İktidarın dünden bugüne gelişiminin seyir defterine baktığımızda, yalandan gayri bir şey görme olanağı yoktur. 2002 Kasım genel seçimleri sonrası, AKP ve Başbakan demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü söylemleri ile başta liberaller, dönek solcular ve bazı sol aymazları yanı başına payanda olarak almayı başardı. Bu sayede her seçim sandıktaki oylarını artırdı. Anayasa Referandumu ile de bu durum doruğa tırmandı. Seçim ve siyasal partiler yasası ile Yasama ve Yürütmeyi tekeline alan Başbakan, böylece Yargıyı da kendi eli altına almayı sağladı. Artık saltanat kayığını istediği istikamete yönlendirebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Başta Ergenekon olmak üzere Balyoz, Casusluk gibi davalarla ve aslı astarı olmayan suçlamalarla toplumun birçok kesimini Silivri zindanına doldurdu. Öyle ki, toplum kendinden korkar oldu.
Başbakan inandığı inanmadığı her ne kadar değer varsa hepsini siyasetine meze yaptı. AB değerlerini yandaşları ile topluma sunarak sahiplenmeye kalkıştı. Zaten arkasında var olan ABD desteği Ilımlı İslam Siyaseti ile Ortadoğu’yu şekillendirmeye yöneldi. İhtirası ve egosu Başbakanı Osmanlı Sultanı zehabına sürükledi. Ülkeyi kendi mülkü ve hazineyi de kazanılmış hak olarak gördü. Güç fırtınası başını döndürdü. Giderek, ne yandaşlara, ne de AB ve ABD desteğine gerek duymaz oldu. Nasıl olsa kendine eğitimi düşük, dini inanışları güçlü bir Anadolu halkı destek veriyordu. «Devlet ben’im, yasa ben’im” diyerek halkın yüzde ellisinin verdiği desteği bir padişah yetkisiymiş gibi algılayarak, etrafa afra tafra yapmaya başladı.
Başı dönmüş gözü kararmıştı… Dün yaren olduğu Suriye Devlet Başkanı Esad bir anda diktatör ve zalim biri oldu. Türkiye’ye getirdiği sözde özgürlükleri Suriye’ye taşımak için kan kusmaya başladı. Ama evdeki hesap, savaş meydanlarına hiç uymadı. Esad direndi, Rus devlet Başkanı Putin ve İran’ın Suriye desteği Erdoğan’ın hevesini kursağında bıraktı. Televizyon ekranlarında ve meydanlarda kazandığı Pirus zaferini uluslararası savaşta devamlı yeniliyordu. Hayallerini gerçekmiş gibi aklının estiği her yerde ve her daim söylüyor, ama arkası gelmiyordu. Nitekim Putin’e «bizi de Avrasya (Şangay) beşlisine alın’’ demekte sakınca görmüyordu. Bir NATO ülkesinin böyle bir birliğe girmesinin olanaksız olduğunu anlamıyor ve kavrayamıyordu. Danışılmayan danışmanlar ordusu, saksı gibi etrafında dönüyor ama akıl veremiyorlardı. Zira güç ve hırs tüm benliğini sarmış Meclis’e atadığı vekiller kendisini kah peygamber, «kah Allah’ın tüm meziyetlerini üzerinde toplamış biri” olarak takdim ediyorlardı. Böyle yaklaşımlar başını döndürmüş, gözünü karartmış kendisini özel yaratılmış biri, yani Mehdi kılmıştı.
Bütün bu gelişmeler olurken, diğer taraftan ülkenin Cumhuriyetle birlikte kazanılmış tüm üretim ve hizmet varlıkları Arap şeyhleri başta olmak üzere, yerli ve yabancılara yok pahasına satılıyor ve komisyonlar alınıyordu. Sadece iktidar değildi baş döndüren. Avro ve dolarlar da artık baş döndürür seviyeye ulaşmıştı. Başta bizzat Başbakan’ın evinde olmak üzere bakan çocuklarının yatak odalarından, banka genel müdürünün sayısız ayakkabı kutularından dolar ve avrolar saçılıyordu. İranlı yirmi beş yaşında bir genç, Türkiye Cumhuriyeti Hükümet üyelerini istediği gibi kullanıyor ve onları paraya boğuyordu. Bir bakanın kolunda yedi yüz bin liralık saat rüşvet olarak takılı duruyordu. Ar namus tertemiz olmuş, erdem rafa kaldırılmıştı. Alt kültür üst kültüre hakim olmuş, rüşvet ve yolsuzluk devlet yönetiminin bir parçası haline gelmişti.
Bozulmayan tek ortaklık suç ortaklığı denilse de, paralel suç ortaklığı bir anda kesişen ve kırılan ve daha sonra da çatışan ortaklığa dönüşmüştü. Her gün internette rüşvet ve yolsuzluklar sayfa sayfa yayınlanmaya başladı. Rüşvet ile yolsuzluk tapeleri dakika ve saniyesine varana kadar orta yere saçılıyordu. Paralelin bir ucu beddualarla karşı tarafa yükleniyor, diğer uçta Başbakan dünkü suç ortağını namussuzlukla suçluyor hakaretlerini an be an tekrarlıyordu. Suriye savaşı sona ermiş, ülke içinde artık ekran savaşları başlamıştı. Ülke ahlaksızca söylemlerle çalkalanıyor, seçim meydanları «hırsız var” nidaları ile inliyordu. Kudretlinin iktidarı sarsılıyordu… Dün kendisine destek veren liboşlar, dönekler ve yetmez ama evet diyen solcular, Başbakan’ın etrafından birer birer dökülüyor, kendisini yalnız bırakıyordu. Sıkışan iktidar ise özgürlükleri kısıtlıyor, faşizm dişlerini gösteriyordu.
Artık sona gelindiğinin farkına varan R.Tayyip devşirme topluluklara feryad-ı figan ile sesleniyor bütün bu yapılanların kökünün dışarıda olduğunu söylüyordu. Yalan ve dolan artık iktidar olmak için değil, rüşvet ve yolsuzluğun üzerini örtmek için kullanılıyordu.
Gezi direnişi ile başta on dört yaşındaki Berkin Elvan olmak üzere verilen şehitlerle zemin Başbakan’ın ayakları altından kaydı. Korkulan korku kayboldu… Ne feryat ne de figan kar eyler artık… Tuz koktu, karanlık bitiyor, gün doğuyor… AKP sona geldi. Ülke dayanışma ve bir olmayı öğreniyor. İslam kuralları içinde olmayan Allah ile aldatmakla, Allah adına zengin olmakla artık kimse avutulamıyor. Namuslu ve dindarlar dinlerini koruma adına Tayyip Erdoğan ve yandaşlarına dur diyorlar. Erdem ne inançtadır ne de insanın aç gözlülüğündedir. Erdem insanın benliğinde ve dokusunda gizlidir.
Uzun söze ne gerek var. Ülke «her yer yolsuzluk, her yer rüşvet, her yerde hırsız var” nidaları ile inlerken, bu feryat, bu figan bu nedenle midir, söyle Başbakan..