Çalan müzik, baharda ilk karşılaşmalarını hatırlattı ona birden: “İşte Portakal Çiçeği” dedikten sonra erkek bir dalı kopartıp kadına uzatmış, o da ilk kez gördüğü bu çiçeğe merak ve sevgiyle bakmıştı. Yayılan hoş koku avucundan burnuna yayılıyor, oradan da içine doluyordu. Bir şarap bardağını doldurarak özenle yerleştirdi çiçeği ve sonra kahvaltısını yapmak için ayrıldı odasından. Döndüğünde içerisinin ne kadar güzel koktuğunu hissedip irkildi. Yaklaşıp çiçeği incelemeye başladı. İkisi daha tomurcuk, ikisi açmış; dördü ise yapraklarını dökmüştü. Arda kalan minicik soğanın üstünde koyu yeşil küreler gözüne çarptı. İşte bunlar birer portakal olacak diye düşündü; bir dalda sekizi birden. O sırada hediye paketine sarılıp pudriyere bırakılmış şişeyi gördü. “Sevgiyle ve saygıyla” yazan etiket bir şişe portakal şarabına iliştirilmişti.Ertesi gün Akdeniz’den Toroslara tırmanmışlar ve 1600 metrede konaklamışlardı. Erkek kadının, kırmızı ojeli parmaklarını avucunun içine alarak baş parmağıyla bu zarif eli belirsiz, minik kımıltılarla okşamaya başladı. Bu şefkatli dokunuşlarla bir anda bedeni alev aldı ve nefesini tuttu. Demirkazık zirvesinin altındaydılar. Tepelerindeki gümüş tepsiden yayılan ışık, kadının kolyesini aydınlatıyor, ucundaki portakal renkli taş belli oluyordu. Önceki gece erkek, kucağına siyah kadife bir kese bırakmıştı. Büyülenmiş bir şekilde kesenin ağırlığını elinde tartan kadın, sağ eliyle gümüş kolyeyi çıkarmış, erkek ise mehtabın tanıklığında, kuğu gibi boynuna takmıştı onun. İki sene sonra üniversiteli iki dağcı öğrenciye mezar olacak zirveyle aralarındaki dikey uzaklık 2000 metreydi. Kadın, pencereden ay ışığında parlayan Ala Dağların yamaçlarını seyrederken, bir çift geyiğin hızla gözden kaybolduğunu gördü, heyecanla gördüklerini erkeğe aktardı. Duygulanan erkek onun yüzünü avuçları arasına aldı. Kadının yüzündeki gülümseme erkeğe, Gümüşlük Tüf Şehrinin Manastırı’ndaki “Gülen Meryem”i hatırlatmıştı. Nazlı ama ne can alıcı bir gülümsemesi vardı bu güzelin!..
Nisan boyunca telefon iletileri birbirini kovaladı: “Avucumun içindeki Melisa çiçeklerini yastığınıza bırakıyorum, iyi uykular,” diye yazdı ve gönder tuşuna bastı kadın. Sabah uyandığında “Günaydın! Keyfiniz bol olsun. Sevgiler” diyen ileti onu bekliyordu. Şelaleye kadar yürüdü. Kendisi tepeden, birkaç tekne de denizden yaklaşmışlar bu gelin duvağını seyrediyorlardı. Vakit geçirmeden yanıtladı: “Günaydınlar! Düden’deyim, özlemle,” dedi ve listeden onun adını bularak gönder düğmesine bastı. Ekranda “gönderildi” yazısı belirmişti ki onun yerini “Yeni ileti şimdi oku!” yazısı aldı:“Ben de yüreğimi sizinle denize gönderiyorum. Günaydın!” Kadın, bu kez, yanıtını gece yarısı yolladı: “Dalgaların sesini birlikte dinlemeyi, yıldızları beraber saymayı diliyorum”. Ne kadar hoşlanıyorlardı birbirlerinden, bu düzeyli iletişim iyi bir gelecek vaat ediyordu… Arabaya bindikleri ilk andan itibaren erkek sağ omzunu kapıya dayayıp, yarı ona dönerek arabayı süren kadını seyretmeyi sürdürüyor, kadın ise onun iğde çiçekli lacivert gözlerini üzerinde hissediyordu. Erkeğin gözüne kadının boynundaki portakal çiçeği ilişti o an ve çok duygulandı. Bu ne romantizmdi böyle! Kadının aklı karışmaya, dikkati dağılmaya başlamıştı. Yanı başında oturan erkeğe duyduğu özleme daha fazla dayanamadı. “Siz sürer misiniz?” diyerek yolun kenarına park etti. “Derhal!” diyen erkek dışarı çıktı. Kadın indi, oturması için kapıyı tutan erkek, boynuna bir kolye gibi sarılan zarif kollara aynı anda karşılık verdi. Dağlık ve yemyeşil, ıssız arazide kuşlar cıvıldıyordu. Hafifçe uyuştuğunu hissetti kadın. Sımsıkı sarılmışlardı birbirlerine. Erkek onun dudaklarını aradı, kadın yanıtladı. Sonra başını sevgi ve hoşnutlukla onun omzuna gömerek ter ve çam kokusunu birlikte içine çekti. Hayretle erkeğin sol omuzunda, istem dışı dolaşan elin, kendisine ait olduğunu gördü. Toparlanıp zorla koptu ondan ve yerine oturdu. Sürücü koltuğuna geçen erkek arabayı hareket ettirdi. Bir eliyle direksiyonu diğeriyle kadının elini tutuyordu. Kadınsa onun kolundaki kızıl sarı tüyleri seyrediyordu.
