„Historia magistra vitae est.“
CICERO(1)
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir.
Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat,
insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
MUSTAFA KEMAL (2)
Doğu-Batı İkilemi ve Haçlı Seferleri
„Batı“, mensubiyet (aidiyet) ve kavram olarak Avrupa’da Orta Çağ sonrasının eseridir. Doğu’da böyle bir kavram zaten yoktur. Doğu-Batı ayrımı, ağırlıklı olarak 19. ve 20. yüzyılların düşüncesinin ana eksenidir.
Batılılar ayrımı yaptıklarında Avrupa’nın hep değiştiğinden söz ederler, „dünyanın diğer bölümlerinde ise atalet ve durgunluk vardır“. „Asya atalet, Avrupa ise değişme demektir.“ „Çin’in 500 yılı, Avrupa’nın 50 yılı ile mukayese edilmeyecek bir durgunluk içindedir.(3) Çünkü „kendi uygarlığının yaratıcısı olan Doğu“ya karşılık Batı, „Doğu ile kurmuş olduğu ilişkiler sonucu uygarlık yaşamına katılmıştır“. „Bu nedenle Batı, Doğu ile olan ilişkilerine bağımlı olagelmiştir.“ Doğu ise, Batı’dan bağımsızdır ve „Batı ile olan ilişkilerinde görülen değişikliklerden çok daha az etkilenmekte“, bu sayede „temel yapısını koruyabilmektedir“. Bunun sonucu, „Doğu’nun sürekliliği“dir. „Buna karşılık, [bu belirlemeyle] Doğu’nun durgunluğundan söz edilecektir.“ Batı’nın „sık sık biçim değiştirmesi“, „Batı’nın gelişmeye açık olduğu şeklinde yorumlanması“nın nedeni olmuştur. „Bu bir yerde Doğu’nun kendi temellerine egemen oluşunun, Batı’nın ise bu olanaktan yoksun oluşunun bir sonucudur.“(4)
Doğu dünyası ile Batı’nın arasındaki en önemli fark, Doğu „klasik dünyayı doğuştan hücreleriyle alırken, öbürü kendi azgelişmişliğini kendi bilinci ve cehdi ve kültür değişimi ile sonraki asırlarda“ alacak olmasıdır.(5) „Batı“nın öncülü, yaratıcısı ve ilk coğrafyası olan Avrupa için Doğu, bilinmeyen olmakla birlikte bilindiği kadarıyla ulaşılmak istenendi, özenilendi, amaçtı. Çünkü Doğu zenginlikti, varsıllıktı, gelişmişlikti, özetle Doğu, „cennet“ti, cennet oradaydı. Doğu’ya gidilemezse, Doğu’dan öğrenilemezse, Doğu gibi olunamazsa Avrupa yerinde sayacaktı. Doğu’ya gidilecek, Doğu’dan öğrenilecek, Doğu gibi olunacaktı, yoksa Avrupa çıkışsız, çözümsüz, çaresiz ve geleceksizdi.
Uygarlık geleneğinden, birarada yaşama kültüründen yoksun ve sıkışmış, sıkıştırılmış Hıristiyanlık Avrupası, kendine çözüm aramış, çözümü şiddet ve saldırıda bulmuştur. Hıristiyanlık, Avrupa’da, ortaya çıktığı coğrafyasından, kökeninden, toplumlarından, kültüründen, dilinden kopmuş, içinde yeşerdiği Doğu yaşama tarzından uzaklamış, köklü bir değişim geçirmiş, başka bir din olmuştu. Avrupa’nın Pagan toplumlarını şiddet ve baskıyla Hıristiyanlaştırmıştı. Şiddet, kıyım, saldırı, vahşet Avrupa’nın bir özelliğine dönüşmüştü. Doğu’nun uygarlığı ve gelişmişliğini farkettiği, öğrendiği ve Doğu gibi olmak istediğinde de gene bu özelliği öne çıkmıştı. 11. yüzyılda başlayan dünyanın ilk en kapsamlı ve en uzun süreli savaşı Avrupalıların eseridir. Haçlı Seferleriyle Doğu’ya saldırmışlar, dünyanın ilk topyekûn savaşını, ama aynı zamanda dünyanın en büyük ve en kapsamlı saldırı savaşını gerçekleştirmişlerdir. Bu seferler, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur.
Haçlı Seferleri ve „Avrupalıların Küreselleşmesi“
Doğulular bu Haçlı Seferlerinde baskın şeklinde Avrupalıların saldırısına uğradılar. Kendilerine saldırılacağını bilmiyorlardı, hatta gelecek olanları duymuşlar, onları ağırlamaya hazırlanıyorlardı. Onların düşman olduğundan, kendilerini ise düşman gördüklerinden habersizdiler. Haçlı Seferleri insanlık tarihine, hem coğrafi genişlik bakımından, hem katılan kadın ve erkek sayısı bakımından, hem görülmemiş ve daha sonra da görülmeyecek ölçekteki büyüklüğü bakımından, hem de inanılmaz ve kabul edilemez ölçüdeki vahşeti bakımından, benzersiz bir saldırı, haksız savaş ve utanç dönemi örneği hediye etti.
Filistin’e varmak için gidilen yollarda, ilk Hıristiyanlıkla ve kullanılan söylemlerle hiç bir ilgisi olmayan, hatta bunlara tamamen ters olan bu korkunç ve kabul edilemez uygulamalar, kitlesel öldürümler, yağmalar, talanlar, gereksiz kıyımlar, yamyamlıklar, Avrupalı Haçlılara, gidilen yolda kendilerinden önce yol alacak kötü bir ün kazandırmış, bu ürpertici ün Kudüs’e, kendilerinden önce varmıştı. Daha önemlisi, bu kötü ün, yüzyıllar sonraya bile taşınmış ve kurtulamayacakları bir şekilde üzerlerine yapışmıştı.(6)
Ancak savaş Avrupalılar için hazin olmuştur, amaçlara ulaşılamamıştır. Seferlerin sahipleri yenildiler, ama sonunda yenildiklerinin ve kaybettiklerinin bilincindeydiler.
Haçlı Seferleri Avrupalılara sonuçta, Akdeniz’le Doğu kapısı ve yolunun tamamen kapandığını, onlara bu konuda artık bir şanslarının olmadığını göstermişti. Çünkü Avrupalılar püskürtüldüler, hezimete uğradılar, ele geçirmek için geldikleri Asya’da tutunamadılar. Püskürtülmenin ve yenilginin yol açtığı gelişme ise, Akdeniz’de hakimiyet ve etkinlik şanslarının kalmamasıydı. Bu, başka yollar aranması ve Doğu‘ya başka yollardan gidilmek istenmesine yol acacaktı. Bu sayede keşiflerin yapılması ve okyanus yollarının devreye girmesiyle, Akdeniz ve Avrupa devletlerine, krallıklarına dünya tarihinde sömürge imparatorlukları olarak ortaya çıkan küresel imparatorluklar eklenecek, yeni bir dönem ve dönemler başlayacaktı. Bu bakımdan Haçlı Seferleri, tarihte Avrupa’nın ilk „küreselleşme“sinin nedeni, temeli ve itici gücü olmuştur.
Bu küreselleşme, birincisi, „Avrupalıların küreselleşmesi“, ikincisi, „Avrupa Hıristiyanlığının küreselleşmesi“dir. Ancak bu küreselleşme, Akdeniz hariç dünyasal bir küreselleşmeydi.
