Özüm

Deniz kenarındayız. Minik dalgalar sahile vuruyor. Kumsalda yaşıtım 2 çocuk oynuyor ayak bileklerine kadar mavimsi yeşilimsi suyun içinde. Biri kız biri oğlan. Teneke kovamı alıp bende suya giriyorum oynamak için. Nedense oğlan bana “süpürge saçlı” diyerek beni derine itiyor. Batarken iki elimle yakasına yapıştığım çocuğu da sürüklüyorum. O geri çekilince beni de sudan çıkartıyor. İki adım ötede güneşleyen annem çoktan yanımda beliriyor. Beni koltuklarımın altından havalandırıp omuzlarına alıyor. Birlikte ahşap iskele boyunca yüzüyoruz. Ürken bir yengeç aniden harekete geçince annem hemen yön değiştiriyor. Derken babam vazifeden çıkıp açık renk üniformasıyla gelip bizi alıyor İskenderun Orduevine götürüyor. Makam aracına binmek için Arsuz çayı üzerindeki ahşap köprüden yürüyerek. Lepiska (uzun sarı) saçlarım örgülü ve kırmızı kurdeleli iki top halinde kulaklarımın arkasına toplanmış. Üstümdeki gömleğin gömleğin altında askılı, kareli bir eteklik var. Çoraplarım beyaz, ayakkabılarım çok güzel. Evcilik oyunumun küçük bebek arabası elimde önden giderken annem babamın kolunda, kolsuz beyaz üstüne geniş yaprakla dokunmuş, bele oturan kloş (daire) etekli elbisesi, beyaz şık çantası ve ayakkabıları ile babamın koluna girmiş yürüyor. Saçları açık kumral ve bukleli. Babamın omuzlarında yıldızlar yakasında koyu vişne rengi işaretler var: “Babama Kurmay başkanım” diyor ve selam veriyorlar. Sol elleri bacağa bitişik; baş parmağı içine kıvrık sağ el parmaklarını sağ kaşlarının üzerine götürerek, dimdik bir duruşla, içten bir saygıyla babama bakarak. Bahriye (Denizciler) tesislerinden dönüşte hemen yakınlarda bir lokantaya gidiyoruz akşam yemeği için. Ayaklarım yere değmiyor ve garson her günkü yastığımı altıma yerleştirip beni oturtuyor. Ardından önüme bir tabak cips (incecik kesilmiş) patates kızartması koyuyor. Arkamda oturan hanımla annem-babam selamlaşıyor. Kadın ağlayarak babama, şehrin ileri gelenlerinden kocası Ahmet Bey’in nasıl sokak ortasında kurşunlandığını anlatıyor. Onlar konuşurken ben yemeğimi bitirip içerde dolaşıyorum. Kapıdan çıkıp caddeye bakan büyük camlarından içeri bakıyorum. Elleriyle “gel” diyorlar. Ordan çıkıp birkaç bina ötedeki “evimize” gidiyoruz. Arka sokağa bakan yatak odamızın penceresinin geniş iç duvarına oturup bitişikteki düz çatıya gerilmiş beyaz perdenin tersinden renkleri canlı bir film izliyorum. Beyaz örtüye sarılmış, mavi ve altın çizgili baş örtüsü kulaklarının arkasından geçen kaskatı bir Firavununun yanına, çırpınan karısı da koyuluyor. Yavaş yavaş lahdin kapağı üzerimize kapanınca soluğu annemle babamın yanında alıyorum. “Özüm artık yatalım, yarın çok erken kalkmalıyım” diyor babam. Başım yastıkta onları duyuyorum. “Biz de yarın Begümşen’le terziye gideceğiz diyor annem.