O “Bir Mayıs” günü doruktaki çamların altında indiler arabadan. Şiddetli rüzgardan korunmak için yamaçta büyük bir kaya parçasını sığınak olarak seçti kadın. Batıya bakan yosunsuz taşları temizledi, kararmış sivri çam yapraklarıyla örtülmüş toprağın üzerine yağmurluğunu serdi. Yan yana uzanıp gene birbirlerine sarıldılar ve doyasıya koklaştılar. Bluzunun altından erkek kadının sırtını, o ise erkeğin kabarık göğsünü keşfetmekle meşguldü. Sağ bacağı düz ve dengesini koruyorken, erkek kadının bükük olan sol dizini bacaklarının arasına kıstırmıştı. Çamların tepelerini yalayan rüzgarın uğultusunu, bandoneon’un yanık sesi bastırıyordu. Göğüs göğüse dönüyorlardı. Tango’da her adım atmaya değerdi. “Değer vererek sevmek, değer verilerek sevilmek ne güzel” diye fısıldadı kadın erkeğe. O kadının bacakları arasına ani bir çelme attı, olduğu yerde döndürdükten sonra önden ve arkadan iki çelme daha ekledi. Kadın bakışlarını erkeğin boynundan ayırmıyor, yan gözüyle de geniş omuzlarının hareketinden komut alıyordu. Gözlerini yumdu, artık hareketleri erkeğin dokunuşuyla takip edebiliyor; parmak uçları uyuşurken dudakları dudaklarında eriyordu. Şiddetlenen rüzgarın uğultusu daha da artmış, ciğerleri ağaç kokusuyla dolmuştu. Valsten sonra başlayan “milonga”
1 yüzünden nefes nefeseydiler. Ne farkı vardı sevginin tango’dan ve tango’nun aşktan? İşte büyü buydu.
Tanrıça Siren (Deniz Kızı) Antakya Hac Dağı (Habib-i Neccar)
“Çok özledim!” dedi kadın; “Ben de.. Söylemedi mi dalgalar?” dedi erkek telefonda. “Demek onun için yüzmeye doyamadım bugün,” dedi kadın ve ekledi “Bu ne şairane ifade. Tabii söyledi denizkızları Siren’ler” diye bitirdi sözünü. Tanışmaları bir mucizeydi! Otoyol önlerinde dümdüz uzanıyor, dolunay yollarını aydınlatıyordu. Nihayet Kız Kalesi görünmüştü. Bir saat sonra hala el eleydiler. Ay batmaya başlamış ama parlaklığı kaybolmamıştı. Uzun kirpiklerinin arasından kah erkeği, kah mehtabı seyrederken erkeğin avucundan tüm vücuduna yayılan sıcaklığı yudumluyordu. Bedenleri ayrıydı ama ruhları birleşmişti. “Ne kadar güzel anlaşıyoruz,” diye geçirdi içinden kadın, “iyi anlaşıyoruz” diye düşündü erkek. “Aynı şeyleri hissediyor, aynı yorumları yapıyoruz,” diye aklından geçirdi kadın. “Aynı konulardan bahis açıyoruz, altıncı his böyle olmalı” diye aklından geçti erkeğin. “Evet” diye onayladı kadın başıyla ve “dnüşümde bahçem hala iğde kokuyordu” diye düşündü kadın. Haziran sonu olmasına rağmen daha da kuzeylerde, erkeğin kadına sunduğu son iğde çiçeği tutamı hala arabasının önündeydi. Ondan bir ay evvel Toros eteklerindeki iğde ağaçlarının yanında durduklarında; kadın yol ortasındaki genç kaplumbağayı kaldırmak için koşmuş, sağ arka kabuğu bir tekerlek tarafından ezilmiş hayvanı, çaresiz yolun kenarına taşıdıktan sonra, bir tutam iğde çiçeğini kendisine sunan erkeğe yönelmişti. Onun boynuna sarılma isteğini yanlarından geçen bir araba engelleyince yerine oturmuş, evrimini en az 200 milyon yıl evvel tamamlamış kaplumbağayı karıncalara terk etmiş olmanın verdiği hüzne rağmen, avuçlarındaki çiçeklerin sevinciyle erkeğe teşekkür etmişti. Erkek, iğde çiçeği kokan bahçenin sırrını nihayet çözmüştü: “O koku sizden bahçeye sinmiş” dedikten sonra “İğde çiçeği kokan sizsiniz” diye ekledi coşkun. “Kim olduğumu keşfeden yalnız sizsiniz,” dedi kadın sarhoşlukla. “Onur duyarım,” dedi erkek kıvançla. “Coşmak size yakışıyor, daha da coşun ne olur” deyince erkek kadına; “Beni coşturan sizsiniz!” demişti kadın yankıyla. O sırada radyodan bir erkek sesi “Papatya gibisin beyaz ve ince” namesini seslendiriyordu. Kadın, hem erkeğin adımlarını takip ediyor hem de “çözmeliyim bu sırrı diye düşünüyordu. Neydi, vakti geçtiği halde bahçesinin hala iğde kokması? Gözlerine aniden yerdeki gümüşi yeşil-sarı öbekler ilişti. Bir avuç alıp burnuna yaklaştırdı, kurumuşlardı ama hala iğde kokusunu saçıyorlardı. Lavanta çiçekleri gibi, iğde ağacının çiçeklerini küçük torbalara koydu, çamaşırlarının arasına serpiştirdi, sinsin diye tenine. O da bir çiçekti artık.