(Avrupalıların bu küreselleşmesine İslam‘ın elindeki Akdeniz’in katılması ise, 18. yüzyıldan sonra Avrupalıların buhar gücü sayesinde olacaktır. Avrupalılar buhar gücünü, buhar gücünü kullanmayan, kullanamayanlara karşı kullanabildiği için, o günlerde bütün dünyada olduğu gibi, Akdeniz’de de üstün hale gelmişler, giremedikleri, yüzyıllar boyu dışında kaldıkları bu alanda da sonradan hakimiyet kurmuşlardı. Teknolojik üstünlük tarihin seyrini değiştirecek, güç dengelerinin değişimi, ancak o zaman bu üstünlük sayesinde mümkün olabilecekti. Tarihte her zaman olduğu gibi, Yeni Çağda da silahlı olanlar silahsızları, atları olanlar ata binmeyenleri, topları olanlar topu tanımayanları ve kululanmayanları dize getiriyordu.)
Haçlı Seferleri sonrasında Avrupalılar gene de bir bakımdan kazançlı çıkmışlardı, uygarlık ile tanışmışlardı! (Bu karşılaşmada Avrupalılar Doğululardan çok şey öğrendi, Avrupa‘ya barut, pusula, değirmen, yeni silahlar vb. çok şey götürüldü, Avrupa’daki teknik ve teknolojik gelişmelerin çoğu ilk olarak Yakın Doğu’da görülmüş, alınmıştı vb.(7))
Haçlı Seferlerinin Mirası ve Emperyalizm
Haçlı Seferleri, savaş için birliği hedeflemiş, birlik için savaşı önüne koymuştu. Hıristiyanlığın ideolojik baskısı ve kendi merkezleşmesi ile sağladığı bu „kutsal savaş birliği“ ve „saldırı savaşının meşrulaşması“, Avrupa siyasal ve kültürel birliğinden çok Avrupalı cahil ve geri kitlelerin insangücü olarak biraraya getirilmesi şeklindeydi. Avrupa Hıristiyanlığının dinsel bir merkez etrafında bu ortak hareket projesi, yüzyıllar boyu sönmeyen heveslere ve yersiz girişimlere kaynaklık ve öncüllük etti. Dönem dönem de Avrupa’nın siyasal ve ekonomik birliği planlarının esini ve temeli oldu. Bu yüzden Avrupa’nın gelecek projeleri, savaş veya din (ya da „savaş ve din“) temeli üzerinde yükseldi. 20. yüzyılın Avrupa Birliği (AB) projesi de, tarihteki diğer Avrupa „birliği“ projeleri gibi bir „Hıristiyan birliği“ olarak önemli ölçüde Haçlı ruhunun mirasıdır. Ancak bu kez Haçlı birlik, Avrupa’nın siyasal ve ekonomik birliği olmanın ötesinde, kara Avrupasının, Cermen kolunun (Almanya ve Fransa‘nın) bir öncülüğü ve girişimi olarak Avrupa’nın bir dünya gücü ve „çok kutuplu dünya“nın kutuplarından biri olma amacına dönüktür.
AB, bugün „Avrupa Hıristiyanlığı“nın tekçi (tek-dinlilikçi) anlayışları geleneğince „medeniyetler savaşı“nın tarafı olmaya da hazırdır. Buna rağmen Avrupa kendine başka bir yol da aramaktadır.
Eşzamanlı (senkronik, aynı anda var olan) uygarlıkların farklılık göstermelerinin ve eşzamanlı farklı uygarlıkların, çatışmak ve savaşmak için var olduklarını ileri süren „modern“ tez sahiplerini, geçmişteki Haçlı Seferleri, bir yandan onaylarken, diğer yandan önermenin karşıtına da itmektedir. Uygarlıkların farklılıkları, farklı uygarlıklar, aynı zamanda birbirlerini beslemekte, hatta birbirlerini yaratmakta, eşzamanlı olmayan uygarlıklar ise birbirlerinin nedeni ve temeli olmaktadır.
Haçlı Seferleri, bugünkü seferlerdeki gibi olan „din savaşları“nın, aslında din savaşı olmadığını –daha o zamandan– göstermekteydi. Çatışanlar, uygarlıklar ve kültürler değildi, ekonomik çıkarlar için mücadele eden coğrafyalar ve bu coğrafyaların siyasal örgütlenmeleriydi. Seferlerin fikir babaları ve uygulayıcıları bunu zaten biliyorlardı.
Batı, genel anlamda, Doğu’yu her zaman bir karşıtlık anlayışı içinde ele aldı. „Batı’nın elinde bir olanak vardı, yararlanmadı. Yeni ilişkilerle yeni bir denge, yeni bir dünya kurulması işini gerçekleştiremedi. Batı bu olanağı kullanmadı. Batı bu yeni ilişkilerde de kendi üstünlüğü uğruna Doğu-Batı ayrımını korumayı yeğledi.“(8)
Bu Doğu karşıtlığı, genel olarak emperyalizm döneminde, belirgin bir şekilde 20. yüzyıldan sonra, emperyalizmin kullanmak istediği bir araç oldu. „Batı“nın sömürgeciliğine hizmet eden bir „gelenek“ olarak „karşıtlığı“, artık emperyalizm devralmıştı. „Batı“, Batı olduğundan beri, o zaman sonra hep olduğu gibi, kendini üstün görüyordu. Kendini başkalarına karşı üstün görmek, ona karşıt ve hatta düşman olmakla birlikte oluyor, daha doğrusu „üstün olmak“, düşmanlığa yol açıyordu. Doğu karşıtlığı, Doğu’ya karşı olan bütün emperyalist politikaların dayanağı ve nedeni oldu.
Emperyalizm, 19. yüzyılın „Doğu Sorunu“nu 20. yüzyıla, 20. yüzyılda, ilhaklar, işgaller yaparak, „yeni ülkeler“ yaratarak, sınırlarını kendisinin çizdiği devletler üreterek, „yeni sömürgecilik“ ilişkilerini her yerde hakim kılarak taşıdı. Ama bu yaptığının Kurtuluş Savaşları Çağını açacağını bilmiyordu, tabiatı gereği bilemezdi, bilse de yapmaktan vazgeçemezdi. 20. yüzyıl, sömürgecilik döneminin sonunu getiren, sömürgelerin bağımsızlaşmaları demek olan Kurtuluş Savaşları Çağı olacaktı.
Emperyalizm İçin Haçlı Seferleri; Utanç Ve Utanmazlık
Haçlı Seferleriyle Avrupalılar tarihe büyük bir insanlık suçu eklemişlerdi. Ancak insanlık suçu olan bu yaptıklarını doğru saymakta, benimsemekte ve sahiplenmekte bir sakınca ve sorun görmediler. Haçlı Seferleri Hıristiyanlığın „kutsal ittifakları“nın gereği ve ürünü olarak yüzyıllar boyu devam etmişti. Avrupalılar 18. yüzyıla kadar da Haçlı Seferlerine sahip çıktılar, seferleri savundular, hatta seferlerin kutsanmışlığını sürdürdüler. Ancak o dönemden sonra bundan vazgeçildi. Zamanında meşru olduğu genel kabul gördüğü için üzerinde durulmayan, düşünülmeyen, bu yüzden de olumsuzlukları pek bilinmeyen ve hiç anlaşılmayan, ancak zaman geçtikçe görünürleşen, her yönüyle öğrenilen ve böylece gün yüzüne çıkan ve bilinçlere yapışan bu vahşi saldırganlığın Hıristiyan Avrupalılar üstündeki ağırlığı, onları 18. yüzyıldan sonra ezmeye başlamıştı. Çünkü yapılanlar çok kötüydü, çok yanlıştı, ve hatta utanç vericiydi. Ve bu ortaya çıkmıştı, her gün daha fazla bilinir oluyordu. Bu yüzden o günlerden 20. yüzyıla kadar Batılılar Doğu‘ya yüklenme ve saldırılarına „Haçlı Seferi“ demediler, diyemediler!
Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Generali Allenby Kudüs’ü aldığında Haçlı Seferlerinin rövanşını aldıklarını söyledi. Haçlı Seferleri aklanmıştı. Ve bu sefer „Haçlılar“ yenilmemişler, yenmişlerdi. Özlenen zafer, utanmayı yok etmiş, suçtan rahatsız olmamanın ve suçla övünmenin yolunu açmıştı. Birbirine düşman Avrupa tarafları için ortak bir tutumdu.
„Tarih“, 20. yüzyılın sonunda tekrar değişti, değiştirildi, tarih yeni bir değerlendirmeye daha uğradı, Haçlı Seferleri pek de benimsenecek, olumlanacak bir şey değildi! Böyle söylenmesi gerekiyordu! Haçlı Seferlerinin suçu/suçları, ilkönce, 2000 yılında bizzat „Batı Kilisesi“nin merkezi tarafından, Haçlı Seferlerinin sorumlusu ve sahibi olan Katolisizm ve onun Vatikan’daki sözcüsü tarafından kabullenildi, itiraf edildi ve sergilendi. Papa II. Jean Paul, Kutsal Topraklara ziyaretine çıkmadan önce, bu sefer Roma Kilisesinin dine sığınarak işlediği günahları bizzat itiraf etti ve bu günahlar için Hıristiyanlık adına bölge halkından özür niteliğinde olan açıklamalar yaptı.
Bugün durum gene değişmiştir. Haçlı Seferlerine gene kötü gözle bakılmıyor. Haçlı Seferleri emperyalist dünya tarafından benimsenmekte ve savunulmaktadır. Politikalar Haçlı Seferlerinin gene olumlu gözle görülmesini ve olumlu görüldüğünün açıklanmasını gerektiriyor!
Hem „siyasal“ olarak Batı, hem de Hıristiyanlığın Batı’daki merkezi, Haçlı seferlerini, tarihteki en büyük kitlesel saldırı, tarihin en büyük kitlesel vahşeti olmasına rağmen bugün adeta yeniden kutsuyor. Batı ülkelerinin yöneticileri, 21. yüzyılda Haçlı Seferi yapmak gerektiğini ve yapmak istediklerini, yaptıklarının Haçlı Seferi olduğunu söylemekten çekinmiyor. Papalık, Haçlı Seferlerinin canilerini, Türklere ve İslamiyet‘e karşı savaşmış suçluları geçmişte hiç bir zaman „ermiş“ ve „aziz“ yapmamıştı ama bugün onları „ermişlik“ ve „azizlik“ mertebesine yükseltiliyor, onlara bu unvanları veriyor.(9)
Batılıların Haçlı Seferlerinin yenilgi özelliğini ve utanç verici uygulamalarını ortaya çıkarmak istememelerini, Haçlı Seferlerini reddeder tutumlara girmelerini anlamak mümkündür. Ama Batılıların seferleri, bugünkü, sakınmak ve çekinmeksizin yüceltme ve benimseme tutumlarını anlamak ve açıklamak kolay değildir.
Hobsbawm‘ın topyekûn savaşın beyinleri, barbarlığı benimsetecek kadar yıkamayı başardığını belirlemesi(10), utancın yüzyıllar boyunca neden hissedilmediğinin, neden yapılanların suç olarak görülmediğinin ve neden bugün de bu utanca tekrar sahip çıkıldığının ipuçlarını vermekte, bunları adeta açıklamış olmaktadır.
Günümüzde ABD‘nin „Haçlı Seferleri“:
Yeniden Esas Düşman Yapılan İslam
İkinci Dünya Savaşından sonra dünya hakimiyetine soyunan, Orta ve Batı Asya politikalarının ise bugünkü küresel sahibi Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İslam‘a karşı özel politikalara sahiptir. Bunda hem şaşılacak bir şey yoktur, hem de İslamiyet ile ilgili politikalara sahip olması ve böyle politikalar gütmesi onun için kaçınılmazdır. Çünkü dünyanın Amerikalılaştırılması ve ABD hakimiyetine tabi kılınması olan küreselleşmenin önündeki sorunlardan ve hedeflerden biri, ama en önemlilerinden biri, „Batı“ için tarih boyunca hep olduğu gibi, doğal olarak bugün de, gene İslam ülkeleridir, İslamiyet‘tir. Batı’nın içindeki ve „başındaki“ ABD’nin düşmanı, her şeyden önce İslam ülkeleri ve İslam dini olmuştur. Bu „araçlar“la İslam’a düşmanlığın açıkça propagandası yapılmaktadır. Batı kamuoyları İslam’a düşman hale getirilmeye çalışılmaktadır. İslam radikaldir, fanatiktir, geridir, baskıdır, şiddettir, terördür vb.
İslam dünyasındaki ulusal devletler –bütün dünyadaki ulusal devletler gibi– hedeftir, avdır ve ayrıca önem de taşımaktadır. Dünyanın enerji kaynakları için yürütülen Batılı politikalar, hedef ve av olarak önem taşımalarının yanında, İslam ülkelerinin enerji merkezleri yolları ve bizzat enerji depoları olmaları yüzünden de üretilmektedir.
İslam ülkeleri, Türkiye gibi birkaç ülke dışında hepsi, av olmaya uygun gelişmemişlikleri ve gerilikleriyle hedeftirler. Bu yüzden görece gelişmiş, laik ve ileri Türkiye değiştirilmek, gerileştirilmek, İslamlaştırılmak programında birinci sıradadır.
Bunların yanı sıra ve bunların nedeni ve sonucu da olarak İslam, patenti ABD’ye ait olan „Ilımlı İslam“ (Moderate Islam) politikasıyla aynı zamanda küreselleşme ve hakimiyet için kullanılmak istenmiştir, istenmektedir. Çünkü Ilımlı İslam, ABD’nin kullanacağı ve kullandığı Amerikancı olan „İslam“dır.
Batılıların 20. yüzyıldaki en büyük korkuları olan „komünizm“ ve nükleer kıyamet, ABD planlamaları ve politikaları gereğince yerini, İslam‘ın „Cihad“ına, „İslam’ın terörü“ne, toplam olarak „İslam korkusu“na bırakmıştır. Sistemlerin ve coğrafyaların çatışması, „uygarlıkların savaşı“yla yer değiştirmiş, düşman, İslam uygarlığı ve dünyası olmuştur. „Komünizmin çöküşü“ ve „11 Eylül“, Batı‘nın konularını ve „düşmanlarını“ değiştirmiştir! Artık „hayalet“ başkadır, Doğu dünyasının temsilcisi gibi olan İslam „öteki“dir ve „öcü“ yapılmıştır. İslam ülkelerinde demokrasi „olmaması“, İslam dünyasının „gelişmemişliği“, „geriliği“, İslam coğrafyasında kadınların baskı altında olması, çocuk evlilikleri, inanç ve gelenek cinayetleri, İslam’daki „şiddete düşkünlük“, terör örgütlenmeleri vb. Batı’nın ve Batılıların artık en önemli „sorunları“ arasındadır!
