Bir Genç Kadın

Annem Uğur Özcan Ergenekon’a

Uğur Özcan Ergenekon ve Bnb. Ali Behiç Ergenekon

Artık büyümüştü ve bir de nişanlısı vardı. Nikâh davetiyesinde 31 Mart 1949 Saat 11.00, Kadıköy Evlendirme Dairesi yazıyordu. Her sabah belinden aşağı inen lepiska saçlarını örer, kâh başının üstüne bir taç, kâh her gün başka bir ense topuzuyla yatak odasından çıkardı. O sabahta sımsıkı ördü saçlarını. Herkesten önce kalkan dadı sofrayı kurup, kahvaltıyı hazırlamaya koyulmuştu bile. Usul adımlarla zemin kattaki yemek odasına anne ve babasından önce iner dadısına yardım ederdi. Sonra ablası Rezzan, eğer evciyse Kuleli Askeri Lisesinde okuyan ağabeyi Cezmi, ardından anneleri Emine Vahide Hanımefendi yemek odasına inerdi. Penceresi sokağa bakan bu odanın kapısının tam karşısındaydı mutfak. Oradan arka bahçedeki kuyunun yanına çıkılırdı. En dipte bir kümes içinde İspeç ve Rot tipi horoz ve tavuklar yetiştirirdi annesi Vahide Hanım. O, kocası Abdullah Beyden önce son kez sofrayı gözden geçirir, dadıya bazı talimatlar verdikten sonra yerine otururdu. Abdullah Bey sabah namazından sonra yatmaz Kur’an okurdu. Ardından ufak yazı masasının başına geçer, gaz lambasını yakıp gözlüklerini takar, hokkadaki çini mürekkebine batırdığı kalemiyle, eski Türkçe olarak askerlik anılarını yazardı. Sonra tıraş olur, emeklilikten sonraki işine gitmek üzere giyinirdi. Ev sessizliğe bürününce mutfakta beklendiğini anlar, merdivenlere yönelirdi. O içeri girinde aile efradı yerlerinden kalkıp, babalarıyla selamlaşır, yerine yerleşince ancak otururlardı. Masada sabah çorbası, haşlanmış yumurta, tereyağı, peynir, zeytin, mevsime göre bal, pekmez veya reçel; domates, Çengelköy’den salatalık, bahçeden taze maydanoz, nane, biber eksik olmazdı. Bazen yufka ekmeği, simit; kimi zaman İmrahor’daki fırından taze ekmek, kuzinede o sabah yapılmış poğoça, börek sofraya lezzet verirdi. Kahvaltıdan sonra kızlar sofrayı toplar, alışverişten dönen dadı bulaşık yıkarken Vahide Hanım yemek yapmaya koyulurdu. O gün ailenin küçük kızının çok önemli bir işi vardı. Bunun için vapurla karşıya geçmesi ve Beyoğluna gitmesi gerekliydi. Paşakapısındaki 20. İlkokula 1936-41 yıllarında devam ettikten sonra Kısıklı’daki Üsküdar Amerikan Kız Kolejini bitirmiş, sıra evlenmeye gelmişti artık. Pembe mantosu, siyah kalın topuklu ayakkabıları, çantası ve şapkası ile evden çıktığında saat yedi, yaşı ondokuz, boyu bir yetmişti.