Yaz sonu Selanik treninden indiğinde saat öğle vaktini gösteriyordu. İskeçeli sürücü Muharrem Peçinik’in taksisi ile Keşan’dan yola çıkarak Batı Trakya Türk köylerini gezmişti. Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen’in 1071’de Alpaslan’a yenilmesinde, saf değiştiren Balkan Türkü Peçenek’lerin büyük rolü geldi aklına. Rayları geçerek istasyon binasından çıktı, liman hemen karşısında duruyordu. Hava nemli ve sıcak, sırt çantası ağırdı. Akşam altıda İstanköy’e
2 hareket edecek Anthi Marina adlı arabalı vapurun, Pire’de hangi rıhtımdan kalktığını bulmalıydı. Miken
3 Deniz Yolları Şubesine girdi. Vapur “E” kapısından kalkacak ve yolcularını hareketten üç saat evvel almaya başlayacaktı. Liman kafeteryasına dönen kadın, tezgaha yaklaştı. Orada mavi boncukların ucuna takılmış haçlar ve Türkiye’de Hz. Fatma’nın eli olarak bilinen aslı Çatalhöyük
4 duvar resimlerinden gelme nazarlıklar, anahtarlık olarak satılıyordu. Gözü buzdolabında çeşitli tatlıların yanında duran tel kadayıflarını derhal seçti. Eliyle garson kıza ne istediğini işaret edince kız hemen “Ekmek Kadayıf” dedi. Ağzı açık kalmıştı. Haydi kadayıf Arapçaydı ama “ekmek” öz be öz Türkçe’ydi ve üstelik başka bir tatlı çeşidine deniyordu.. Nasıl anlatabilirdi bunu Atina’lı kıza ve bir olasılıkla Anadolulu mübadil torununa? Çaresiz boyun eğdi ve masasına geri döndü. Kızın soyadı belki de kendisininki gibi Dedeoğlu veya arkadaşınınki gibi Yolcuoğlu’ydu. Adana’dan gidenlerin kurduğu Kozani kasabasından, belki de Konya’dan gidenlerin yerleştiği Neo Sille’dendi. Bir yabancıya Yunan tatlısı sunmanın verdiği gururla önüne konulan “tel kadayıfını” iştah ve afiyetle yedi. Balkan yarımadası ve Anadolu tek bir bütündü. Türkçe, Rumca, Bulgarca’da, yemek ve meyve adları dahil beş bin ortak kelime vardı. Teslim etmek gerekirdi ki, suyun öbür tarafında tel kadayıfı daha kabarık, şerbetli ve lezzetliydi. Gitme vakti gelip çattığında belediyeye ait liman servisine binerek E kapısına gitti. İlk işi güverteye çıkmak ve bir iki resim çekmek oldu. Sonra iç güverteye geçerek, kendine gece uzanabileceği üç kişilik bir yer ayırdı. Bu adeti yıllarca önce İngiltere ve Fransa arasındaki Manş denizini geçerken edinmişti.Günün yorgunluğunu çıkartmak için uzandı. Bitişiğindeki iki kişilik yere şişmanca bir kız yerleşmiş, karşı sedirde saçları kızıla boyanmış Afrikalı kadın çoktan uykuya dalmış, onun yanındaki sarışın kız ise dört kişilik mindere viyolonsel kutusunu yerleştirip kalan bir kişilik yerde kendisinden geçmişti. Cep telefonunun sesiyle uyandığında saat 19.00’du. Bağlantı pek kötüydü ama kimin aradığını tahmin edebiliyordu. Sonunda erkeğin makamlı sesini seçti ama merhabalaştıktan sonra bağlantı kesildi. Bu kısa konuşma esnasında önünde oturan iki genç dönüp kendisini inceledi. Kadın onların ne konuştuğunu anlayınca onları önce tiplerine bakıp Norveçli sandı. Ama hayır konuştukları Trakya Türkçesiydi. Cebi tekrar çaldı fakat bağlantı yine koptu. Bunun üzerine hemen bir ileti gönderdi erkeğe: “Yarın sabah erkenden İstanköy’deyim.
5 Özledim, keşke beraber olsaydık. Sevgiler”. Yanıt anında geldi: “İyi Yolculuklar! Ben de sizi çok özledim. Sevgiler”.
Pupa Yelken
Kadın hasretle kıvranıyor; günler, aylar birbirini kovalıyordu. Güz gelmiş, nihayet özlem bitmişti. Yine birlikteydiler. Ancak bir şüphe kadının içini kemiriyor, derinden huzursuz ediyordu. Kalıcı mıydı, geçici miydi bilemiyordu. Kendisinden hiçbir kuşkusu yoktu, bu yola baş koymuştu. Yine vedalaştılar ve kadın Rumeli Beylerbeyliğine doğru yola çıktı. Balkan dağları üzerinden alçalan uçak Sofia’ya indiğinde güneşli ama gri bir kış hüküm sürüyordu kentte. Kaldığı daire 3 Mart sokağındaydı ve anlamını da öğrenmekte de gecikmedi. 1878’te Rus Ordularının yardımıyla Osmanlı devletine isyan eden Bulgarların Osmanlılardan ayrıldığı gün ogündü. Fransız ve Rus kışkırtmasıyla akrabalar birbirine kıymıştı. Derhal dışarı çıktı ve gezmeye başladı. O gün kentin pazarıydı ve kulağına Bulgarca kadar Türkçe de çarpıyordu. Meydanın ortasında minaresiz bir camii duruyordu. Ne kadar Süleymaniye’ye benziyordu. Boy boy fotoğrafını çekti ama yanına gidince bir kilise olduğunu fark etti.Asıl adı Kara Camii idi ve 1528’de Mimar Sinan tarafından yapılmış, 1878’de Sedmoçişlenici ismiyle kiliseye çevrilmişti.Birkaç gün sonra ise bir Bulgar arkeolog kulağına müze binasının asıl adının Ulu Camii olduğunu fısıldadı. Turistik mağazalarda kahve fincanları ve cezveler, kilimler, telkari takılar, eski Türk evlerininin tabloları Bulgar el sanatları olarak satılmaktaydı. Karnı hafif acıkmıştı. Açlığını bastırmak için büfenin önündeki sıraya girdi. Bir çikolata almaktı niyeti. Çok uluslu şirketlerden birinin Türkiye’den de markasını tanıdığı bir ürününü gözüne kestirdi. O sırada “Kibritçe” dedi önündeki genç, büfedeki görevliye. Dikkat kesilen kadın, büfenin penceresinden uzanan avucun içindeki kibrit kutusunu görünce gülümsedi. Yanılmamıştı ne istendiğini tahmin ederken. Rumeli Beylerbeyliği sarayı bir etnoğrafya ve sanat müzesi haline getirilmişti. Bu Osmanlı Sarayından olma müzeyi gezerken, gözüne elbiselerin olduğu bir vitrin ilişti. İngilizce olarak yazılan yazının başörtüsü ve önlük anlamına gelen kelimeleri Bulgarca yazılıydı ve duvak anlamında “mendil”, önlük anlamında ise “peştamal” kelimeleri kullanılmıştı. Meydan kocaman bir erkek başı heykeli, İstanbulda eğitim görmüş Başbakan Stefan Stambolov’u canlandırıyordu. 1887’de başlayan görevi 1894 yılında yatağan kuşanmış bir suikastçi tarafından sonlandırılmıştı. Yoluna devam etti. Şimdi 1913’te Atatürk’ün dans ettiği salondaydı. Bulgar rehberi hararetle kendisine bir bulgar devlet adamının o salonda sözlerine “Atatürk’ün dans ettiği salonda konuşmaktan şeref duyarım!” diye başladığını aktarmakla meşguldü. Yurda dönüşte bunları erkeğe fısıl fısıl anlatmış, Sofya’da Türkçe konuşan bir işportacıdan aldığı telkari gümüş tokayı gururla göstererek, bir benzerini 16 yaşındayken büyükbabasının memleketi Sille’de giydiğini aktarmıştı.