Bütün bunların „düzeltilmesi“ gerekir, İslam’a ve Doğu’ya demokrasi, insanlık ve uygarlık götürülmesi gerekmektedir! Bunlar için mücadele edilecektir, hatta savaşılacaktır!
Uluslararası ilişkiler alanında Haçlı Seferleri öne çıkmış, Haçlılık seferberlik gerekçesine dönüşmüş, dinlerarası ve uygarlıklararası farklar her yerde ele alınır, üzerinde durulur olmuştur.
Bunun için „teoriler“ üretilmekte ve „siyasetler“ projelendirilmekte, kıtasal ve denizaşırı girişimlerde bulunulmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bunların uygulanma stratejisidir. Yirminin üstünde İslam ülkesinin yönetimleri değiştirilecek, sınırları yenilecek, ve sonuçta dünyanın repertuvarındaki devletlerin sayısı da artırılacak, „ülkeler“ çoğaltılacaktır.
Bu konuda ABD önde gözükmektedir, ve öndedir. Nedeni, „günümüzde Doğu-Batı ilişkilerinin denetleyicisi“ olmasındandır, „önemli bir birikimin ürünü“, „belli bir kültürün sözcüsü“ olmadığı halde.(11)
BOP, Haçlılıktır.
En başta ABD olarak Batı‘nın bugün, Haçlı Seferlerinin artık hiç bir haklılığı ve doğruluğu olmadığının genel kabul gördüğü ve hiç bir saygınlığının kalmadığı bilindiği ve herkes tarafından düşünüldüğü halde, politikalarının „Haçlı“ girişimi olduğunu belirtebilmesi, Haçlıların kötü ününü marifetmiş gibi söylemlerinde kullanmak istemesi, İslam dünyasına karşı tehdit olarak kullanabilmesi ise, Batılıların bugünkü emperyalist özellikleriyle, aynı Haçlı Seferlerinde olduğu gibi, saldırganlıklarında, kötü niyetliliklerinde yatmaktadır. Ama planlar şimdiye kadar gerçekleşmemiştir, gerçekleşememiştir, gerçekleşememektedir.
Haçlı Seferleri utancının ortadan kalkıyor, Haçlı Seferlerinin tekrar doğru görülüyor olması, sakın „yeni bir topyekûn savaş hazırlığı“nın söylemleriyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor olmasın?
Peki, „Küresel Dünya“da Neler Oluyor?
Bütün bunlarla birlikte dünyada başka gelişmeler de bulunuyor. Batı dünyası zaten birlik içinde değildir ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında „ortak“ bir doğrultuda bir bütünlük oluşturmuştu ve bu cephe „Atlantik Bloku“ olarak somut bir „Batı“yı meydana getirmişti. Ama ABD’nin gerilemesi ve kendine özgü çöküşü, sadırganlığını artırdığı gibi, „ortaklar“ında kaygılar da uyandırdı. Zaten ABD’nin baskısı ve tehdidi altındalardı. Çelişmeleri büyümektedir. 1960’larda dünya ekonomisinin neredeyse yarıya yakını olan ABD ekonomik varlığı, bugün yüzde 20’nin altına düşmüştür. Onunla yan yana olmak onunla birlikte çökmek olacağından Avrupa ABD’den kurtulma arayışındadır.
Bu arada Asya yükselmekte ve birleşmektedir.
Bunun yanı sıra Avrupa, ayrı bir kıta olmayıp, Asya’nın batı ucudur, Asya’nın batısındaki bir yarımadadır. Ve içinde bulunduğumuz tarihsel an, Avrupa’nın bu gerçeği hatırlamaya ve kaderinin Asya’yla birlikte şekillendiğini anlamaya başlamış olduğu zamandır. Avrupa’nın bunu anlamasını kolaylaştıran etkenler, enerji kaynakları bakımından Asya’ya bağımlılığında, ekonomik ilişkiler bakımından Asya’nın dışında kalamayacak olmasında yatıyor.
Ve „Avrasya“ kavramı yalnız bir coğrafya kavramı olmaktan on yıllardır çıkmış bulunuyor. Avrasya artık siyasal ve ekonomik bir gelecek terimidir. Avrupa haliyle bunun içindedir ve Avrasya içinde önünde sonunda yerini alacaktır. Avrupa içinde bunu sağlayacak olan da, Asya’ya en fazla bağımlı olan, Asya’ya en yakın olan ve Avrupa’da en fazla Avrasyalı olan Almanya’dır.
Bu süreçte ABD, BOP kapsamında olarak Suriye’ye terör örgütleri ihraç ederek bir savaş çıkarmıştır. Önceleri Atlantik dünyasını peşine takmış, „koalisyon güçleri“ şeklinde ortak müdahalede bulunmuş, savaşına Avrupa’yı da katmaya çalışmıştı. Ancak Batı artık ABD’nin yanından ayrılmaktadır. Yedi yıldır ABD’nin sürdürdüğü savaş sonuna gelmiştir. Bu dönemde, ABD kaynaklı parçalama ve hakimiyet planları akamete uğramıştır. ABD, her yerde olduğu gibi Batı Asya’da da yenilgiyle karşılaşmıştır. Amerikan emperyalizmi bu savaşını da kaybetmiştir. Bölge birleşmiştir, savaşı yalnız bütünlüğünü korumakta olan Suriye değil, bütün bölge şimdiden kazanmış görünmektedir. Savaşların tarihi göstermektedir ki, savaşta kaybedenin yanında olunmamaktadır. Kimse kaybedenle birlikte kaybetmek istemez. Avrupa bu yüzden de kaderini ABD’den ayırmak gerektiğini görmeye başlamıştır.
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk on yılları, dünyanın yeniden bir şekillenme içinde girdiği dönemdir.
Tarih Bilinci Geçmişe Bağlıdır!
Tarih Bilinci Özgüvenin Kapısını Açar!
Yaşadığımız hayatın tarihsel temellerini, tarihin bugüne getirdiklerini öğrenmeden tarih bilinci ortaya çıkmaz. Tarihi hem aktaracak, hem de tarihten yararlanmayı sağlayacak araçlar gereklidir. Ancak bununla ilgili araçlar yetersizdir.
Avrupa, Hıristiyanlık ve „Batı“ tarihini, kendimizi bilmek bakımından bilmemiz gereklidir. İlişkilendirme, geçmişle bugünün bağlarını ve bağlantılarını kurma, tarihten yararlanmanın ve tarih bilinci edinmenin yoludur. Toplumsal hafıza, milli ortak hafızanın oluşmasıdır. Bunun eksikliği ya da yetmezliği, toplumsal güven zaafının ortaya çıkmasına yol açar.