Ahşap evleri, Salacak iskelesi yokuşuna açılan Toprak Sokak’taydı. Önünden geçen yolun denize bakan yamacı tamamen bostandı. Mülkü Belkıs Hanımefendiye ait olan bu yeri, Sofya Beylerbeyliğinden göçmüş Bulgar bir aile işletiyordu. Babaları Yorgo, anneleri Madam Todora, en küçük kızları ise genç kızın çocukluk arkadaşı Marika’ydı. Önlerindeki Boğaz bütün güzelliği ile orada yaşayanları kucaklardı. Salacak İskelesi, Üsküdar Plajı ve Kız Kulesi daha sağda kalıyordu. Hemen önlerindeki Çiftekayalar mevkii hem balıkçı kayıklarının barınağı, hem de Şemsi Paşa, Salacak, Yalıboyunda oturanların denize girdikleri bir sahildi. Salacak vapuru her yarım saatde bir Boğaz’ın karşısında çalışanları almak için iskeleye yanaşır, akşamları Karaköy iskelesinden onları geri getirirdi. Güneş yirmialtı numaralı bu evin arkasındaki yatak odalarına doğar, gün ortasında ise ön cepheye bakan mutfak, orta kattaki oturma ve üst kattaki misafir odasını aydınlatırdı. Akşamüstü yavaşça Topkapı Sarayının arkasında kaybolunca Sarayburnu’nun o bildik hatları belirirdi. Üstünde sarı, kırmızı, pembe, eflatun bulutlar pırıldardı. Boğazdaki seyr-ü sefer’i seyretmeye doyum olmazdı. Kadıköy, Haydarpaşa ve Harem vapurları ilk kalkışlarında düz bir rota izlerken, Kız Kulesi hizasındaki zıt akıntılar nedeniyle bir süre yanlamasına yol alır sonra düzelip burnunun dikine giderdi. Ayrıca önlerinden Göztepe ve Bostancı seferlerini yapan vapurlar geçerdi. Oradan da Adalara giden şehir vapurları vardı.Boğaz yerleşimleri arasında Rumeli Hisarı ve Anadolu Kavaklarına gidip dönen yolcu vapurları çalışırdı. Boğazda seyreden yabancı ticaret gemilerini, yorulmaksızın çatanalar kâh Marmara’ya kâh Karadeniz’e çekip götürürdü. Güzel kız, Salacak Vapur iskelesine varınca çağla yeşili gişeye yaklaşıp iki bilet istedi. Yaşlı biletçinin yanında duran genç daha sonra film oyuncusu «İzzet Günay” olarak ünlenecekti. Genç kız arkasına bakmaksızın bütün şıklığı ile yürüdü ve iskeleye uzatılmış köprüden sekip güverteye çıktı. İskeleye bağlı halatlar, içli bir gıcırtıyla dalgalara karşı koyuyor, vapuru iskelede tutuyordu. Alışkın iki çıma, onları doladıkları baba’lardan maharetle çıkartıp vapuru serbest bıraktı. Kaptan istim düdüğüyle «Vuuuh, Vuuuh” diye iki kez uyardı; kalkıyordu.

Gen kızın babası Abdullah Bey önce Osmanlı sonra da Türk ordusunda subaylık yapmıştı. Birinci Dünya Savaşından sonra Kurtuluş Savaşına katılmıştı. İki İstiklal madalyası sahibiydi. Kayserinin Develili İlçesinden, askeri okul için İstanbul’a gelmişti. Kendisi de Kayserili olan bir öğretmen subay, bu genci pek beğenip, küçük Vahide’nin Sultan Abdülaziz’in[1] yaverliğini yapmış Paşa babasıyla tanıştırdı. Aile o sırada Bebek’te bir yalıda oturmaktaydı. Paşa’nın refikaları Saime, mavi gözlü ve sarı saçlı bir hanımefendiydi. O denli güzeldi ki, daha dört yaşında iken, Sarayın Harem’ine kaçırılmış ama babası onu geri getirmişti. Saime Hanım kendisine takdim edilen ve ailesi Kayseri eşrafından olan bu delikanlının terbiyesini pek beğendi. En küçük kızları Vahide henüz okuyordu ama o okulunu bitirdiğinde, Abdullah da mezun olup, orduya katılacaktı. Subaylık babadan oğula geçen, asil bir aile mesleğiydi. Vahide’nin amcası ise ünlü ressam, Üsküdarlı Şeker Ahmet Ali Paşaydı[2]. Vahide yedi yaşındayke(n bir davette misafirlerden utanmış ve Şeker Ahmet Amcasının uzun ceketinin içine saklanmıştı. Yakında zabit çıkacak olan Abdullah, aile geleneğine uygun bir damat adayıydı. Vahide, Kız Enstitüsünü 1913 yılında bitirip gelin olduğu zaman on dört yaşındaydı. Abdullah izinli olarak cepheden geldi ve düğünleri Bebek’teki yalıda yapıldı. Çiftin ilk çocuğu Ertuğrul 1914’de dünyaya geldi.