Kış gelmiş ve ayrılık uzamıştı. Bu kez yolculuğuna erkeği hiç görmeden çıkmak zorundaydı. Belli ki kendisine ayıracak vakti yoktu, onun ne işinden ne de gücünden. Küskün; Halep’in yolunu tuttu. Bir Osmanlı mahallesini gezerken içinde garip bir hisle sevgilisini göreceğini sanıp, önleri kafesli eski Türk evlerine doğru bakmaya başladı. Yoktu. Bu sefer başını öbür tarafa çevirdi. Eski bir Türk sokağının arasındaki görüntüsüyle karşısında duran Halep Kalesiydi. Ama tam o sırada aldığı ileti de erkek, bayramını içten kutluyordu. Ertesi gün, öğle saatlerinde Şam’a vardılar. Hemen II. Abdülhamit’in adını taşıyan Hamidiye Çarsına gittiler. İçerisi çok kalabalıktı, Arapça ve Türkçe konuşmalar birbirine karışıyordu. Antepten ve Maraştan Fransızlarla birlikte kaçmış bazı Osmanlı Ermenilerinin tüccar torunları da, hevesle yaklaşıp Türkçe sohbet ediyordu.. Hamidiye Çarşısındaki müthiş kalabalığı yardıktan sonra, Haçlılardan 1187’de Kudusü geri alan Kölemen Türkü Selahattin Eyyübi’nin ve bahçesinde gömülü ilk hava şehitleri
6 Üsteğmenler Nuri ile Sadık ve Yüzbaşı Fethi’nin mezarlarını ziyaret ettiler. Derken Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye Camiinin, Türk toprağı kabul edilen bahçesinde, son Osmanlı Sultanı Vahidettin ve hanedan yakınlarının kabirleri vardı. Erkekten akşam saatlerinde gelen yeni bir ileti akşam kendisini bu kez Şam’da kutsuyordu. Bir sonraki gün, II. Abdülhamit’in yaptırdığı Hicaz Demiryolunun
7 metro istasyonu olarak kullanılması düşünülen Osmanlı armalı binanın önünde resim çektirdikten sonra, Mustafa Kemal’in kaldığı sırada, Arapları isyana teşvik eden İngiliz Casusu Lawrence’ın ise bodrumunda saklandığı otelin önünden geçtiler. Mekke ve Medineden sonra üçüncü büyük İslam şehri olarak kabul edilen ve yine eski bir beylerbeylik olan Şam; Halep ve Urfa karakter olarak birbirlerine benzeyen şehirlerdi. Yurda dönme vakti geldiğinde artık erkeğinden uzaklaşması bitmiş, tekrar yakınlaşmaya başlamışlardı. Şamdan ayrılmadan evvel bir kaç paket fıstıklı Şam Tatlısı aldı. Dönüş yolunda kilometrelerce uzanan fıstık bahçelerinin arasından geçerek vardıkları Hama kentinde Asi Nehri üzerinde kurulu, büyüğü El-Muhammediye, küçüğü El-Hamidiye olarak bilinen, devasa su değirmenleri,, döndükçe inim inim inliyordu. İnce la’dan iki oktav pes la’ya kadar değişen ve durmadan tekrarlanan bir sızlanmaydı bu. Büyülenmişçesine kulak kabartırken cebi yine bir iletiyle titredi: Sevdiği, sevgilerini gönderiyordu.
Yılbaşı geçmiş, Ocak hüküm sürüyordu. Evet gittikçe ona yaklaşıyor, yaklaşıyor, yakınlaşıyor; içini buruk bir sevinç sarıyordu. Sınırı geçmiş, üç inançlı kent Antakya’ya varmışlardı bile. Kilise, Cami ve Havra ziyaretlerinden sonra güneşte kurutulmuş şerbetli kabak tatlısını ve leziz künefeyi, Asi Nehri kıyısında yediler. Oturduğu yerden erkekle birlikte gezdikleri müzeyi görebiliyor, gözleri umutsuzca onu arıyordu. Cumhuriyet Bayramında birlikte ziyaret ettikleri Aziz Peter Kilisesine geldiklerinde heyecanı doruktaydı. Yine orada mıydı acaba? Yoktu, yok! Oradan Tanrıça Siren’in
8 kutsal alanına vardılar. Uzun saçlı, genç bir kadın yüzü onlara gülümsüyordu. Kabartmanın altına küçük bir kayık çizilmişti. “Neredesin ey sevgili?” diye tepeden bütün şehre baktı. O gün kısa aralıklarla haberleşmişlerdi. “Sesini duymak çok güzel!” diyordu ikisi de birbirine telefonda. Tam kavuşamadan ayrılacaklarını sandığı bir sırada onu karşısında buldu. İşte otobüsten iniyor, kararlı adımlarla ona doğru yürüyordu. Tüm benlikleriyle birbirlerini uzun uzun kucakladılar, baş başa, el ele diz dize konuştular, konuştular, çok şey anlattılar birbirlerine.