Toplumsal bilinci biçimlendiren en önemli şey, toplumun etrafında birleştiği değerler bütünü ve geçmiştir. Geçmişin toplumsal bilincinin ortaya çıkarması ise, tarih bilinciyle olur. Tarih bilinci aynı zamanda, kolektif toplumsal bilince dayanır. Kolektif bilinç, değerlerin milli bir nitelik kazanmış olmasıyla ilgilidir. Cumhuriyet Devrimimizle birlikte değerlerimiz milli değerler halini almıştır. Tarih, her toplum için kültürel bir konudur. Bir program tarihle ilgili bilgilenmeyi sağlayabilir, ancak yalnız bilgilenme, tarih bilinci için yeterli olmaz, buna en azından merak ve ilgi de eklenmiş olmalıdır. Çünkü merak, bilgilenme ötesinde işlevseldir, bu işlevsellik sonuçlar çıkarmaya imkan yaratır ve yol açar. Köksüz ve kültürsüz toplumlarda merak güdüsü zayıf olur. Milli ihtiyaçlar, merakı kamçılar, milli mücadelelerin merak sayesinde toplumsal bilince dönüşmesine yol açar.
Tarih, hikayeler toplamı değil, bilimdir. Tarihçilik her zaman, laik olduğunda bilimsel ve milli, ve her milli olduğunda bilimsel ve laik olmamaktadır. Bununla birlikte laik tarihçilik nesnelliğe, milli tarihçilik özçıkarlara uygun ve yakındır.
Tarihin bilimselliği için zamandizin (kronoloji) önemlidir ve şarttır, zamandizin karşılaştırmayı sağlar, karşılaştırmalı zamandizin bilimselliği kolaylaştırır. Çünkü karşılaştırma kendini bilmeye, kendini tanımaya yardımcı olur. Bu bakımdan geçmişi öğrenir ve tarihle ilgilenirken karşılaştırmanın yararının ihmal edilmemesi gerekir. Örneğin, Haçlı Seferlerinde „Yakın Doğu“ uygarlıktı, Avrupa ise kendi „karanlık“(12) Orta Çağını yaşıyordu, uygar değildi; Türkler ileri ve gelişmiş, Avrupalılar ise gelişmemiş ve geriydi. Örneğin, Birinci Dünya Savaşındaki Çanakkale direnişinde Türkler tarih bilinciyle vatan savunması yapıyorlardı, İtilaf Devletleri ise haksız bir savaşa girişmişlerdi, bunu da nesnel olmayan bilgilenmeyle ve yanlış yürütüyorlardı; Türkler ülkelerini savunuyorlardı, savaşı kazanmak zorundaydılar, avantajlıydılar, saldırganlarsa yenilgiye mahkum. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor ve bağımsızlık savaşı veriliyordu, aynı zamanda kurtuluş hareketleri Asya’yı sarmıştı, Osmanlı topraklarını işgal eden galiplerin ise saldırı savaşını sürdürecek mecalleri yoktu, Türkler planlı, amaçlı, umutlu ve güçlü, Avrupa kaygılı ve kararsızdı; Türkler ve Doğu gene ileri, Batı gene geriydi!(13)
Karşılaştırma imkanı, kendini nesnel bir şekilde görmeyi sağlar. Haçlı Seferlerinde Doğuluları ilk kez gören Avrupalılar, kendilerinin ne kadar geri olduklarını görmüşler, anlamışlardı. Çanakkale savunmasında İngilizler Türkler karşısında ne kadar haksız, Türklere göre son derece üstün silahlanmış olmalarına rağmen ne kadar güçsüz olduklarını görmüşler, yaşamışlardı. Birinci Dünya Savaşı sonundaki Türkiye’yi işgal eden devletler, savaşamayacak, savaşı sürdüremeyecek durumda olduklarını görmüşler, yenilmişlerdi.
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Bunu da devrimci Cumhuriyet, tarih bilinciyle yerine getirecekti. Cumhuriyet’in tarihe verdiği önem, Avrupamerkezli tarih anlayışına seçenek üretme anlayışı, Türk tarihini ortaya çıkarmaya yönelme, tarih biliminin kurumlarını yaratma ve geliştirme, bu tarih bilincinin uygulamalarıdır.
Haçlı Seferlerinin püskürtülmesinin ve emperyalizme karşı yaptığımız Kurtuluş Savaşımızı zaferle sonuçlandırdığımızın bugünkü önemi ortadadır. Bunu bilmemiz bugünkü durumumuzun yol göstericisidir ve canalıcı önemdedir.
Haçlı Seferleri ve Savunma Savaşları
Haçlı Seferlerinin „Avrupa tarihinin bir konusu“ ve „Avrupa Hıristiyanlığının bir savaşı“ olduğu yolunda Türkiye’de yaygın bir kanı vardır. Oysa seferler, nedenleri ayrı bir konudur(14) ama, Avrupalıların bizim coğrafyamıza vahşice, acımasızca ama örgütlü bir saldırısından başka bir şey değildir. „Bizim coğrafyamızda“ kime saldırıldığı ise, bizi göstermektedir. „Biz“, „barbar Türkler“di, „biz“, o „barbar Türkler“dik. „Biz“, „kafir Müslümanlar“dı, „biz“, „o dinsiz ve vahşi Muhammedçiler“, „o kafir Müslümanlar“dık. „Biz“in aidiyeti de Doğululuktu, uygarlıktı, İslamlık’tı, „biz“ Doğululardık, uygarlık sahibi toplumlardık, İslam’dık.
Daha kısaltılmış bir şekilde söylenirse, biz, „barbarlar“, Türkler, Müslümanlar, Doğulular olarak düşmandık ve hedeftik. Saldırıya uğramıştık.
Saldırıya uğrayanlar ne yapar? Ya kendilerini savunurlar ya da her şeylerini kaybederler, yok olurlar. Saldırıya uğrayan Doğu ve İslamlık, Türkler aracılığıyla kendini savundu. Türkler savunma savaşı verdi ve bu savaşı kazandı.
Bu savaş haklı bir savaştı, Haçlı Seferleri ise tam bir „haksız savaş“ örneği.
Haçlı Seferlerinin galip tarafı Doğulularsa, yüksek siyasal örgütlenmeleri gerçekleştirmiş olan uygarlıklar, birliklerini gerçekleştirebilen toplumlardı.
Bugün BOP’un saldırılarının Haçlı Seferleriyle özdeşleştirilmesi, emperyalizmin savaş demek olmasının doğal bir sonucudur ve emperyalizm gene haksız bir savaş yürütmektedir.
Vatan savaşı haklı savaştır. Vatan savunması “meşru müdafaa”dır.
Millet düzeyindeki her toplum için savunulacak bir vatan vardır. Bu “vatan”, milletin olmazsa olmazıdır. Milletin bileşenleri arasından çıkartılamaz, yani vatandan vazgeçilemez. Hiç bir milletin vatan savunmasına ihtiyacı olmadığı düşünülemez. Bu yüzden hiç bir ülkede hiç bir vatandaşın vatan savunmasından muaf olması da sözkonusu olamaz. Vatandaşlar için vatan savunması haklıdır, haktır ama aynı zamanda sorumluluk ve görevdir.
Henüz milletleşmemiş toplumların da kendilerini savunma hakları olduğuna göre, “vatan”a sahip olmayan toplumlar da “vatan savaşı” yaparlar. Bir dış güce karşı bireyler tek olarak, tek başlarına kendilerini ve ülkelerini zaten savunamazlar. Dolayısıyla daha “vatan” ortaya çıkmadan da “vatan savunması” vardı. Saldırı varsa kendini korumak haktır.