Genç kız yeğenini yanına alıp vapurun üst güvertesine çıkmış, arkadaki açık bölmeye oturmuştu bile. Bu deniz yolculuğu kendisine neler neler hatırlatmıyordu ki? Ertuğrul ağabeyinin sadece ismini biliyordu. Bu isim 16 Eylül 1890 yılında Kuşimoto açıklarında tayfun nedeniyle batan Ertuğrul Fırkateyninde[3] kaybedilenlerin anısına konmuştu. Ancak fırkateynin bahtsızlığı sanki ağabeyine de bulaşmış ve bir buçuk yaşında iken hastalanıp yaşamını kaybetmişti. Ama 1916 doğumlu subay ağabeyi Cezmi’yi ve 1921 yılında doğan Rezzan ablasını pek severdi. Evin en «küçüğü” idi. Ablası ve kendisi ile dadısı ilgilenir, ev işlerini bir hizmetçi yapar, ablası ve kendisinin uzun saçları nedeniyle onları hamamdan getirilen bir natır yıkardı. Okullar tatil olunca yaz aylarını Kısıklı’da bir köşkte geçirirlerdi. Bir kadın hafız yaz aylarında gelip onlara Kur’an dersi verirdi. Bu ders esnasında evin yatılı misafiri Ortodoks Marika Köşkün üç teraslı muhteşem bahçesinde oynar; o da her Pazar Kadıköy’deki Aya Triada[4] Rum Ortodoks Kilisesinde İncil Dersi alırdı. Aydoğan ailesinin giysilerini Üsküdarlı tanınmış bir kaç terzi dikerdi. Vahide Hanım’ın korsesi Beyoğlu’ndaki Kifidis Mağazasının terzileri tarafından dikilirdi. Vahide Hanımın bakımlılığı ve şıklığı subay eşiyle gittiği şehirlerde dillere destan olurdu. Konya’da iken karşı komşuları Sille’li[5] Alime Hanım onlara hemen hoş geldine gelmişti. İki dul kızı Aliye ve Şerife; torunları Hidayet Ötügen, Ayten ve Altan Eğdemir’le birlikte Kerpiç bir evde oturuyorlardı. Oğlu Ali Behiç ise Halıcıoğlu Askeri Lisesinde öğrenciydi. Yarbay Abdullah Bey, Tokat’ta bulunduğu sırada Doğu Anadolu’da ekine ve hayvanlara musallat olan eşkıyaları; bir Jandarma subayı olarak yakalamakla görevlendirilmişti. Oysa eşi Vahide bebek bekliyordu. Abdullah Bey eşini çocuklarıyla birlikte İstanbul’a kayınvalidesinin yanına götürüp bıraktı. Cumhuriyet ilan edileli 6 yıl olmuştu. En küçük kızları doğduğu gün eşkıyalar yakalanınca ismini Uğur koymuşlardı. İşte o küçük kız büyümüş, alımlı bir genç kız olmuştu. Salacak vapuru, Kız Kulesinin önündeki akıntıda yalpalıyordu. Kaptan ustalıkla dümen kırdı ve yönünü Karaköy iskelesine çevirdi. Aklına ilkokul üçüncü sınıfta, okulla yaptıkları hüzünlü Boğaz yolculuğu geldi. «O gün, derse girer girmez, öğretmenleri ağlayarak Atatürk’ün vefat ettiğini ve Dolmabahçe Sarayına gideceklerini söylemişti. Üsküdar iskelesi ana-baba günüydü. Halk göz yaşları içinde, akın akın Dolmabahçe sarayına gidiyordu. Sarayın önü irili ufaklı tekne ve kayıklarla dolmuştu. Genç kız Ata’yı ilk gördüğünde annesinin kucağındaydı ama O’nu hatırlayacak kadar da büyüktü. Üsküdar Plajında Atatürk, beyaz bornozuyla denize doğru yürümekteydi. Fakat şimdi, başta öğretmenleri olmak üzere, büyük bir sevgi ve saygıyla Ata’nın ayakucundan geçiyorlardı usulca. Uyuyordu sanki…” Vapur yavaşlayınca genç kız dalgın bakışlarını sudan kaldırdı ve bakındı. Oldukça büyük bir bandıral yavaş yavaş ilerliyordu. Vapurları neredeyse stop etmişti. Üç çatana, orak ve çekiç bayraklı bir Sovyet şilebini çekerek önlerinden geçti gitti.

