Tersine Entelektüellik
Yüksekokullar yöneticilerinin, kökeni ve geçmişi belli olmayan bazı danışmanlarının son dönemlerdeki artışı ile bu okulların hükümet eksenli çapraşıklıklar doğrultusundaki politikaları birleştirildiğinde vahamet dağ boyutuna ulaşmaktadır. Bir vakitler devlet öğretmenlerinin bankamatikten maaşı alacak kadar ‘salla başı’ yapması yadırganırken meşruiyet kazanmış ve artık üniversitedeki öğretim üyelerinin müfredat ezberletmesi tartışılır olmuştur. Bugün üniversite namına açılan okullarda kadro haline getirilen ve diploma üzerinde, uzmanı oldukları iddia edilen alanlarda bir makalesi dahi olmayan kişiler mevcuttur. Üniversitelerdeki yoğun öğrenci kontenjanlarının öğretim üyeleri üzerine ders yükü olarak aktarılması belki bazı kafalarda bu yozlaşmış ve emeksiz yemek peşinde dolanan kadroları anlamlı hale getirmiş gibi görünmektedir, fakat sosyal bilimler fakültelerinin içerisinde henüz yabancı dil yeterliliği olmayan birçok yüksek mevkili kadro mevcuttur. Büyük ölçekte, bu yapının ürünü olan Türkiye’nin yakın gelecekteki sosyal bilimciler kesimi dünyayı okumaktan habersiz ve aciz, konum elde etmek için üstlerine yağ çeker derecede liyakat özürlü hale dönüşmektedir. Bu alışkanlıklar akademi cemiyetinde lisans sürecinden itibaren görülmeye başlamaktadır. Ayrıca, taraflı bakışla nesnel bilimleri aktardıklarını sanan, Türk tarihinin tümünden ve devletten öç almaya çalışan bir sosyolojik bilimler zümresi de bu faslın tuzu biberi olmaktadır.
Yüksek eğitim yerleşkelerinde dünyanın neresinde olursa olsun bilimin gelişmesi için gereken üç mevhum vardır: kurum yapısı, belli bir bilim geleneği ve bilimi üretecek ahlaka haiz kişiler. Üniversiteler bir ülkeyi kalkındıran ve ulusların fezasına şekil biçen yegane ögeler değillerdir ama bu yoğunluğun tepesinde tarihi ve yapısal koşullar itibariyle yer etmektedirler. Herkesin gıpta etiği bir kültür ve toplum üretiminin oluştuğu bölgeler kültür birikiminin ve bilim ahlakının toplum yaşamından hukukuna kadar yükseltilmeye çalışıldığı yerledir. Bireyler kişisel ikilemlerini mevkileri vasıtasıyla diğerlerine dolaylı olarak yıkıcı ve abes bir tenkitle yürütürse kurumlar bilim üretmek amacından çıkar. Günümüz Türk bilim hayatını çürüten en büyük kovuk bu yapılagelen etik dışılığa imkan veren mercilerin konstrüksiyonel disfilantropizmidir.
Bu konuyu kişiler üzerinden, en basitinden talebeler vasıtasına yükleyerek, ilerletecek olursak yetişmekte olan kuşak böbürlenme yetilerinin şişkinliği ve bilinçli cehaletten kibir duyma biçimindeki sorunlarına önce aileleri tarafından verilen eğitimle borçludurlar. Bu durumu refaha bağlı görgüsüzlüğün oluşturmasından çok bilimsel kültüre bağlı alışkanlıklar eksikliği ve insani ilişkilerde çıkara bağlı empati yoksunluğu takip etmektedir. Kısacası Türkiye’de gerçek bir üniversite kurmak, yaygınlaştırmak ve nimetlerinden fayda sağlamak için bir ailenin ahlak eğitiminden, sosyal ortamda bireylerin hukuki ve karşılıklı ilişkilerinin muntazam olarak belli bir Türk aydın görüşe tabi olmasına kadar gelen bir süreçtir. Bu anlamda okul inşasının yanında eğitim kalitesi okula gelen öğrencilerin eğitildiği liselerdedir. İmam hatip adı verilen, yangından mal kaçırırcasına Türk toplumunu, özellikle tutucu alt katmanlarını, dahil etmeye çalışan yeni bir ‘dindar’ anlayış denen bu ideoloji saçmalığı ve devlet liseleri illa bir dini ahlak ölçütü arayacaksa en azından Katolik sistemi cömertliğindeki bir burs alışkanlığına sahip olmalıdır. Özel okula üç bin beş yüz lira yandaş desteği ve devlet burslarında kesinti portresiyle bilim sahibi bir ülke ortaya çıkamayacaktadır.