Aslında “vatan savunması” her zaman vardı.
Birbirine denk yapıları ve güçleri olan toplumlar ve devletlerin çatışmaları arasında ülkesini savunma savaşı çok verilmiştir. Ayrıca düşmanı püskürterek başarıya ulaşmış övünülür zaferleri içeren tarih sayfaları da az değildir.
Mitolojiden kadim tarihe, eski çağlardan göçler ve büyük imparatorluklar çağına kadar dünyada az “vatan savaşı” verilmemiştir. İnsanlık tarihinin bu özel ve zengin konusu, özet olarak bile geniş çalışmaların konusudur. Bu yüzden biz biraz günümüze doğru yaklaşalım.
“Avrupa’nın Orta Çağı”ndan sonra başlayan “keşifler”in sonucu olan sömürgecilik dönemi dolaysız ilhak ve işgaller dönemiydi. Avrupalılar her gittiklere yere hakim oluyorlar, hep “zafer” kazanıyorlar ve böylece sömürgeler ediniyorlardı. Ancak işgal edenler ve sömürgeleştirilenler arasındaki ilişkide orantısızlık, taraflar arasında güç dengesizliği, saldıranlar-saldırılanlar arasında farklılıklar ve benzemezlikler vardı. Bunlar saldıranların ve sömürgecilerin avantajı, şansı ve üstünlüğüydü. Onlara direnilemiyordu. Nedenler: Birincisi, sömürgecilik ile uluslaşma eşzamanlı değildi. Oysa donanımlı ve güçlü bir dış askeri güce karşı ancak milli düzeyde ve millet olarak mücadele edilebilirdi. Ayrıca dış güçlerin saldırısı karşısında toplumsal ve ulusal korunma duyguları, bilinçleri ve mekanizmaları olmayan halklar, kendilerini savunma ve direniş anlayışına, cesaretine, silahına ve girişimine sahip olamazlardı. Çok kötülük gördükten ve giderilemez zararlara uğradıktan sonra korunma ve direnme sürecine girmeleri ise sonuçsuz olmaya mahkumdu. İkincisi, sömürgeciler hedefindeki “keşfedilen” toprakların ilkel toplumları, çoğunlukla, gelen yabancıların düşman olduğunu bilmiyor, buna karşı hemen önlem almak durumunda olmuyordu. Dahası, sömürgecilerin gözünde “geri”, “donuk” ve “vahşi” olan toplumlar, onların sandıklarının ve yakıştırmaya çalıştıklarının tersine, genellikle barışçıydı. Sömürgeleştirilecek olan halklar için bu “uzaktan gelmiş insanlar”ın savaşçı, zorba ve saldırgan olmaları için bir neden yoktu! Hatta çoğu zaman gelenlere misafir gibi de bakmak istiyorlar, onlara dostça yaklaşıyorlardı. Neden onlara karşı “düşmanlık” yapsınlardı? Üçüncüsü, sömürge yapılan alanlar ve kıtalardaki ülkelerin toplumsal örgütlenme düzeyleri genellikle düşüktü. Hatta acımasızca sömürgeleştirilen toplumlar çoğunlukla devletleşme aşamasına bile gelememişti. Üretim biçimleri saldıranlarınkinin çok gerisindeydi. Örgütlü ve amaçlı saldırgan güçler karşısında çaresizdiler. Dördüncüsü, savaş araçları ilkel ve savaş teknolojileri düzeyi olağanüstü düşüktü. Bu durumdaki toplumların, çeşitli araçlar, hatta ateşli silahlar kullanan saldırganlar karşısında hiç şansı bulunmuyordu. Düzey ve donanım da önemliydi, hatta belirleyiciydi.
Bu sıralananlar, sömürgecilik dönemine vatan savunmasının eklemlenmesini zorlaştıran, hatta olanaksızlaştıran bir rol oynamıştır. Doğaldır ki, saldırgan, şiddet uygulayan, hırslı, zarar verici ve kötülük yapıcı zorba Avrupalılara karşı direnişler olmuştur, kendilerini korumak için kendiliğinden ve bilinçsizce ortaya çıkan karşıtlıklardan ve düşmanlıklardan sömürgeciler çok zarar da görmüşlerdir, ancak milli bilinç olmaksızın vatan savaşı yazınına (literatürüne) dahil olacak bir tarih ortaya çıkamazdı, çıkamamıştır. Gene de birçok toplumun geçmişinde tahripkar saldırgan sömürgeci dış güçlere direnişin kahramanlık öyküleri bulunmaktadır.
Emperyalizm dönemi vatan savunmaları, milletleşme sürecini kimi zaman yaratan, kimi zaman da hızlandıran roller oynamıştır. Emperyalizm ile milletleşme arasında doğru orantı ve eşzaman olmasının bir nedeni budur. Emperyalizm ayrıca milletleşme sürecini provoke eden ve “ilerleten” bir rol oynamıştır. Bu yüzden vatan savunması yazını, ağırlıklı olarak 20. yüzyıl ve sonrasının tarihidir.
Tarihin Yol Göstermesi? Tarih Ne Zaman Yol Gösterir?
Tarih yol göstermektedir. Emperyalizme ve saldırmak isteyene olduğu gibi bize de yol göstermektedir. Ancak saldırganlar tarihten derslerini yanlış çıkarıyor. Haçlı Seferlerindeki saldırganlık bugün onlara „yol göstermektedir“, benzerini yapmayı tasarlıyorlar, ama saldırının yenilgiye uğradığını, bölgeden hezimete uğrayarak çekildiklerini unutuyorlar. Tarihten ders almamaktadırlar.
Çünkü Haçlı Seferlerinin yenilgisi hem kapsamlıdır, hem de Hıristiyanlık ve Avrupa’nın kesin bir başarısızlığı ve yenilgisidir.
Tarih, evet, yol göstericidir, ama dersin tamamına kapalı olmamak şartıyla, dersi tam not alacak kadar öğrenmek şartıyla!
Tarihi ayıklayarak okumak ve yazmak, tarihi bilim yapma yöntemi olduğu kadar, tarihi konjonktürel ve insanlık dışı çıkarlara uygun hale getirmenin de yoludur. Batı tarihyazımı (historiografisi), sınırlı bir şekilde birincisini (tarihi bilimsel ve doğru hale getirmeyi) yaparken, geniş ve çekinmesizce ikincisini (çıkarlara uygun hale getirmeyi) geliştirmiştir. Bu, Batı’ya özgü, özel ve öznel bir tarihyazımı ortaya çıkarmış olduğu gibi, bu tarihyazımının Avrupamerkezci, Avrupa için olmasına da yol açmıştır.
İnsanlık düşünce, kültür ve bilim tarihinde tarihyazımı, pozitif bilimlerdeki gibi bir özellik ve gelişme göstermez. Her yere aynı şekilde yayılmaz, her yerde aynı şekilde ortaya çıkmaz. Bileşik kaplar yasasına uymaz. Tarihyazımı, özellikleri, benzerlikleri ve benzemezlikleriyle belirli kültür odaklarından kaynaklanan ve gelişen bir daldır.