Genç kızın bakışları tekrar sulara daldı. «Yine böyle bir vapur gezisindeydi. Karnelerini alıp, Üsküdar Amerikan Kız Koleji öğrencilerine tahsis edilen vapurla Boğaz gezisine çıkmışlardı. Sarıyer’e kadar gidip Üsküdar’a döneceklerdi. Oturduğu yer yine aynıydı. Kanlıca Koyunu seyrediyordu. Adını Hint Okyanusunda yaşayan bir Afrika kuğusundan alan ve zamanın en büyük yatı olan Savarona, Ata’nın ardından o koya demirlenmişti[6]. Avrupa’da İkinci Dünya Savaş çıkalı ise bir buçuk yıl olmuştu. Birdenbire dalgalar küçük vapuru salladı.. Daha sıkı tutunmak için çantasını bıraktı. İşte o anda savrulan çanta denize düştü. İçinde biber ve patlıcan dolmalı kumanyası, matara içinde suyu, annesinin ördüğü pembe hırkası ve karne hediyesi basit İngilizce bir roman vardı: Monte Cristo Kontu[7]. Konusu ilginçti: Yazar Dumas; Kaptan Dantes’in, bir kumpas sonucu hapishanede geçirdiği yıllarının öcünü, nasıl Monte Kristo Kontu adı altında aldığını anlatıyordu. Romandaki karakterlerinden biri de, Osmanlı Devletine başkaldıran Arnavut Asıllı Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’ydı[8]. Romanın sonunda, Kont zenginliği dillere destan[9] olan Paşa’nın kızıyla evlenmişti.” Genç kız bunları düşünürken gözüne Sarayburnu ilişti. Bir taraftan da iskeleye yaklaşıyorlardı. Kendisine refakat eden yeğeni Selçuk’la alt güverteye indiler. Orada genç kız dönüp gözlerini kısarak bir kez daha Sarayburnuna baktı. «Bir yaz günü tam orada bir karpuz mavnası devrilmişti. Annesi şaşkınlıkla haykırmış ve herkesi pencereye toplamıştı. Salacaklı gençler sahilde toplanmış merakla bu manzarayı seyrediyordu. Karpuz uğruna bir kaç genç denize atlamıştı bile. Kim istemezdi akşam sofrasında kütür kütür karpuz yemeği? Tam yemek vakti kapı çalınmış, Cezmi Ağabeyi sırılsıklam karşılarında durmaktaydı. Suları sızmakta olan bir çuval karpuz vardı elinde.” Genç kız içinden gülümsedi onlar gözünün önüne gelince. «Ağabeyi Çifte Kayalar’dan[10] bir kaç arkadaşı ile birlikte suya girmiş, akıntıya rağmen karşıya geçmiş, yüzdürerek bir kaç karpuzla geri dönmüştü. Ev birden bire hareketlenmiş; çığlıklar, övgüler, birbirine karışmıştı. Sadece nutku tutulan Vahide Hanım, olduğu yerden oğluna bakakalmıştı. Daha önce de Yalıboy’undan Nihat’ın devrilerek ters dönen kotrasına yüzerek yetişmiş, kotrayı çevirdikten sonra içine çıkartarak hayatını kurtarmamış mıydı oğlu?”

Her ne kadar kendisi onbeş yaşındaki yeğenine emanetse de, yolları bilmeyen yeğeni de kendisine emanetti. Karaköyden hemen tünele (kayışlı tren) bindiler. Biraz sonra İstiklal Caddesindeydiler. Aralarında Orhan Veli Kanık’ın da bulunduğu pek çok ünlünün okuduğu Galatasaray Lisesinin önünde biraz dinlendiler. Nerden bilebilirdi bir sene sonra aynı otobüste ve aynı hizadaki koltuklarda Ankara’dan İstanbul’a gideceklerini? Sonra Emek Sinemasının önünde durdular ama bir hareket göremediler. Halbuki, her hafta Üsküdar’daki Sunar, Halk, Hale sinemalarında; yazları ise doğacak kızının bile küçükken gittiği Doğancılardaki yazlık Aygün sinemasında ve Kadıköy’deki Opera, Hale ve Süreyya sinemalarında yeni bir film gösterilirdi. Clark Gable, Charlie Chaplin, James Stewart, Betty Davis, Betty Grable ve çocuk oyuncular Elizabeth Taylor ve Shirley Temple gibi film yıldızlarından, «Rüzgar gibi geçti”, «Casablanca”, «Diktatör”, «Dorian Gray’in Portresi”, «Arjantin Yolunda”, «Jane Eyre” gibi filmleri seyretmişti. Yollarına devam edip, sonunda Saray Muhallebicisine vardılar. Su böreği ve ayrandan sonra lezzetiyle ünlenmiş «Tavuk Göğsü” tatlısından yediler. O sırada camdan, etrafında birkaç yardımcısı ile birlikte Belkıs Hanımefendinin geçtiğini gördü. Her ikisi de bakışları karşılaşınca selamlaştılar. Oturdukları sokağın en tanınmış ve itibarlı sakiniydi bu hanımefendi. Kendisi, Mısırda görev yapan bir paşanın kızı ve devlet adamının dul eşiydi. Bahçesi Çifte Kayalar mevkiinde denize kadar inen merdivenleri olan, Topkapı Sarayına nazır kızıl köşkte tek başına oturuyordu. Her sabah kahvaltısını denize karşı yapar, sonra bahçıvanıyla birlikte etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçesini gezerdi. Sol koluna taktığı sepete, bahçevanın seçerek kestiği gülleri doldurur, kapıda vazoya konmak üzere hizmetçisine verirdi. Karşıya geçeceği zaman herkes perde arkasından, onu ilgiyle süzerdi. Kimi zaman peruka takar kimi zamanda boyalı saçları, şık giyimi, topuklu takunyaları ve elinde kıymetli bir bastonla önlerinden yürüyerek giderdi. İleri yaşına rağmen güzelliği dillere destandı. Seneler sonra bu ev tarihi eser olarak tescil edilerek, takvimleri süsleyecek ve içinde Neriman Köksal, İzzet Günay gibi oyuncuların yer aldığı filmler çekilecekti. Belkıs Hanım’ın bir de aşığı vardı. Her gün kendisini ziyaret eder, Boğaza karşı kahve içer sonra kalkıp fakirhanesine dönerdi. Vasiyetinde Belkıs Hanım bu genç adama yalının müştemilatı içinde bulunan küçük evi bırakacaktı.

