Türkiye kırk yıldan bu yana üniversiteye giriş sistemini -yapısında çeşitli değişiklikler olmakla birlikte- merkezi sınav(lar) yoluyla gerçekleştiriyor. Bu sınavlar, yıllara ve ülkenin içinden geçtiği siyasi iklime göre şekil alıyor. Kimi zaman tek, kimi zaman iki basamaklı uygulanan üniversite sınav sistemi -istisnai sayıdaki tartışmalı durumlar dışında- genel hatlarıyla güvenilir, okullardaki müfredatı esas alan, nesnel bir uygulama olarak dikkat çekiyor. Bugünkü adı Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi olan ÖSYM ilk kez 19 Kasım 1974 tarihinde Üniversitelerarası Kurul tarafından 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun 52. maddesine göre Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÜSYM) adıyla kurulmuş ve 1981 yılında yürürlüğe giren 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yükseköğretim Kuruluna (YÖK) bağlanarak Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi adını almıştı. Son defa 3 Mart 2011 tarihinde yapılan değişiklikle Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi adını alan ÖSYM, YGS ve LYS’ye ek olarak 13 sınav daha yapmakta, okur-yazar nüfusumuzun büyük bir kısmının ömründe en azından bir defa girmek zorunda kaldığı ulusal sınavların uygulayıcısı kurum olarak dikkat çekmektedir.
Mart ayında yapılacak Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Haziran ayı içinde yapılacak Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) için bir kez daha hatırı sayılır bir öğrenci grubu üniversitelerin kapısına dayandı. YGS’ye girmek istediğini bildiren 2.007.659 ve sınavsız geçiş hakkı için başvuran 78.428 kişiyle birlikte 2014 ÖSYS’ye toplam 2.086.087 aday başvuru yaptı. Bu adayların 850.840’ı henüz bir ortaöğretim kurumundan mezun olmayanlardan, 1.235.247’si bir ortaöğretim kurumundan mezun olanlardan oluşuyor. Bir önceki yıl başvuru yapan aday sayısının 1.923.033 olduğu göz önüne alındığında yaklaşık %8,5’lik bir artış dikkati çekiyor. Üniversiteli olmak veya yeniden üniversite okumak isteyen kişilerin sayısındaki bu artışa karşın toplam kontenjanlarda küçük bir azalma meydana geldi. Önlisans, lisans ve özel yetenekle alınan öğrenci sayısı 2012 ÖSYS’de 937.676 iken bu sayı %3,14’lük bir azalmayla geçen yıl 908.232 olarak gerçekleşti. Önlisans programlarının ve özel yetenekle öğrenci alan programların kontenjanları arttığı için toplamdaki azalmanın temel sebebi, lisans programlarının kontenjanının 54.490 kişi (%9,96) azalması. Bu küçük azalmayı bir kenara bırakacak olursak, insanımızın yükseköğretim görme isteği artarak devam ederken son yıllardaki kontenjan artışlarına rağmen arz yönlü altyapının bu talebi karşılamaya yetmediğini görüyoruz. Bu nedenle kimin hangi bölümde okuyacağının merkezi sınavla belirlenmesi yolundaki katı uygulama eleştirilerle karşılansa da devam ediyor. Bununla birlikte uzun yıllardan bu yana ilk kez sınav modelinde alışılmışın dışındaki fikirler tartışılmaya başladı.
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 8 Ağustos 2012 tarihli toplantısında hâlen geçerli olan üniversiteye giriş sisteminin değiştirilmesine yönelik adımlar atıldığı, LYS’nin kaldırılacağı ve yerine değişik bir sınav sisteminin uygulanacağı bildirilirken yeni sistem için TÜBİTAK, Talim Terbiye Kurulu, YÖK, ÖSYM, MEB ve üniversitelerin 2014 yılına kadar ortak çalışmalarda bulunacakları açıklandı. Hemen ardından ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir, üniversiteye giriş sınavlarının ilki olan YGS’nin 2015 yılına kadar yapılacağını, öğrencilerdeki tek sınav baskısını ortadan kaldırmak amacıyla çeşitli aralıklarla sınavlar uygulanacağını ve öğrencilerin bu sınavlarda alacakları en yüksek puanla üniversite başvurusu yapabileceğini belirtti. Son olarak yaklaşık iki ay önce MEB, YÖK, ÖSYM ve TÜBİTAK uzmanlarından oluşan bir heyet, ABD’de ve dünyada uygulanan çeşitli sınavları yapan ETS’de (Educational Testing Service) inceleme yapmak üzere ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirdi.
