Seçimler yaklaşıyor. İkna kurulları, ikna uzmanları, neyi neden seçmemiz gerektiğini, kimin doğru olduğunu, hangi siyasetlerin gerçekçi olduğunu, «kitlenin algısı”na hangi siyaset ve liderlerin daha uygun olduğunu bizlere söyleyecekler hemen bulunup medyaya çıkarılıyor. Gazete sayfaları, sosyal medya ve televizyon ekranları iknacılar ve aklayıcıları bizlerle buluşturuyor.
İknacı ve aklayıcıların tahminlerinin, değerlendirmelerinin yanlış olmasının bir yaptırımı veya bir etkisi yok. Aynı kişiler yıllar yılı oradan oraya savrulup giderken «tutarlılık”tan ve «ilkelilik”ten dem vuruyorlar. Dahası, bunların bazıları gündemi tarihsel önemdeki konularla veya kimileriyse eskiden bar ortamlarında yaptıkları «ülkeyi ve solu kurtarma” tartışmalarla birleştiriyor: Atıp tutmak, saçmalamak serbest. Serbest olsun! Düşünce özgürlüğü var. Ancak, nedense bu saçmalamaların saçmalığını ortaya koyanlara ya yer verilmiyor veya izlenmesi güç saatlerde yer veriliyor veya söylenenlerin itibarsızlaştırılması için türlü dümenler çevriliyor. Medya organlarının dümenlerini, açığa çıkarmak başlı başına ayrı bir konu olarak ele alınmalı. Oysa biz bu yazıda daha ziyade bu dümenlere su taşıyan «iknacıları” ve «aklayıcıları” ele alacağız.
Kafa Emeği ile Kol Emeği
İknacılar ve aklayıcılar, daha gündelik bir ifadeyle «Aydınlar” bu yazının esasını oluşturuyor. Kafa emeği ile kol emeğinin tarih içerisinde ayrışmasından beri toplumların önünde bir «aydın sorunu” belirmiştir. Din adamlarıyla (Clergy – Clericos) ve halk-sıradan insan (lay man – Laikos) arasında kimi zaman çok keskin kimi zamansa daha belirsiz hatlar oluşmuştur. Düşüncenin incelmesi ve insanın düşünsel etkinliklerinin çeşitlilik ve özelleşme kazanmasıyla aydın sorunu daha da çözülemez bir hal almıştır.
Aydın sorunu esasında aydınlar arası ve aydınlarla halk arası çelişmelere çözümlenebilir. Aydın ile halk arasındaki kopukluk, halk üzerinde aklayıcı etkinliklerin veya halkı uyandırmak adına devrimci propaganda etkinliklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Çelebilik ve Devrimcilik
Aydınlar arası çelişmelerse siyasal tartışma ve örgütlenmelerin belirmesine, düşünsel etkinliklerine ortam sağlamaya çalışanların çeşitli manevralarına yol açar. Bu iki parametre sonucunda «çelebi” aydın tipi ve devrimci aydın tipi biçimindeki iki uç ve bu iki ucun arasındaki değişik tonlardaki görünümler ortaya çıkar. Çelebi aydın tipi sistemin efendileri tarafından kendi siyasetlerini ve uygulamalarını aklamaları için maaşa bağlanmış aydınlar içine alan bir tiptir. Devrimci aydın tipi ise halkın veya kamunun yarattığı değerlerle geçinen ancak düşünsel üretimini devrimci mücadele için harcayan aydınları içine alır. İkisinin ortak yanı düşünsel üretimde bulunmalarıdır. Her ikisinin de sınıfsal durumunu siyasal konumlanışları ve üretimlerinin siyasal ve tarihsel sonuçları belirler. Ancak, bu kişilerin «ben devrimciyim” demesiyle belirlenmez. Siyasal konumlanışın yalnızca dile gelmesi belirleyici değildir. Belirleyici olan düşünsel üretimin nesnel etki, dayanak ve sonuçlarıdır. Dolayısıyla, teoride, «devrimci” olduğunu iddia eden pek çok aydın gerici olabilir.