„Batı uygarlığı“, bugün kendi maddi temellerinden ve yüksek siyasal-kültürel düzeyinden uzaklaşmış durumdadır. Emperyalizm ve küreselleşme döneminin yarattığı kültürsüzleşme, Batı’nın Haçlı Seferlerini gerçeklerle bağdaşmayan bir şekilde yorumlamasına, ele almasına ve kullanmaya çalışmasına neden olmuştur. Batı, Haçlı Seferlerinin esas olarak yenilgi ve başarısızlık olduğunu gözden kaçırmamak ve unutmamak yeteneğini yitirmiş olmalıdır.
Zaten geçmişsiz ve kültürsüz olan Amerika ise, işe yaracağı düşüncesiyle, „Batı ve Hıristiyanlık tarihinden örnek aldığını göstermek“ için Haçlı Seferlerine sahip çıkarken, ondan „ders aldığını“ da varsaymaktadır. Tarihsel dönemleri, olumsuzlukları ve sonuçları da içinde olmak üzere değerlendirme özelliğinden yoksun olduğu o kadar ortadadır ki, Haçlı Seferlerinin yenilgi ve utanılacak bir miras olduğunu bile öğrenemiştir ve bunun farkında değildir. Sonuçta ABD, Haçlı Seferlerinden herhangi bir ders almamıştır!
ABD’nin ve genel olarak Batı’nın bugün Haçlı Seferlerini örnek almaya yönelme tutumu, sözkonusu tarihin özünü kavramamak, tarihten ders almamış olmak ve tarihi tersyüz ederek istismar etmektir! İçinde gerçeğin yattığı tarih ve bilimsellik, siyasetlere kurban edilmektedir, edilmiştir!
Tarihin Batı tarafından ele geçirilmişliğine karşı çıkış ve direniş, gerek Batı’da, gerekse Doğu’da son yüzyılların olgularındandır. Batılı dürüst aydınlar ve bilimcilerin açtığı yol, Doğulu aydınların, bilimcilerin ve siyasetçilerin de sürece katılmasıyla Batılı ve Batıcı „tarih“ sorgulanır olmuştur. 20. yüzyıldaki antiemperyalist Cumhuriyetimizin kuruluşunun Avrupamerkezli tarihyazımının dışına çıkmaya yönelmesi ise, bugünler bakımından canalıcı önemdedir. O gün olduğu gibi bugün de „geldikleri gibi gidecekler“dir! Ama Cumhuriyet, bunu, tarihe önem verme ve tarihi bilim yapma yönelimi ve girişimleriyle bugün ihtiyacımız olan çözüme yürümemizi sağlıyor. Ayrıca Cumhuriyet, bağımsızlık anlayışı ve tarihe dayanarak çözüm üretmekle, yalnız bizlere, Türklere değil, dünyaya da yol göstermiştir.
Eğer Doğu olarak bizler bugün tarihten ders alacak ve tarihin bize armağanı olan zafer ve başarılarımızı örnek alarak değerlendireceksek, yine ve yeni bir Haçlı Seferi ve Haçlı saldırısı olduğu için Doğu’nun savunma savaşı vermesi gereğinin ortaya çıktığını görmemiz gerekir. Bu saldırı savaşında, tarihte olduğu gibi, hedef de, kendini savunma zorunda olan da en başta Türklerdir, Türkiye’dir (15).
ABD’nin bugünkü Haçlı Seferi kapsamında hedefte olduğu için Türkiye ve parçalanması için saldırıya uğrayan Suriye, savunma savaşı vermekte, kendilerini korumaya çalışmaktadır.
Terörün kaynağında ABD bulunuyor. Küresel terördeki emperyalizmi herkesin görmesi zamanı geldi de geçti bile.
Batı’nın ne olduğu düşünüldüğü zaman akla –ne yazıktır ki– her şeyden önce bir uygarlık, gelişmişlik, demokrasi ve belirleyicilik gelmektedir. Devrimler zaten unutulmuştur, Aydınlanma, Reform ve Rönesans ise fazlaca geride kalmış, bilimci tarihçilerin ve gereksiz bir şekilde tarihe merak salmış ayrıksı “saplantılılar”ın işi ve alanı olmuştur! Batı’nın unutmak istediği ve önemsiz gördüğü devrimci, aydınlanmacı, ilerici Batı geçmişi, artık yalnız antiemperyalist düşünür ve siyasetçilerin ilgi alanındadır.
Oysa Batı, bütün çok çok önemli özellikleri dışında neden bizi de –elbette bütün dünyayı da– belirlemektedir diye düşünmeye başlarsak, karşımıza, Batı’nın 20. yüzyıla kadar sömürgeci olduğu, 20. yüzyıldan sonra da emperyalist olduğu çıkacaktır.
Batı’nın belirlemesinden kastımız olan şeyler, ölçülerimiz, ölçütlerimiz, standartlarımız, anlayışlarımız, bakışımız vb. gibi şeylerdir. Henüz tam olarak farkına varılmamıştır ama bu, yüzyıllardır (çok fazla sanılmasın, iki yüzyıldır, en çok üç yüzyıldır) bu böyledir. Tarihin merkezinde Batı vardır, coğrafyanın ortasında Batı vardır, sanatın bütün alanlarında ve aşamalarında Batı vardır, bilimin gelişmesinde Batı vardır, teknolojinin kullanılmasında Batı vardır, refahın amaçlanmasında Batı vardır, yaşama tarzında Batı vardır vb. Uygarlık, Batı’dır ve Batı’dadır. Batı, dünyayı birörnekleştirmeye çalışmaktadır. Oysa dört-beş yüz yıl geriye gittiğimizde Batı yoktu. Bin yıl geriye gittiğimizde Avrupa da yoktu. İki bin yıl geriye gittiğimizde bölgemiz ve dünya, içinde Akdeniz’in de olduğu “Doğu”dan ibaretti!
Dünyayı Artık Atlantik Belirlemeyecek ve Yönetmeyecektir!
ABD, Çöküşüyle Bu Süreci Hızlandırmıştır ve Daha Da Hızlandırmaktadır!
ABD Dışişleri Bakanı Tillerson‘un umutsuzca ve çaresizce yaptığı 15 Şubat Doğu Akdeniz gezisinde başına gelenler onu dayak yemişten beter etmiştir. Ürdün’de istenmediğinin belli edilmesi, kasıtlı bir şekilde bir salonda bekletilmesi gülünç ve acınası durumlara düştüğünü göstermektedir. Aynı gün Türkiye’de azarlanması, ABD’nin artık içinin boşaldığının kanıtıdır (bölgeye ziyaretinin arkasından bir tvitle görevden alınmasını da hatırlayalım!).
ABD’ye artık kafa tutmayan kalmamıştır. BOP eşbaşkanları bile ABD’ye isyan etmektedir.(16)
ABD’nin Fırat Kalkanı Harekatıyla „Koridor“da çıkmaza girmesi, zincirleme bir reaksiyonun başlangıcı olmuştu. Emperyalist planlara bağlı umutlar da sönmüştür.
ABD’nin „kara ordusu“nun, PKK ve onun Suriye’deki kolları PYD ile YPG’nin ABD tarafından desteklenmesi, çok iyi silahlandırılması, donatılması ve eğitilmesine rağmen, önemli bir askeri güç karşısında zaten bir savaşma gücü ve şansı yoktu. Ve bugün girdiği her çatışmayı da kaybediyor. Bu sürece Afrin’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Zeytin Dalı Harekatının başarısı da eklenmiştir.