Matthias Kilisesi /Fethiye Camii (1541-1699) Gül Baba Türbesi (Budapeşte).
Gül Baba Opereti (1905)
Şubat sonu Budapeşte’ye gitmek için bavulunu toplarken portakal çiçeği kolyesini boynuna, küpelerini kulağına taktı kadın. Telefonda vedalaştıktan sonra uçağa bindi ve Budin Beylerbeyliğine doğru uçtu. Eskiden Macaristan, Sırbistan ve Hırvatistan’ı kapsayan bu beylerbeyliğinde, Kanuninin yaptığı gibi konakladığı yer Budin Kalesiydi, Fethiye Camii ise konakladığı otelin tam karşındaydı. Bektaşi eri Gül Baba’nın 1541’de şehit düşmesi üzerine Mattias Kilisesi, sultanın bir dokunuşuyla camiye çevrilmişti. Şehit olan Gül Babanın namazı da orada kılınmıştı. Burg Otelinin resepsiyon görevlisi ellili yaşlarında yaşıklı bir Macardı. “150 yıllık Osmanlı İdaresi, sonraki Rus İdaresinden çok daha iyiydi,” demişti kendine. Aynı sözleri Sofia’daki Bulgar arkeolog da söylemişti, Bulgaristan’daki Osmanlı İdaresi hakkında. Yolu kaybolmadan bulması için özenle Gül Baba türbesine nasıl gideceğini, bu bey, tarif ederken, elmaya Macarca’da “alma”, “jebim’in” ise cebim;
9 Budapeştedeki hamamların ve heykellerin Osmanlılara ait olduğunu anlattı kendisine. Ve bazılarının kızmasına rağmen kale içinden son taşınan elçiliğin ise Türkiye’ye ait olduğunu söyledi. Kraly yazılan ama Giray diye telaffuz edilen Osmanlı devlet adamının da Budapeşte’yi görülesi güzelliğe kavuşturduğunu sözlerine ekledi. Kadın ilk iş elinde bir harita ve adreslerle 4 numaralı tramvaya binerek dans ayakkabıları satan bir mağazanın yolunu tuttu. Oradan Sansha marka bir çift çalışma ayakkabısı ve Diamant marka bir çifte de tango ayakkabısı satın aldı. Alışverişten sonra bir kafeye girerek Macar çorbası içti ve gulaş yedi. Erkek onu aradığında yemeğini henüz bitirmişti. Uzun uzun sohbet ettiler. Bu üçüncü gidişiydi kente. İlk seferinde Türkiye’den Norveç’e giderken burada bir kampingde konaklamışlar, bir keman aldıkları gece, çigan (çingen) müziği eşliğinde bir mahzende yemek yemişlerdi, ikisi Norveçli, biri Danimarkalı üç doktorla. Ders kitaplarından bildiği bu kentteki Türk izlerini daha o zaman keşfedivermişti. Akmam diyen Tuna nehri akıyordu işte, hem de hiç itirazsız Karadenize doğru. İskandinav yol arkadaşları kendi tarihlerini çok iyi bilirlerdi ama onların tarihi az ve özdü. Oysa Anadolu tarihi, aynı zamanda dünyanın da tarihiydi ve üç kıtayı birden içine alıyordu. Ve daha yeni yeni bu tarihe ait belgeler inceleniyor, gün ışığına çıkartılıyor ve yazılıyordu. İşte bütün bunları anlattı erkeğe onun sımsıcacık kendisini her yerde olduğu gibi burada da kucaklıyan sözleri duya duya. Kulaklarında hala çınlayan namesi ile Zincirli Köprünün Budin ayağındaki büyük dans salonunu buldu. Çok köhneydi ama fark etmezdi. Ev sahibi dans hocasıyla yaptığı dans, kavalyesinin, Macarca beğeni nidaları yükseltmesine neden oluyor, Basitten zora doğru sıraladığı bütün figürlere kadın kusursuzca yanıt veriyordu. Dönüşte kaleye doğru tırmanarak burcun altındaki bir merdivenden yukarıda ki Mattias Kilisesinin yanındaki meydana ulaştı ve hemen oteline girdi. Yaşadıklarını kısa iletilerle erkeğe anlattı uyumadan önce.