Dostlarımız ve ilericiler arasında «aydın” sözcüğünü gericiler için kullanmamaya çalışmak gibi bir gayret var. «Aydın” sözcüğüne çok büyük anlamlar atfetmek gerçeği karartmaktadır. Karşımızda da aydınlar var. Ancak, kişinin aydın olması onun ilerici olmasının garantisi değildir. Örneğin, üniversite öğretim üyelerinin tamamı aydın sınıfı içerisindedir, ancak bunların pek çoğu ya zımnen ya da açıkça birer aklayıcı aydındır, karanlığı aklamakta gerçeği karartmaktadır.
Denektaşının Yitimi: «Anything Goes”
Seçimler öncesinde, sonrasında, tarihsel anmalarda sürekli olarak yukarıda sözü edildiği anlamda «aklayıcılar”ın düşünsel bombardımanı altında kalıyoruz. Bu düşünsel bombardıman karşısında bir o kadar yanlış savunma hatları kuruluyor ve tartışma o denli yanlış bir mecrada yapılıyor ki bu savaşın ortak paydası olan cehaletle savaşmak daha acil bir hal alıyor.
Her iki tarafa da ortak olduğu için bu cehalet türüne «Aydın Cehaleti” desek yeridir. Postmodernizmle birlikte bu cehalet kendisine ideolojik kılıf da buldu: Anything goes (her şey makbul, hepsi de doğru olabilir). Hakikatin her şekilde eğilip bükülebileceğini ve tam da bu yüzden hakikatin olmadığını, dahası öznel temelde yaratıldığını ve bunda yanlış bir şey olmadığı tezi diyebiliriz buna. Bu teze göre tarih bir fantezi, felsefe bir deneme, edebiyat bir kesip yapıştırma, hukuk bir gelişigüzel delillendirme etkinliğidir. Bilim ile din, bilim ile gelenek denktir. Tüm anlatılar eşittir. Bu saçmalığa karşı açıkça çarpışmayan herkes de bilerek veya bilmeyerek yavaş yavaş aklayıcılara dönüşüyor. Hele bir de bu ideolojinin değirmenine su taşıyan geçmişten kalma yapısal sorunlarımız eklenince aydın cehaleti daha da güçlü bir hal alıyor.
Aydınlara Karşı Aydınlar: Aydınlanmanın Radikal Savunusu
Zamanında benzer bir karanlık ortamında Descartes bu tip bir cehalete karşı bayrak açmıştı. Okuryazar takımı dediği (Literatti) yarı cahillerin saçmalama serbestisi için matematikten uzak durduklarını ama onun dışında her konuda konuştuklarını söylüyordu. Matematik ve bilim onun için bir turnusol kağıdıydı, bir denektaşıydı. O denektaşı hem hakikate ilişkin bilgimizi sınamaya hem de Galile gibilerinin otoriteye direnebilmesini sağlıyordu. Aynı denektaşına başvuran Spinoza hem Yahudi toplumundan hem de Hristiyan toplumundan dışlandı. İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, El Farabi, Razi ve Ömer Hayyam da Müslüman egemenlerinin baskılarına karşı bilimin, matematiğin gücüyle ayakta kaldı. O güç sayesinde kimi zaman kendilerine uygun efendileri seçebildiler. Bugün de bir denektaşına ihtiyacımız var ki hayasız akına karşı dik durabilelim. Ancak, bu sefer sistem daha akıllı, doğrudan denektaşına saldırıyor.
Bu saldırılar ve saçmalama hakimiyeti ve aklayıcıların tahakkümü sonucunda sistem öylesine tıkandı ki bugün National Geographic dergisi bile «Bilime İnanmayı Neden Bıraktık?” sorusunu soruyor.
Bizde bu sorun çok eskiye dayanıyor. Postmodernizm öncesinde, bizdeki sorun matematik ve felsefeden ziyade edebiyat ve dini esas alarak topluma yön vermeye çalışmamızdı. Batı’dan felsefe geliyordu, doğru. Ama bu felsefe «felsefe” olarak değil, sadece edebiyat olarak giriyordu kapımızdan. Bilginin doğruluğu, belki de bu nedenle, argümanın sağlamlığıyla değil, estetik bir dil kullanımıyla gösteriliyordu. Bu o noktaya vardı ki artık sonunda tarihsel dogmalar edebiyatçılar, edebi anlatılar ve filmler üzerinden empoze ediliyor aydınlara. Evet, bunlar halka her zaman bu kanallarla girer. Ancak, bize özgü olan aydınların da felsefeye ve bilime bu denli uzak olmalarıdır. Felsefesizlik ve matematiksizlik bu çevrede, maalesef bir övünç kaynağı olmaktadır.
