğunluk kararının Türkiye’yi Şanghay İş birliği Örgütü’ne ne kadar ittiği ile benzer, hatta aynı şey değil mi? Batı dünyasına, Atlantik Blokuna, saldırgan ABD’ye, emperyalizme karşı Türkiye’deki milli güçlerin ne kadar anlatsa kavratamayacağı gerçeği, bu “dondurma” yapmadı mı? Batıya ve emperyalizme bağımlılıktan kurtulma olanağını Türkiye yönetiminin ve halkının önüne bizzat Avrupalılar koymuş ve bu olasılığı kendileri güçlendirmiş olmadılar mı? Ülkemizdeki Batıcı ve Avrupacı siyasal mihrakların ilk defa bu derece şiddetle Şanghay İş birliği Örgütü karşıtı beyanlarda bulunmaları ve “haklı” bir telaşa düşmeleri, korkuya kapılmaları, bu kararı alan Avrupalılar sayesinde olmadı mı? Milli güçlerimiz “dondurma” kararına minnettardır!)
Yeni Dünya Düzenine karşı olan bu sözünü ettiğimiz gelişme yanı sıra, “Mavi Vatan” köşesinde Amiral Gürdeniz dikkate değer belirlemelerini son derece iyi ve anlaşılır ifadelerle açıklamış, “Trump’ın seçilmesi”nin “Avrupa Atlantik sistemin son 70 yıldır liderliğini yaptığı liberal, kapitalist uluslararası ekonomik sistemin sorgulanmasını tetikledi”ğini ileri sürüyor.(5) Bu belirlemeyi yerinde buluyorsanız bu da çok iyi bir şey değil mi? Böylece, “Trump’ın zaferi”nin “küreselleşmenin inişini hızlandıraca”ğına da sevinmez misiniz? Herkes bilmiyor ama bu vesileyle açıklayalım, küreselleşme denilen şey, ABD’nin küreselleşmesinden başka bir şey değil ki.
Ayrıca Avrupa’nın Avrasya’ya katılması, bu konuda netleşmesi, ABD’ye karşı bir konuma girmesi, dünya barışı açısından da çok önemli. Savaşın mı “barışı” ortadan kaldıracağı, yoksa barışçı güçlerin mi büyük bir savaşı önleyeceğinin denge durumuna geldiği bir dünyada yaşıyoruz. (6) Bunu Avrupa da görmeliydi ve görmelidir. ABD’nin yanındaki ve yedeğindeki Avrupa’nın “barışçı” olması mümkün görülmüyor.
İşte bu durumda Trump, Avrupa’ya yardımcı olacak bir etkene dönüşüyor. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa, Batı uygarlığı dediğimiz şeye oldukça yabancı olan, cehalet kültürü mensubu ve yanlısı, “tüketen ve hedonist bir yaşam tarzından başka bir seçenek” savunmayan, “Yeni Orta Çağ”ın günümüzdeki temsilcisi gibi olan Trump’ı dışlıyorsa, dışlayacaksa, bu sayede ABD ile arasına mesafe koyacaksa, bunların sonucu olarak gerçeğe yaklaşacak ve Avrasya’ya daha sıcak bakacaksa, Trump’ın dünya çapında “yararlı” bir figür olmadığını kim söyleyebilir.
Günümüzün sorunu, gelişmenin ve geleceğin Doğu’da olduğunu, Avrupa’nın çıkışının da Avrasya’da bulunduğunu görmek ve buna göre davranmaktır.
Kaynaklar/Açıklamalar
-
Bu arada Hillary Clinton’un seçim öncesi siyasal mesajları üzerinde durmuyoruz, konuyu dağıtmamak açısından. Ama bu da konu edilseydi ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Clinton’un seçim söylemlerinin ABD’nin en saldırgan ve en gerici çizgisinin karşılığı olduğu da belirtilecekti.
-
Aslında ABD’nin dünya politikasında bir değişiklik olacaksa bu Trump’dan ileri gelmeyecek. Hayat, her gücün yolunu ve stratejisini mecbur kaldığı “seçenek” üzerinden çiziyor. Amerikan emperyalizminin ve Bilderberg gibi merkezlerin de mecburiyetleri vardır.
-
Bu “müesses nizam”ın, elbette herkes anlamıştır, ABD’nin Yeni Dünya Düzeni olduğunun üzerinde durmak herhalde gerekli değil. “Kutup”, tek olmaktan kurtulmuş buunuyor, bunu anlamayan kalmadı artık.
-
Cem Gürdeniz, “Trump, Küreselleşmenin Gerilemesi ve ABD Donanması”, Aydınlık , 14 Kasım 2016, s. 8.
-
Aynı yerde .
-
Bu konuda özgün, önemli ve dikkate değer bir yazı için bkz. Semih Koray, “Artık Devrim Savaşı Önleyebilir”, Aydınlık , 21 Aralık 2015, s. 11.