Öncelikle bir konunun altını çizmekte yarar var: ETS’nin gerçekleştirdiği çeşitli sınavların uygulanma biçimlerine bakarak üniversiteye girişte yeni bir sisteme geçileceğini söylemek abartılı bir iyimserliktir. Bir yerine birden fazla sınav yapılacak olması yepyeni bir model değil, baskıyı azaltmak için sınav seçeneklerinin sayısının artırılmasıdır. Medyada yer aldığı üzere öğrencilerin bu sınavlarda elde edecekleri başarılara ek olarak okuldaki not ortalamaları (merkezi sistemimizin içinde zaten mevcut olup, kimi okullardaki not enflasyonu nedeniyle eleştirilmektedir), sosyal çalışmaları ve diğer faktörlerin hesaba katılacak olmasıyla birden fazla sınavın yapılacak olması birbirinden bağımsız planlamalardır. Merkezi sistemin ortaöğretimi, öğrencileri, öğretmenleri, aileleri, kısaca sistemin tüm unsurlarını fazlasıyla meşgul etmesi ve sınavların okul, öğrenme eylemi ve beşeri gelişimin önüne geçmesi gibi sebeplerle sıklıkla tenkit edildiği son yıllarda çeşitli vesilelerle bunun için öngördüğümüz alternatifi dile getirmeye çalışıyoruz. Merkezileşmenin tek alternatifi adem-i merkeziyettir. Bunun tek izdüşümü de üniversitelerin kendi öğrencilerini kendi uygun görecekleri yöntem ve kriterlerle almalarıdır. Altını çizmekte yarar var; ikincinin birinciden daha iyi bir model olduğunu iddia etmiyoruz. Sadece merkezi sistemle öğrenci almanın başka alternatifi olmadığını öne sürüyoruz.
Amerika Birleşik Devletleri’nde üniversitelerin öğrenci alma süreci bütünüyle yerinden yönetimle (her kurumun kendi inisiyatifiyle) gerçekleşen ve kurumların kendi sistemlerini kendilerinin kurduğu bir modele dayanmaktadır. Bu model bir başvuru paketi üzerinden yürümekte, bu pakette öğrencileri bütünsel bir yöntemle ölçmeye yönelik çeşitli kriterlere yer verilmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse bir Amerikan üniversitesinde öğrenim görmek isteyen Amerikalı veya yabancı öğrenci adayı aşağıdaki süreçten geçmek, istenen evrakları tamamlamak ve kişisel niteliklerinin tanıtımını yapmak durumundadır:
-Lisedeki not ortalaması.
-SAT (Scholastic Aptitude Test) veya ACT (American College Testing) sınavından alacağı puan. SAT, eleştirel okuma, yazma (kompozisyon) ve matematik-geometri alanlarında öğrencilerin ortaöğretimde edindikleri temel becerileri ölçmeyi hedeflerken benzer şekilde ACT de okuma-anlama, İngilizce dil bilgisi, bilimsel düşünme ve matematik kısımlarından oluşur. Bu sınavlar arasında çeşitli benzerlikler ve farklılıklar olduğunu vurgulamak gerekir. Az sayıdaki üniversite SAT sınavına ek olarak SAT II adı verilen ve belli bir konudaki bilgiyi ölçmeyi hedefleyen ayrıntılı konu testi de istemektedir.