Sonuç olarak, felsefe ve bilim, akıl ve mantık tüm tartışmaların dışına itilmeye çalışılıyor. Öncelikle, toplumsal bilimlerden dışlanıyor. Onların arasında belki de en çok belgeye dayanması gereken tarihten belgeler tümüyle dışlanıp tarih, sıradan bir anıya veya anılar toplamına indirgenmeye çalışılıyor ve bunların teorisi yapılıyor. Belgesiz tarihçilikle «Ermeni Soykımı”, «Dersim Soykırımı”, «Tek Parti Dönemi diktatörlüğü” gibi temalar üzerinden cehalet ve hurafeler pompalanıyor. Bir başkası, «Medine demokrasisinden”, «peygamberin mucizelerinden”, «ırkların üstünlüklerinden”, «kayıp kıtalardan”, «efsanevi kuşlardan” bahsedip bunların doğruluğu için kutsal kitapları göstererek bilim yapıyor!
Diğer bir sonuç, felsefesiz tarihçilik olarak beliriyor. Tarihsel olgular anlamlı bir bütün oluşturmadan sıralanıyor. Felsefesiz ekonomiyle, yığınla önkabule yaslanan çalışmalardan abuk sabuk tahminler, yanlışlığı sıklıkla gösterilen değerlendirmeler yapılıyor. Tüm bunlar, akademide ve televizyonlarda sürekli yer buluyor: Adeta bir akıl tutulması! Buna karşı bilimi savunduğunuzdaysa ya «pozitivist” ya da «zorba” oluyorsunuz. Birinci sıfatı yakıştıranlar «düzeyli, kibar” aklayıcılar; ikincisini yakıştıranlar, ağızları daha «hür” olanlar.
Yol göstericimiz YALNIZCA BİLİM ve AKIL olmalıdır!
Çoğu yerde, en azından vatansever çevrede, bilimin yol göstericiliğine açıktan karşı çıkılmıyor. Ancak bilimin yanına tamamıyla bilimdışı yol göstericiler de pratikte sunuluyor. Birbirimizi kandırmaya gerek yok, günümüzün modern görünümlü insanı «boyalı reçeteler sunanlara”, kendi hayatında hiçbir gelişme göstermemiş kişisel gelişim koçlarına, din büyüklerine, büyücülere, belgesiz tarihçilik yapan modern gurulara, bilimsel görünümlü bir dil kullanan bilim düşmanlarına bel bağlıyor. Sahte dinin karşısına «gerçek dini” koymaya çalışanlar her nedense sahte bilimin karşısına «gerçek bilimi” koymaya çalışmıyorlar.
Kendini kandırma süreci bin yıllar sürebilirdi ve sürdü. Ancak günümüz sorunlarının pek çoğu bu saçmalıklarla çözülemez. Çevre sorunları, büyük kitlelerin karınlarının doyurulması sorunu, enerji sorunu, farklı etnik ve kültürel geçmişlerden gelenlerin modern bir yaşamda bir arada yaşamalarında beliren sorunlar bu hurafelerle çözülemez. Birbirimizin sırtını sıvazlamaktan, gönlünü hoş etmekten, kırıcı olmamak adına yalanları onaylamaktan, «saygı” ve hoşgörü adı altında saçmalıklara boyun eğmekten vaz geçmemiz gerekiyor. Bu yapılmadıkça Rennan Pekünlü gibi değerlerimiz ve öncülerimiz hapsedilir ve onlar hapsedilirken kitlelerin zihinleri daha da çok karartılır.
Gerçeği söylemekten tereddüt etmeyelim. Bilim ve akıl yol göstericilerden ikisi değildir, yalnız bu ikisi hakiki yol göstericidir. Bilim ve akıl yaşamdan dışlandığında yaşam daha özgür olmuyor. Tam tersine, bu kez, bilim dışı ve akıl dışının tahakkümü altında, sorgulanamaz otoritelerin altında saçmalıklarla dolu bir yaşamın nesneleri oluyoruz. Bunu yıkacak tek şey gerçekleri savunmak ve gerçek, pratik sorunları bilim ve aklın yol göstericiliği ile çözmek için mücadele etmektir.