Genç kız modayı gayet iyi takip eder, annesi gibi iyi ve şık giyinirdi. Kilosuzdu, boylu bosluydu. Belinin ne denli ince olduğu giydiği mantonun üzerinden bile belli oluyordu. İpek çorap, mendil ve muz eldiven gibi bazı siparişleri satın alıp, yeğeninin elindeki çantanın içine koydu. Geriye Kifidis ile Nimet Abla’ya uğramak kalmıştı. Vahide Hanım’ın siparişi olan korsenin bitmesine henüz bir hafta vardı. Salacak’tan ahşap bir ev alıp oraya taşınmadan evvel, Aydoğanlar Yalıboyunda oturuyorlardı. Vahide Hanım’ın oradan komşusu Cevdet Bey ince, uzun, mavi gözlü, kızıl saçlı bir tüccardı. Hergün Kapalı Çarşıdaki manifatura[11] dükkanına Salacak vapuruyla gitmek üzere Toprak Sokak’taki evlerinin önünden geçerken uğrayıp bir istediği olup olmadığını sorardı. Tayyare Piyangosu[12] çekilmişti ama bir kaç gündür Cevdet Bey görünmüyordu. Bunun üzerine Vahide Hanım piyango biletini kızına vermiş, önce amorti sonuçlarını, sonra da büyükten küçüğe diğer ikramiyeleri gözden geçirmesini tembih etmişti. Amorti varsa onun parasıyla, yoksa verdiği parayla yeni bir bilet almalıydı. Kifidis’ten sonra sıra buna geldi. Nimet Abla’nın yeri ne yazık ki Galata Köprüsünün öbür ucundaydı. O Eminönü’ne dönüşte uğramaya karar verdi.