Liber Tango (Astor Piazzola)
“Manna” Tanrının çöldeki Musevilere doysunlar diye gökten gönderdiği nimetti ve Budin kalesinin dibindeki lokantanın da adıydı aynı zamanda. Seyrek kar taneleri altında Erzebet (Elizabeth) köprüsünden Tuna’yı enine geçerek Peşte kıyısına ulaştı. Kendini yüksek tavanlı köhne bir dans stüdyosunda buldu. Dans ayakkabılarını giyip duvar dibine oturarak Macar tangocuları ve içlerinden Japon olduğunu sandığı milonguero’yu seyretmeye koyuldu. Katıldığı konferansta Avrupa kimliğini sorguladığı konuşmasının, Hırıstiyanlıkla yoğrulmuş dar görüşlü dinleyeciler arasında yarattığı huzursuz sessizlikten henüz kurtulamamıştı. Buna rağmen kendisine yaklaşan sakallı genci sezdi. Uzak tutuşla başladıkları tango, bir anda, aralarında Avrupa’nın Müslümanlığı sindirip sindiremeyeceği, Türkiye’yi benimseyip benimsemeyeceği tartışmasına döndü. O sırada göre Avrupa’da Müslümanlığa yeni girenlerin sayısı 3 milyonu bulmuştu. Dikkati dağılmış; tangonun temel-sekizli, kesme, çelme takma, ayak süpürme gibi hareketleri sırasında kavalyesiyle arasında uyumsuzluk baş göstermişti. Adaba uygun olarak üçüncü dansın sonunda selameti teşekkür edip, dansı sonlandırmakta buldu. Ardından bir başka kavalye, kendisini Macarca dansa davet etti. Yürüyüş tangosundan sonra, kavalye figürler denemeye, kadın da yanıtlamaya başladı. Tek vücuttular, kendisini bir an sabitleyen erkek önünde yarım daire dönüp bacağını şimşek gibi kadının beline doladı ve çekti. Müzikle birlikte su gibi akıyorlardı Peşte’de. Dans bitip dışarı çıktığında kar artmış; yerleri bembeyaz bir örtü kaplamıştı. İki gün evvel dans ettiği “dinç yaşlı” Skodasını çalıştırmakla meşguldü. Camını tıklatıp güle güle dedi. Tuna Nehrini bu kez, bir eşi İngiltere’de bulunan Zincirli Köprü üzerinden geçmeye başladı. Türkiye Fransa gibi laik bir ülkedir dediği zaman, arkasında birisi İngiliz, diğeri Fransız iki katılımcının alaylı gülüşleri hala kulağındaydı. “Gülüşünüzü bir hakaret kabul ediyorum, siz bir bilim insanısınız, bir çırak değil diyecekti Türkolog eşi sayesinde “Laz Kimliği” üzerine bir kitap yazan bu adama. Bu kişi, kanıt olarak inceleme yaptığı köy meydanında duyduğu ezan sesinden bahsetti. Buna karşılık kadın, o anda konuşmalarını bölen Matthias Kilisesinin gürültülü çanına dikkat çekti. Çağdaş ne kadar kavram ve tutum varsa bunlara ancak Avrupa’lılar sahip olabilirdi, Türkler ve başkaları değil.. Hele kendisi çok kısıtlı bilgisine rağmen üniversitesinde Türkiye otoritesi olarak biliniyorsa! Hiçbir Türkten ve Türk bilim insanından mukavemet görmeye alışmamış burnu büyük ama kendine güveni olmayan bu İngiliz profesör, “zaten Türkçeyi bilen ve köylüyle konuşan eşimdi, bundan sonra “2,5 Yaprak’tan” isimli çalışmamdan sonra Türkiye’de araştırma yapmayacağım” diyerek oradan hızla ayrıldı. Sıkıntısını gidermek için Gül Babayı tekrar ziyaret etmek istedi. Kaleden Besci Kapu (Bekçi Kapı) yoluyla çıktı. Mimar Sinan tarafından yapılan Kıraly (Giray) adlı Türk Hamamının ve biraz ilerdeki Gül Baba Optik’in önünden geçtikten sonra Török (Türk) ve Mecsit (mescit) sokaklarından, elinde bir gül tutan Bektaşi heykelinin bulunduğu meydana geldi. Kış nedeniyle, Tuna manzaralı, Gül Baba Cafe kapalıydı. Örtüsü Mustafa Kemal tarafından gönderilen kabrin açılışını bir kaç sene evvel Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapmıştı. İşte yine erkeğin telefonu imdadına yetişmiş, onun sesiyle, bir iki sözüyle sakinleşti.
Budin Kalesindeki son gecesinde önce Ulusal Dans Tiyatrosunda Sartre’ın, ilişkilerdeki yozlaşmayı dile getiren üç kişilik kısa oyuna gitti. Ardından, Türk-Osmanlı müziğini dünyaya tanıtan Mozart’ın, 250. doğum yılı nedeniyle, Matthias Kilisisinde Requiem adlı eserini dinledi. Konserden sonra, lapa lapa yağan karın altında peri masallarını aratmayacak şekilde ışıklandırılmış burçların altında buldu kendisini. “Opera Milongas’ından”
10 dönerken Jozef Attila caddesindeki dükkanların kuytu girişlerine sığınan evsiz altı kişinin içinde babasının yanında uyuyan sarı saçlı bir çocuk olduğunu görünce keyfi kaçtı. Burcun altında ise üç kişi yatmaktaydı. Diğer yandan hortlayan aşırı hıristiyanlık imanıyla bir Macar Kralı hem Vatikan hem de İstanbul Patriği tarafından azizleştiriliyor, haçlı şeriatı, çok tanrılı dinlere dönüş yaparcasına, Macaristanda her kentin bir azizi olması gerektiği görüşüyle kamusal alanı hırıstiyanlaştırıyordu. Bir bağımlılıktan bir bağımlılığa; Sosyalist Ekonomiden liberal ekonomili Avrupa Üyeliğine geçmenin bedeliydi bu.