Bu savaşta bölge ülkeleri ABD’ye karşı birleşmiştir. Doğu dünyası Türkiye’nin arkasındadır. Avrupa, dünya savaşı olmaya aday bu bölge savaşında ABD’nin yanında olmama, ondan uzak durma çabasındadır. Fransa dışında Avrupa bekleyiş stratejisine girmiştir. Hatta bazıları, PKK’dan dolayı duyduğu kaygılar dolayısıyla Türkiye’ye „hak vermektedir“.(17)
Zeytin Dalı Harekatı zaferinin kendine özgü sonuçları var: Türk ordusunun birçok şeyi belirlediği ortaya çıkmış bulunuyor ve bundan sonra da her şeyi belirleyeceği anlaşılıyor. ABD ve İsrail’in Türkiye’nin güney sınırlarında kurmak istediği kukla devlet „2. İsrail“ suya düşmüştür.(18) Türkiye, artık Batı ülkeleri tarafından daha fazla ciddiye alınmak ve Türkiye’ye daha fazla dikkat edilmek zorundadır.(19) „Suriye savaşı“ sona eriyor, savaş bitiyor, oyun da! (Batılı yazar ve siyasetçilerin de „savaş sonrası“na değinmeden, bu kavramı kullanmadan yazmadıkları ve konuşmadıkları gözlerden kaçmamalıdır.) Bölge kazanmakta, ABD kaybetmektedir. Bölge birleşir ve kazanırken kendine güveni artmakta, ABD dışta yalnızlaşmakta, yönetimin içte siyasal sorunları büyümektedir (ABD yönetimindeki beklenmedik görev değişikliklerini böyle okumak gerekir).
„Batı“, sorunludur, açmazlar içindedir. Bir „uygarlık“ ve bir „ittifak“ çökmektedir, Atlantik birliği, birlik olmaktan çıkmıştır. Suriye ve Türkiye’nin savunma savaşı, yalnız bu ülkelerin toprak bütünlüğü için değil, yalnız dünya barışı için değil, aynı zamanda dünyanın ve insanlığın geleceği içindir.
Saldırganlığa karşı yüzyıllar ve binyıllar boyunca yapılan direnişlerin ve zaferlerin bugünlere ulaştırdığı tarih bilinci, insanlığın en büyük kazanımlarından biridir!
Kaynaklar:
1- “Tarih hayatın öğretmenidir” anlamına gelmektedir.
2- 1931; akt. Hasan Cemil Çambel, T.T.K. Belleten, Cilt: 3, sayı 10, 1939, s. 272)
3- Alıntılar, Fransız Akademisi adına konuşma yapan Mousnier, seyyah Chardin ve İngiliz şair Lord Alfred Tennyson’dandır; akt. İlber Ortaylı, “Doğu ve Batı Ayrımları”, Tarihimiz ve Biz, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 155.
4- Baykan Sezer, “Tarihte Doğu-Batı Çatışması Ders Notları / 1996-1997”, Tarihte Doğu-Batı Çatışması, Doğu Kitabevi, İstanbul 2017, s. 85.
5- İlber Ortaylı, Osmanlı Düşünce Dünyası ve Tarihyazımı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2016, s. 33.
6- Jacques G. Ruelland, Kutsal Savaşlar Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 73.
7- Bu konuda geniş bilgi için Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa / Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri) başlıklı çalışmamızdaki “Haçlı Seferlerinin Avrupa ve Avrupalılar İçin Sonuçları” bölümüne bakınız, s. 306-342 (Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul 2016).
8- Baykan Sezer’den akt. Ertan Eğribel – Ufuk Özcan, “Baykan Sezer ve Tarihte Doğu-Batı Çatışması: ‘Türk Sosyolojisinin Dünyaya Söyleyecek Sözü Var’”, Tarihte Doğu Batı Çatışması, s. 27.
9- 20. yüzyıla gelindiğinde Hıristiyan dünyanın 10 binden fazla azizi vardı. II. Jean Paul (Johannes Paulus) adıyla papa olan Karol Wojtyla (1978-2005), hiç bir dönemde olmadığı kadar fazla sayıda insanı „aziz“ yapmıştı. Onun açtığı yoldan aziz sayısı olağanüstü ölçüde artırılırken listelere „Haçlılar“ da eklenmişti. Belki de azizlerin sayısı, Haçlıların eklenebilmesi için artırılıyordu. Sonradan “aziz fazlalılığı”na bu sefer çareler aranacaktı. Hatta onun döneminden sonra „tasfiyeler“ bile yapıldı. Çünkü suçlular, katiller ve kötülük yapanlar “aziz” olmamalıydı.
10- Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1999, s. 400.
11- Sezer, Tarihte Doğu-Batı Çatışması, s. 78.
12- Orta Çağ Karanlığı”ndaki “karanlık”, bizim bir yakıştırmamız ya da “dışarıdan” çıkmış bir söylem değil, Avrupalıların o döneme kendi verdikleri bir tanımlamadır.
13- Lenin’in emperyalizm dönemi için 1913’teki ünlü ve tarihi belirlemesi için bkz. V.I. Lenin, “Geri Avrupa ve İleri Asya”, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant Yayınları, İstanbul 1970, s. 96-98.
14- Bu konuda geniş bilgi için Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları başlıklı çalışmamızdaki “Haçlı Seferlerinin Nedenleri ve Bahaneleri” bölümüne bakınız, s. 256-263.
15- “Türkiye” sözcüğü, 11. yüzyılda başlayan Haçlı Seferlerinde ortaya çıkmıştı (bkz. Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, E Yayınevi, İstanbul 1979, s. 150 ve İslamiyet / Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1990, s. 247-48.) O seferlerin sonucunda Haçlılara karşı zafer kazanılmış, “Türkiye” kurtulmuş, kurtarılmıştı (Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları, s. 303-305).
16- Bu konuda aydınlatıcı bir değerlendirme için bkz. Doğu Perinçek, “BOP Eşbaşkanlarının ABD’ye İsyanı”, Aydınlık, 18 Şubat 2018, s. 8.
17- Almanya’nın bundan önceki Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Tagespiegel gazetesinin 26-27 Mart 2018 tarihli sayısında yayınlanan “Afrin Sonrası Türkiye ve Batı – Afrin, ABD’ye Bir Mesajdır” („Die Türkei und der Westen nach Afrin – Afrin ist eine Botschaft an die USA”).
18- “Suriye Savaşı”nın ABD yanındaki taraflarından biri olan Fransa bile yola gelmektedir! Fransız Le Figaro gazetesinde Afrin zaferinden sonra Adriyen Joulmez’in kaleme aldığı “Suriye Kürdistanı İçin Sonun Başlangıcı Olan Bir Yenilgi: Afrin” başlıklı yazıda, “Kürt Rojavası rüyası”nın bittiği yazılmış. Akt. Ali Rıza Taşdelen, “Le Figaro İtiraf Etti: İkinci İsrail Planı Bozuldu”, Aydınlık, 26 Mart 2018, s. 14.
19- Gabriel aynı yazısında, ABD’yi “gaflet uykusu”ndan uyandırmak ister gibidir. Birincisi, ABD, Türkiye ile olan anlaşmazlığını kontrol edebildiğini ve edebileceğini sanmaktadır, “büyük bir hatadır”; ikincisi, “Türkiye’nin jeostratejik önemini gözden kaçırmaktadır”, bu ise “felaket sonuçlar doğuracaktır”!