Akşam olmadan bitirmeliyim bu işi artık diye geçirdi içinden. Yine de ah vaktim olsaydı da mis ninem Saime’nin elini öpseydim Bebek’e kadar uzanıp diye düşündü. «Deniz kıyısındaki beyaz yalı gerçekten hoş, kendisi ise iyi bir yüzücüydü. Her ziyaretinde bir kaç gün kalır, üst kattaki yatak odası ona tahsis edilirdi. Koyu vişne çürüğü renkli, kordonlarla iki yana bağlanmış kadife perdeli, dantel tüllü pencereden görünen Boğaz ve Kanlıca sırtları tüm ihtişamıyla görünürdü. Sabahları kahya kadın kendisini uyandırır, anneannesinin kendisini kahvaltıya beklediğini haber verirdi. Ceviz oturma takımı, patlıcan moru ve çağla yeşili kadifeden olan misafir odasında sabah kahvesi içilirken, sarışın mavi gözlü bu İstanbul Hanımefendisinin saray anılarını zevkle dinlerdi. Yemekten sonra öğle uykusuna yatılır, eve mışıl, mışıl bir sessizlik yayılırdı. Doğan gün, Bebek sırtlarına devrilince kalkılır, kayıkhaneden çıkarılan kayıkla bazen kıyıda bir kürek gezintisi yapılırdı. Kız enstitüsü mezunu olan annesinin diktiği üstü bluz-büstiyer altı ise bol paçalı bir külot şeklinde olan mayolarından birini giyer kah ön kah yan «crawl”[13] ile yüzerdi. Yorulunca sırt üstü yatıp dinlenirdi temiz sularda. Derin bir nefes alıp, ağırlığını başına vererek suya dalıp çıkar, kıyıda güneşlenmekte olan ninesinin yüreğini ağzına getirirdi. Beden eğitimi pekiyi idi ve okulda voleybol takımında oynamıştı. Saime Hanım, hem kendisi şahane güzel, hem de sesi bir opera sanatçısı gibi geniş perde aralığına sahip bu torununu ayrı sever, denizden sonra onu piyano odasında beklerdi. Güzel kız piyanonun başına geçer Fransızca «J’attendrai[14] ile başlar sonra Chopin’in[15] «Tristesse[16] adlı parçasını İngilizce söylerdi. Bu parçayı, yurdu Polonya’yı özlerken birlikte olduğu kadın roman yazarı George Sand için yazdığını biliyordu[17]. Son olarakta İstanbul’da ünlünen Tango Bolero adlı parçayı Rumca «Essena Bolero…” diye okumaya başlar ve konserini «Sevdim bir Genç Kadını” adlı Türkçe Tangoyla bitirirdi. Böylece sıra annesi Vahide Hanım’a gelir, o da utunu eline alır; peşrev’in ardından hep birlikte «Hastayım yalnızım” söylenirdi. Onu çoğunlukla «Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi” takip ederdi. Onun ardından Atatürk’ün çok sevdiği Rumeli Türküsü «Bülbülüm altın kafeste” okunurdu. Ailenin fertleri müzik, dans ve resim gibi sanatlarla ilgilenir, her evde muhakkak bir gramofon bulunurdu. Mualla Mukadder Atakan[18], Mualla Gökçay[19], Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ Sözeri, Zehra Bilir, Hamiyet Yüceses ve nicelerini Kadıköy, İnci Gazinosundaki konserlerde ve Sahibinin Sesi yapımı taş plaklarda dinlerlerdi. Salacak parkında konserler veren Münir Nurettin Selçuk’un sesi sadece yakın çevrede değil, uygun rüzgarda Galata Kulesi’nden bile duyulurdu. Bir keresinde babası Abdullah Bey’in ricası üzerine, Münir Nurettin’in yoksul çocuklar yararına verdiği konserden 500 TL toplanmıştı. Bu konserler aynı zamanda eğiticiydi. Örneğin güftesi Yahya Kemal Beyatlı’nın, bestesi ise Münir Nurettin Selçuk’a ait kürdilihicazkar şarkı «Endülüste Raks’ı” bu şekilde öğrenmişlerdi.

Zil, şal ve gül! Bu bahçede raksın bütün hızı…

Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı…

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.

İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir…

dizeleriyle başlayan bu ezgiyi aile icra ederken def çalar, gençler ise vals yapardı. Bazen bu aile meclislerine katılan Cezmi ağabeyleri yanık sesiyle kız kardeş geri kalerinerinden ger kalmazdı. Arasıra Vahide Hanım’ın orada olduğunu duyan ve tavla oynamasını seven eş-dost da aralarına katılırdı. Vahide Hanımefendinin İstanbul’un ünlü kadın tavlacılarından biriydi. Akşam yemeğine hep birlikte oturulur, ardından gelen Türk kahvesi ve zarif ağızlıklar içinde içilen sigaradan sonra O’nunla tavla oynamak bir zevk olduğu kadar da öğreticiydi.”

Genç kadın sonunda randevusuna yetişti. Yeğenine, Beyoğlu’nda dolaşması için iki saat izin ve harçlık verdi. Koşar adım merdivenleri çıkıp Vili’nin kapısını çaldı. İki genç kız onu içeri buyur etti. Burası zevkle döşenmiş, bir kenarında aynalar bulunan iç içe bir kaç salondan ibaretti. İstanbul’un kalbur üstü genç kızları ve hanımefendilerinin uğrağıydı. Köşedeki gramafonda Münir Nurettin Selçuk’un Aziz İstanbul adlı eseri çalmaktaydı. Mantosunu çıkardı, tanıdık büyüklerin elini öptü, yaşıtlarıyla kucaklaştı, tanımadıklarıyla tanıştı. Kendisini hemen rahat bir koltuğa oturttular. Yorgunluğunu gidermesi için gümüş tepside, gümüş kaşıklı ve tabaklı bir bardak çay ikram ettiler hemen. Tepside ayrıca küçük bir porselen tabakta, yarım ay biçiminde kesilmiş bir kaç limon ve minik gümüş bir çatal vardı. Kenarları işlemeli şile bezinden peçeteyi özenle dizine yaymıştı bile kızlar. Aynalarıyla bu yer ona hep Yeniköy’deki Kalender Ordu evinin düğün salonunu hatırlatırdı. Kendisi o düğünlerin gözde dansçılarındandı. Erkeklerle dans etmesine izin verilmezdi. Salacak’tan arkadaşı, kendisi gibi bir subay kızı olan İlhan’la eş olurlardı. Öyleki onlar dansa kalktıkları zaman zemin boşalır, zevkle herkes bu iki genç kızın zamanın gözde danslarından vals ve tangoyu yapmalarını huşu içinde seyrederdi.”