Çok mutluydu çok. Erkek, havaalanında onu karşılamaya gelmişti. Yerinde duramıyor, pasaport kontrolunun bir an önce bitmesini diliyordu. Gümrükten geçince kendini onun kollarında buldu. Geleceğini son anda haber verip sürpriz yapmıştı. Sımsıkı tutuşarak elele arabaya doğru yürüdüler. Tam hasret gideremedikleri için bu sürüş onlara azap gibi gelir, yolcu koltuğuna kah birisi kah ötekisi oturur; diğerini uzun uzun seyrederdi. Birlikteyken ne kadar mutlu, çocuklar gibi şendiler. Ayrılık zordu ama birbirleri için varolduklarını bilmek, özlemek, onları daima yakınlaştırıyordu. Tek düşünce, tek yürek ve tek vücuttular. Kış bitmiş, portakal çiçekleri bir kez daha açmış ve işte Ağustos gelmişti. “Castello’da seni selamladıktan sonra Campese’de bekleyeceğim” diyordu erkek iletisinde. Bu buluşma nefes kesici olacaktı. Vapurun, Porto Santo Stefano’dan kalkmasına az kalmıştı. Beklerken bir capuccino içti. Bulunduğu iskele, zeytin ağaçlarının gümüşi yeşil yaprakları yüzünden Monte Argentario, yani “Gümüşi Tepe” denilen yarımada üzerindeydi. Günlerdir, onun da atası olan Etrüsklerin izini sürmekteydi. Erciyes ve Vezüv, Hasan Dağ ve Etna Türkiye’nin de, İtalya’nın da bağrını aynı şekilde küllerle örtmüştü. Her iki coğrafyanın yerlileri birbirine benzeyen yerleşimler, küllere oyulmuş kovuklar, yer altı mengenleri ve şırahaneler yapmışlardı. Daha birkaç gün evvel onu; Citta del Tufo, yani Tüf Şehrinin kulaç genişliğinde, 34 m. yüksekliğindeki, sarmaşık kaplı yolunun ucunda görür gibi olmuş, ona doğru koşmuştu. Bir gölge gibi takip ediyordu kendisini. Yol bitiminde birden kendisiyle karşılaştı. Adını taşıdığı Tanrıçaya Etrüskler de Serine, Sirene veya Sirena diyordu. Onun mezarı olduğu söylenen bu yerdeki Denizlerin Kızı tasviri Antakya’dakinin aynısıydı. Aynı zamanlarda aynı tanrıçaya gönül vermişti Akdenizliler. 3000 yıl olmuştu Etrüskler Anadolu’dan buraya göçeli. Ön Türkler olarak da biliniyorlardı. Etrüsk tanrıçası Turan’a, Latinler Venüs adını vermişler, aynı yıldızı Türkler bayraklarına yerleştirip başlarına taç etmişlerdi. Etrüsk dili Türkçe’yle benzerlik gösteriyordu. Giglio Porto’ya giderken bunları aklından geçiren kadının damağında hala Capuccino’nun tadı vardı..
Seviyordu, seviliyordu; seviliyordu; seviyordu… İskeleden kaleye çıkan ilk otobüste yer yoktu, ikincisini beklemeye başladılar. İtalyanca konuşulmasına rağmen, etrafındakilerin seferlerin düzensizliğinden, yer bulunamamasından bahsedildiğini kestirebiliyordu. Sonunda Castello’ya varmışlardı. Yine Toscana’daki diğer Etrüsk yerleşimlerinde olduğu gibi Kaleiçi, labirent sokaklı, bitişik evlerden meydana gelmiş bir yerleşimdi. Şapkasına rağmen başı yanıyor, hafif olmakla birlikte çantası sırtını yakıyordu. Fausta’nın bir kapıda kaybolduğunu görünce, o da arkasından dalıp kilisenin serinliğine teslim oldu. Duaların kabul edildiği bu yer de her iki kadın da iç dünyalarına gömüldüler bir süre. “Castello’dayım işte, onu görebilecek miyim?” diye meraklandı kadın. Ve yavaşça başını sağa döndürdü. Işıklandırılmış vitrinin içinde bir kardinal kavuğu, cübbesi, kumaştan bir muhafaza içinde Giglio Azizi San Mamiliano’ya ait bir kol kemiği durmaktaydı. Onların yanında daha küçük bir vitrin dikkatini çekti. İçinde üç kılıç ve de bir piştol vardı. Altındaki yazıya gözü iliştiğinde kendisini, Castello’da selamlayanın, 1799’da Tunus’tan gelen Osmanlı Türk Donanmasının adaya yaptığı kuşatmadan arta kalanlar olduğunu anlamakta hiç gecikmedi. Osmanlı İmparatorluğu haritasında İtalya’nın batısındaki bu adayı görmüş olduğunu hatırladı aniden. Kadın çok etkilenmişti. Dönüşte yine uzun bir bekleyişten sonra gelen otobüse binerek Campese’ye indiler. Heyecanlıydı, erkek, kendisini orada bekleyeceğini söylemişti. Koy çok güzeldi. Kendini Tire’nin sularına bıraktı. Su hemen derinleşiyordu ama kaldırma gücünde bir fevkaladelik vardı. Tire denizi adını, Uşak’tan halkın yarısı ile göç eden Lidya Prensi Tire’den (Tirhen veya Tarkan) almıştı.
Etrüsk şehri Ptigliano
Düşüncelerinden uyandığı zaman; koyun bir ucundaki yel değirmenine yaklaşmakta olduğunu fark etti. Hayatının erkeği yoktu henüz ortalarda. Hızla geri yüzdü. Hemen giyinip otobüse yetiştiler. Kendilerini Monte Argentario’ya götürecek vapur limanda bekliyordu. O sırada cep telefonuna gelen ileti şöyleydi: “Poggio della Pagana’dayım”. Elindeki haritaya göre orası adanın 450m.lik en yüksek tepesiydi. Kalmakla gitmek arasında bocalıyordu. Onu acı acı özlüyor, dokunmak ve dokunulmak için tutuşuyordu. Etrüsklerin, dev peri bacaları üzerine kurulmuş şehirlerinden biri olan Pitigliano’da taze lavantaların yanında nasıl onun için gözlerinden kanlı yaşlar aktığını pek iyi hatırlıyordu. Ama orada kendisini beklediğinden emin değildi. Kadın aşkını çoğunlukla tek başına ve sanal olarak yaşıyordu. Bir hayal miydi peşinden koştuğu, benimsediği, bağrına bastığı, bir görünüp bir kaybolan bu sevgili? Gönülsüzce bindi vapura ve ufukta küçülüp silinene kadar baktı Giglio’ya.