TERZİ ELİZABET

Sabah kahvaltısından sonra bir cip (Jeep) babamı götürüyor. Annemle palmiyelerin, çiçeklerinin süslediği orduevi bahçesinde oturuyoruz. O sırada önümüzde iki tekerlekli tezgahının iki eliyle tutmuş “Muzcu Amca” geçiyor ve kaldırımdan bize bakıyor. Annemle gidip bir kesekağıdı muz alıyor karşılıklı bitiriyoruz her günkü gibi. Ufak havuzda kırmızı (Japon) balıklar yüzüyor. Üzerimde sarı renk üzerine baskı Peter Pan resimleri taşıyan bir elbise var. Annemin kilise dediği bir binanın bulunduğu sokakta, kaldırımdaki bir duvarın kapısını açıp annemi beni içeri sokuyor. Bir avluya giriyoruz. Köşeden köşeye iki ip serilmiş. Üzerine dikilmeyi bekleyen kumaşlar serilmiş. Ben onların altında oyuna dalıyorum. Annem içerde getirdiği kumaşları Elizabet hanıma gösteriyor, bana ve kendisine nasıl elbiseler istediği anlatıyor. Terzi elinde mezüre denilen bir şeyi annemin göğsüne, beline ve kalçasına doluyor. Bir parmak da bolluk bırakarak “Bu iyi mi?” diye anneme soruyor. Avlu çok ısınıyor, içeri kaçıyorum. Aydınlıktan sonra içerisi zifiri karanlık geliyor. Anne diye seslenince bir el hemen elimi tutuyor. Uzun boylu annemin bacağına sarılıyorum. O sırada Kilisenin çanları çalınıyor. Terzi eliyle alnına, karnına, sol ve sağ omuzuna dokunuyor sırasıyla. Çanları ezan sesi takip ediyor. Annem “Aziz Allah” diye iç geçiriyor. Koşarak oradan çıkıyor, öğle yemeğine yetişiyoruz.

FAYTON

Kısa bir öğlen uykusundan sonra annem hazırlanıyor. Altıma mayomu giydiriyor. Elinde içi havlu, terlik dolu bir çantayla Ordu evinin kaldırımına çıkıyoruz. Boyunları pirinç (metal) ve boncuklu, koşumları kırmızı püsküllü bir çift kızıl kahverengi at burunlarından soluyarak önümüzden geçerken annem işaret ediyor. Arabacı dizginlere asılıyor, hayvanların ağızları açılıp dişleri ve ağzın içinden geçen demir görünüyor,“Bırrr! Bırrr” diye atlara sesleniyor arabacı. Atlar durunca elindeki kamçıyı bırakıp oturduğu yerden önce benim sonra annemin arabaya binmesine yardım ediyor. Atların kuyruklarının altında asılı duran torbalar var. Atlar önce yürürken sonra sekerek daha süratle gitmeye başlıyor (link/tırıs). Kordon’un batısındaki Havacıların kumsalına gidiyoruz. İş çıkışı babam bize katılıyor. Ertesi gün, ağrıyan bir dişim yüzünden randevumuz var. Babam daha erken geliyor işten. Dişçi Afred Rumca, Arapça ve Fransızca biliyor. Tabii babamla benim anladığım dilde biraz tuhaf bir şekilde konuşuyor. Kalkavan’lar, Sayek’ler, Dingiltepe’lerin hepsi babamı tanıyor. Bazılarının çocukları Fransızca öğrensin diye Beyrut’taki özel okullara gönderiliyor. Hatay gibi o yerlerin de Birinci Dünya Savaşında Fransız işgali altında kaldığını çok sonra öğreniyorum. Bana daima bir koyucu ve iyi bir eğitim veren annemle babamı şükranla anıyorum. Vefatının 3. Yılında, Yarbay Abdullah ve eşi Emine Vahide’nin 3. Çocuğu, abisi Em. Alb. Cezmi Aydoğan ve ablası Rezzan Aydoğan’ın kardeşi olan operatik sesli ve tango bilen Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunu güzeller güzeli annem Uğur Özcan Ergenekon’a 11.Haziran 2021

Bunları da sevebilirsiniz