Bir Levanten[20] olan Vili Bey, geldiğini görünce yaklaşıp hatırını sordu. Validesi, pederi, ağabey ve ablası nasıllardı acaba? Vahide Hanımefendi ne zaman saçlarına soğuk perma yaptırmak için gelmeyi düşünüyorlardı? Rezzan Hanımefendi saçlarını bu kez hangi renge boyatacaktı? O sırada Belkıs Hanımefendi’nin manikür ve pedikür’ü bitmiş gitmek için giyiniyordu. Görevli, özenle onun kısa vizon ceketini tutmaktaydı. O gün ikinci kez karşılaşıyorlardı. Ama genç kız bu sefer Rebia Teyzesini arıyordu berberde. Çekik gözleriyle salonu iyice taradı fakat ortalarda yoktu. İzin aldı ve telefonun numaralarını teker teker döndürerek Doğancılar’daki köşkü aradı. Yanıtlayan evlatlık Fatma’ydı. Saygılı bir sesle annesinin karşıya geçmek üzere evden bir süre önce ayrıldığını söyledi. O sırada ahizenin öbür ucunda Yavuz Zırhlısının kaptanlarından Emekli Albay Cevat Toydemir’in[21] sesi duyuldu. «Kızım nasılsın? Babanız Abdullah Beyefendi ve anneniz Vahide Hanım nasıllar?”. Genç kız saygıyla yanıtladı: «İyiler efendim” dedikten sonra sordu «Zat-ı aliniz nasıllar?” «İyiyim evladım. Ya sözlünüz Binbaiı Behiç Beyefendi nasıl?” «İyiler, efendim bu akşam Ankara’dan teşrif edecekler. Bir maniniz yoksa yarın akşam elinizi öpmek için gelmek istiyoruz”. «Buyurun evladım, yemeğe bekleriz”. Vedalaştıktan sonra ahizeyi yerine koyan genç kız için için sevindi çünkü nikah şahitliğini bu amcasının yapacağı nihayet kesinleşmişti. Yeni saç biçimiyle, ilk ziyaretini onlara yapmak ne kadar heyecan vericiydi. Kış bahçesinde yerlerdi herhalde Rebia Hanım’ın eşsiz Çerkez tavuğunu. Bu teyzeleriyle baba tarafından akrabaydılar. Rebia Hanımefendinin annesi küçük yaşta İstanbul’a getirilip, esir pazarında soylu bir aileye satılmıştı. Evde eğitildikten sonra evin subay olan oğluyla evlendirilen Palmet Hanımın kızıydı. Saçları çok genç yaşta ağardığı için, imini beceremeyen küçükler ona Pamuk Teyze derlerdi. Babası tarafından Mısır’da toprak sahibiydi. Rebia Hanım kan ter içinde berberden içeri girdiği vakit genç kızın perması yapılmıştı bile. Alnını kıvırcık bukleler süslüyordu. Bu haliyle Amerikalı, çocuk film yıldızı Shirley Temple’ı hatırlatmaktaydı. Rebia Hanım bir süre inanmaz bakışlarla gözlerini kendisinden alamadı. Genç kız, onun bu şaşkınlığı karşında tatlı tatlı gülümsüyordu. Neşeyle Cevat Bey Amca’sının nişanlısıyla birlikte kendilerini ertesi akşam yemeğe davet ettiğini anlatıyor ama Rebia Hanım işitmiyordu bile. «Ben Vahide ablama nasıl bunun hesabını veririm?” diye düşünmekteydi. Yavaş yavaş kendine geldi. Vili Bey yanına gelmiş ve ne istediğini soruyordu. «Ben saçımı boyatmaktan vazgeçtim” diyebildi yalnızca. «Böyle bembeyaz daha güzel, hem şimdi Cevat Bey beni yadırgar” diye ekledi. «Öyleyse, Behiç gelmeden çıkalım, bekletmeyelim onu evde” dedi genç kadın.

