Yeryüzünün çok köşesi belli bir destek arayan onlarca radikal grupla dolup taşmaya başlamaktadır. Bu grupların birçok çeşidi ve amacı olsa da elde etmeye çalışılan sonuçlar açısından ikilemli ve kinli hesapların yapıldığı çağların en kimlik bozucu olanında bir mecmua okur konumdayız. Aslında tam da bir mecmuaya bakar haldeyiz, çünkü içinde boğulmadığımız dumanın daha az yaktığını oturduğumuz yerlerden sürekli kendimize anımsatmaktayız.
Sudan’da 1969’da bir dizi askeri müdahale ile başlayan siyasal İslam akımının Cafer Numeyri önderliğinde yükselmesi ve ülke bütünlüğünün Hıristiyanlık ve İslam kavgası üzerinden karanlığa gömülmesi iç savaşlarla tecrübe edilmiştir. Sovyet yönetiminden çıktıktan sonraki Tacikistan merkezi yapılanma eksikleriyle boğazlanmaktaydı. Bu eksikliğe bağlı gelişen klan egemenliği savaşlarının destek bulmak adına İslami doğrultulu biçim değiştirmesi ve bu durumu doğrudan izleyen milliyetçi demokrat grupların insanları üzerindeki bağlayıcılığını yitirmesi gözlemlenmiştir. Ülkenin doğusunda yapılanmakta olan dini militer gruplaşma 11 Eylül sonrasında batılı birçok devletin iştahını kabartırcasına dikkatleri çekmektedir.
Bu tipten belli başlı savaşlar aslında kimlik temelinde yükselmeye başlayan ve toplum içinde konumlanma durumlarına kesin ve sorgusuz bir çözüm getirmeyi amaçlayan bir sosyale şekil vermek olduğu kadar, ortaya koyduğu önermelerle de oldukça köktenci yaklaşımların ve bu yaklaşımların fon kaynaklarının da dikkatini sağlamak amaçlarına haizdir. Uygarlık bağlamında aynı kültür kökünü, kuruluş dinamiklerini paylaşan kişilerin toplumsal bütününü kaybedişinin bu eksen üzerinde oldukça kolaylaşmakta olduğu görülmektedir. Hindistan ile Pakistan arasında gelişmiş olan İslamcı ayrılık buhranları örneklemeye en iyi atıftır.
Bu saptırmalı itiş kakış cetveliyle çizilmeye çalışılan medeniyet kavgası haritasında Türkiye’nin maruz kaldığı siyasal köktenci İslam anlayışının temelinde popüler ağızdan kin kustuğu ve her fırsatta (kendi deyimleriyle) laik beyaz müslümanlardan öç almayı hedef tuttuğu her geçen gün biraz daha belirginleşmektedir. Laiklik kavramı temeli bin yılların Türk uygarlık sahasına dayanan, köktenci yaklaşımlara bu denli açık kalınan bir dönemde Türk toplumunu vatandaş olarak bir arada tutan yegane öge biçiminde tekilleşmeye başlamıştır. Türk ulusunun günümüzde diğer kırılgan müslüman toplumların aksine şekilsiz bir din perdesiyle bölünüp çatışmamasının temeli laikliktir. Laikliğin oluşumu ise eğitimin sağlamlığına dayanır. Ne yazık ki eğitim basamağında ise ülkenin dört bir köşesi cemaat köklü yapılara açık bırakılmaktadır. Bu yapılanmaların en amiyane ve güncel olanı Ensar Vakfı olaylarında su yüzüne çıktığı üzeredir. Yönetke, doğrudan doğruya köktenci siyasal İslam gölgesi verilmiş bir takım senaryoların yol göstericiliğinde eğitimin ayrılmaz parçası olan öğrenciler için yapılan yurt, burs biçiminden fırsat eşitliği yaratan yatırımlarını azaltmaktadır. Oluşan bu boşluk öğrencileri ve dolayısıyla toplumu, laik Türk toplumunun kültürel ahlaki çerçevesinden dışlamaktadır; çünkü, bu kapalı ve dolgun fonlara sahip alanlar yoksulları ve fakirleri derinden etkilemektedir. Bu durum ise kimlik oluşturma çabalarının yeni bir aşamasını anlatmakta ve hatta yeni bir kin dolu stratejiyi açığa kavuşturmaktadır. Gerçek manevi hürriyete dayalı müminliği para celbi ile yok etmek, toplumu bu yönde kutuplaştırmak ve bastırılmış birer hormon bombasına dönmüş yeni bir dindar nesil ortaya koymak. Bu çerçeveye dayandırılabilecek birçok başlık olsa da en derin tehdit beyaz ve esas mümin biçimindeki bu ayrıştırma taktiğinin, Suriye’den gelen Arap sığınmacıların cemaat tarafından açan güller senaryosu ve gerçek din kardeşliği adı altında laik Türk toplumuna yol öğreteceği kanısının yerleştiği hissini veren yaklaşımlarıdır.
Günah işleme özgürlüğünün mekruh tahkiyeciliğini durduran sütunların temeli olan laiklik yangın altındadır. Fikri ve vicdanı hür Türk müminlerinin de kanaat getireceği üzere bu memleketin yaratıcılığına gerçek hakaret, var oluş dinamiklerini böylesi şekilsiz meselelerle zayıflatmaktır.