Erkeğin gür ve ahenkli sesi bir an sustu ve “keşke yanımda olsaydın” diye devam etti. “Yanında olacağım!” dedi kadın. Bu tatil de birlikte olamadan geçiyordu yine Akdeniz’in iki ayrı yakasında. Güneş başak burcundaydı otuz yıl evvelki gibi ve Datça’da boğa güreşleri yaklaşmaktaydı yine. “O güzel saçlarına dokunmak istiyorum” dedi erkek. Şiir gibi bir aşktı bu. Kadın da erkeğin kısacık saçlarına dokunmak istiyordu. “Öyleyse gel, benim ol!” dedi kadın. “Geliyorum!” dedi erkek. Bu seferki yaş gününü sanal bir gonca yerine kendisi şereflendirecekti. En büyük hediyeydi bu kadın için. Ne güzeldi onunla birlikte olmak, lokmasını paylaşmak, seslenince duyulmak, uzanınca dokunmak. Ay tepelerin ardından doğuyordu kıpkırmızı. Sömbeki tam karşılarındaydı. Erkeğin yanına oturmasını istedi balkonda. İçlerinde otuz yıllık bir özlem olduğunu birazdan keşfedeceklerdi. Ele ele tutuştular. Baş başaydılar işte. Kadın biten likörlerini tazeledi. Ve erkek “nice yıllara”, diye kaldırdı kadehini. Ümitle baktı ona kadın. Uzun yıllar vaat ediyordu erkek ona. Kadın zaten tüm ömrünü ona vermeye hazırdı. Onu üniversitede gördüğünden bu yana onca yıl kaybolmuştu ama önemli olan bundan sonra vaktin değerini bilmeleriydi. Bu yaş günü tangosunda bütün dansları tek kavalyesi ile yapacaktı kadın. Piazzola’nın Liber Tango’suydu çalan. Mehtap pırıl pırıldı. Dansla birbirlerinin kınındaydılar. Yattıkları yerden dalgaları duyuyor, yakamozları görebiliyorlardı. Erkek saçlarını okşarken kadın uykuya dalmıştı bile bir Eylül gecesi.
Gece yarısı sanki birisi daha vardı. Erkeği yanındaydı. Kim olabilirdi içerdeki üçüncü kişi? Mutfak kapısının hafifçe kapandığını ve yerde sürünen bir çift terliğin banyoya girdiğini duyar gibi oldu. İrkildi. Başka bir kadın! Var mıydı? Nefesi daralıyor, başı çatlıyordu. Korkunç bir şüphe içini kemiriyor, gözleri kararıyordu. Ay bulutun arkasına gizlenmiş, ortalık puslanmış, rüzgar şiddetlenmişti. Kadınlık gururu paramparçaydı! Ne bir erkek, ne de bir kadın başkası ile paylaşılırdı! Bu çıkmazı çözmek istiyordu. Ege’yle Akdeniz’in kucaklaştığı noktada bıraktı kendini suya. Önce dikine sahilden açıldı sonra sola dönerek Kumburnu’na doğru yüzmeye başladı. Rodos tam sağında, İncirli ise arkasında kalıyordu. Demek kendi ilişkilerini gölgeleyen bir engel, bitmemiş bir ilişki vardı. Deniz canlı ve açıktan koyuya mavinin bütün tonlarıyla, kollarının arasındaydı. Demek “o” ilişkide yaşanmış olumsuzluklar adeta “kendi” ilişkilerine yansıyor, belki de hiç yaşanmayacak pürüzlerin korkusuyla erkek çekiniyor ve birlikteliklerini doyasıya yaşayamıyordu. Sudan çıktı ve gözüne pembe bir gül yaprağı ilişti. Bir süpürgenin ucunda diğer gül yapraklarından meydana gelen bir öbeğe doğru itiliyordu. Bir çift postalı takip eden gözleri er tulumu giymiş elinde süpürge tutan 18 yaşındaki gencin masum yüzünde durdu. Gül yapraklarını derlemek ne güzel bir vatan hizmetiydi! Soner’in ise özgürlüğü için “Gülsarı”
11 gibi zincirlerini kopartması gerekiyordu. Bu bir düş; olsa olsa kabustu! Terden sırılsıklam uyandı. Onun düzenli nefes alışını yanı başında duyuyordu. İşte hayatının “tek erkeği”, son eri, hayatının “tek kadını” yanında mışıl mışıl uyuyordu. Aşkın ve aklın yolu birdi. Tutsak etmeden ve olmadan, sadakatle, hem birbirlerine ve hem de kendilerine vakit ayırıyorlardı. İki yıl evvel Bodrum’da falına bakan Halikarnas’lı erkek doğru söylemiş, Delfi’de
12 gördüğü rüya gerçekleşmişti. Oydu işte “hayat arkadaşı, yoldaşı, eşi! Ertesi sabah pencerenin önünde yan yana oturuyorlardı. “Seninle çok mutluyum, huzurluyum, sakinim” dedi kadın aklından geçenleri ona aktararak. “Ben de” diye yanıtladı erkek özgürce ve dikkatle kadına baktı. Şimdi karşısındaki kadının, üniversitede bir boykot sırasında gözlerini ayıramadığı genç kız olduğunu fark ediyordu! Aralarında duran katmerli fesleğen türüm türümdü. Erkek eliyle önce fesleğeni sonra kadının saçlarını okşadı. Portakal çiçekleri meyve veriyordu.
8 Nisan 2005 – 21 Ekim 2006, Ankara.
1 Hızlı bir tango türü.
2 Kos Adası
3 Minoan
4 İ.Ö 8-6 binler
5 Kos Adası.
6 1914
7 1908-1918
8 Deniz Kızı.
9 “Cebimde çok küçük elma var = Zsebemben sok kicsi alma van” (Macarca ve Türkçe dillerinin akrabalığını göstermektedir.)
10 Tango Gecesi
11 Cengiz Aytmatov (Kırgizistan)
12 Atina’nın batısında bulunan ve geniş bir coğrafyada siyasal etkiye sahip Apollon Kutsal Alanı ve Falcı Rahibe Ulemalarının (Sibiller) bulunduğu Kehanet Merkezi (İ:Ö 6. yy)