«Artık hayatta olmayan müstakbel kayınvalidesi Alime Ana ile ailesi, daha kendisi dünyaya gelmeden Konya’da, kapı karşı komşuluk yapmışlardı. Kocası İbrahim’i kaybettikten sonra Sille Bağlarını ve çerçiliği terkden bu nine, iki dul kızı ve beş torunuyla birlikte Konya’nın merkezine taşınmıştı. Alime Ana’nın en küçük oğlu İstanbul’da Halıcıoğlu Askeri Lisesi öğrencisiydi. Vahide Hanım ve binbaşı iken emekli olan Abdullah Bey, Yalıboyunda otururkerken, bir gün kapılarının önünden geçen Ali Behiç’i görünce içeri davet etmişler ve yeni dünyaya gelen kız bebeği sevmesi için kucağına vermişlerdi.” İşte genç kızla nişanlısının ilk tanışmaları böyle olmuştu. Akşam olmak üzereydi. Hemen kuaförden çıktılar, dışarda bekleyen Selçuk’la birlikte önce Nimet Ablaya uğradılar. Vahide Hanımın Tayyare Biletine yine ne bir ikramiye ne de amorti çıkmıştı. Genç kız yeni bir bilet daha aldı. Eve vardıklarında nişanlısı çoktan gelmiş; omuzları yıldızlı, haki ünüformasının içinde onu merdivenin başında bekliyordu. Sokak kapıdan girer girmez bakışları karşılaştır. Genç kız sevgiyle gülümsedi ama genç adam donup kalmıştı. Bir kaç kez yutkunduktan sonra «Özüm, saçların çok güzel olmuş, pek yakışmış” diyebildi. Arkasında duran ev halkı ise gözlerine inanamıyordu. Dadısı «Hoşgeldim kızım hoş” diyerek koştu. Genç kadının çekik ela gözleri tamamiyle çağla yeşiline dönmüş; pırıl pırıl parlıyordu. Her halinden memnun olduğu belliydi. Özenle elinde duran kadife torbayı na uzattı. «Bunu iyi, emin bir yere koyar mısın dadıcığım?” dedi. Sevinçliydi. Dertlenen kadın yavaşça torbayı eliyle yokladı. Aklına gelen başına gelmişti. Korkarak içine baktı ve derin derin içini çekti: Her biri altmışbeş santimetre uzunluğunda bir çift, lepiska saç örgüsü sessizce kıvrılmış, yan yana duruyordu.

Em. Kur. Alb. Ali Behiç Ergenekon (1909-2001)


[1] 1830-1876

[2] 1841-1907

[3] Hafif savaş zırhlısı

[4] Kutsal Üçlü (Baba-Oğul-Kutsal Ruh/Ruh-ül Kudüs)

[6] Bu yat 23 Şubat 1938’de Türk Hükümeti tarafından satın alınarak sağlığı bozulan Atatürk’e hediye edilmiştir (http://tr.wikipedia.org/wiki/MV_Savarona Erişim 24.12.2013)

[7] 1844 yılında Fransız Alexandre Dumas, pere tarafından yazılan ve 18 bölüm halinde yayınlanan bu romanda (http://tr.wikipedia.org/wiki/Monte_Kristo_Kontu Erişim 24.12.2014)

[8] 1744-1822

[9] Sezer, Hamiyet; Tepedelenli Ali Paşa ve Oğullarının Çiftlik ve Gelirlerine İlişkin Yeni Bilgi-Bulgular, Belleten DTCF. (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/23/138.pdf Erişim: 24.12.204)

[10] Şimdi Salacakta bulunan kayıkçı barınağıdır.

[11] Kumaş

[12] Milli Piyango

[13] Kulaç

[14] «(Seni) bekleyeceğim, gündüz ve gece herzaman” (1938).

[15] 1810-1849 Polonyalı Besteci

[16] Hüzün: Etude Op. 10, No 3

[17] Barones Dudevant veya asıl adıyla Amandine Aurore Lucile Dupin (1804-1876).

[18] «Ayrılsakda beraberiz” http://www.dailymotion.com/video/xi3bs7_ayrilsak-da-beraberiz-mualla-mukadder-atakan_music

[19] «Sevdim seni zalim beyhude avundum” (https://www.youtube.com/watch?v=Hh4VNRJC_6Y)

[20] Osmanlı Döneminde Ege, Lübnan, Suriye, İsrail-Filistin kıyılarına yerleşmiş Fransız veya İtalyan asıllı katoliklere verilen isimdir.

[21] Kurmay Başkanı Org. Cemil Cahit Toydemir’in (1883-1956) erkek kardeşidir.

Bunları da sevebilirsiniz