-Öğrenciyi okul yaşamında yakından tanıyan öğretmenlerden alınacak tavsiye mektupları.
-Kişisel kompozisyonlar. Kimi okullar ucu açık bir kompozisyonu kabul ederken kimileri de kendilerinin belirledikleri soruların cevaplanmasını talep etmektedir. Öğrenciyi yakından tanıma çabasında öne çıkan bu kriter pek çok okul tarafından önemsenmektedir.
-Öğrencinin yaşamında yer verdiği çeşitli sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler ile gönüllü olarak yaptığı toplum hizmeti çalışmaları.
-Yabancı öğrenciler için dil yeterliliğini gösteren sınav sonucu. Öğrencinin TOEFL (Test of English as a Foreign Language), IELTS (International English Language Testing System) gibi sınavların yanında okulların veya bulundukları eyaletlerin yaptığı sınavlardan alacağı puan.
Yukarıdaki başvuru sürecinin en dikkat çekici yönü, puana dayalı ölçümlemelere -örneğin sınav sonuçlarına veya not ortalamasına- ek olarak son derece öznel yaklaşımlara da yer açan bir esneklikte olmasıdır. Öğrenci için yazılan tavsiye mektuplarında yer verilen hususlar, başvuru süreçlerinin kritik unsurlarından biri olan kişisel kompozisyonlar, öğrencinin hayatında yer tutan çeşitli ders dışı faaliyetler puansal bir mekaniğe sahip değildir. Bu nedenle ve çeşitli kurumlarda elli binin üstüne çıkan başvuru sayılarının etkisiyle üniversiteler başvuru süreçlerini yönetmek için son derece profesyonel çalışan başvuru değerlendirme kurulları kurmaktadır. Ancak bu kurullar ne kadar güvenilir ve yetkin kişilerden oluşsa da bir insanı bir üniversitenin değil, bir diğer insanın (veya birkaç kişilik bir grubun) kabul ettiğinin anlaşılması şarttır. Başvuru sahibi öğrenciyi genellikle iki veya üç kişiden oluşan bir grubun değerlendirdiği göz önüne alınmalı, sürecin tamamen güven ve liyakat üzerine kurulu olduğu kabullenilmelidir. Karşılıklı itimat ve başvuru sürecinin inceliği öyle bir noktaya ulaşmıştır ki bazı okullar öğrencilere -kapalı zarflar içinde iletilmesi istenen- tavsiye mektuplarını yazan öğretmenlerinin görüşlerini okuma hakları olduğunu, ancak dilerlerse bu haktan feragat edebileceklerini hatırlatmaktadır. Böylece öğrencilere, öğretmenlerinin kendileri hakkındaki görüşlerine erişim hakkı tanınırken pek çok öğrenci de yetişmelerini sağlayan kişilerin verdiği mahrem bilgilere saygı duyarak bu hakkı kullanmamaktadır. Eğitimin geleneksel ruhunun bir parçası da bu olsa gerektir.
Sorulması gereken şudur: Ülkemizin üniversiteleri, öğrencileri ve aileleri buna hazır mıdır? Yoksa çok düşük olan toplumsal / kurumsal güven nedeniyle okulların -içerideki bazı kişilerin yakınlarını memnun etmek adına- göz göre göre niteliği düşük adaylara iltimas geçecekleri mi varsayılacaktır? Bir üniversitenin en büyük değeri ve övüncü mezunları olduğuna göre o kurumun, bünyesindeki bazı kişilerin liyakat sahibi olmayan veya düşük nitelikli yakınlarını alarak gelecekte mezunu olmasından pek de gurur duymayacağı kişilere göz yumabileceklerini düşünemiyor / düşünmek istemiyoruz. Söylemesi hoş değil ancak binlerce kişinin içinde sadece birkaç adayın -yurt dışındaki isimli üniversitelerde de olduğu gibi- özel sosyal ağlardan yararlanarak kabul almaları ise tüm kurumun kalitesini etkilemeyecektir. Kısaca, başvuru esaslı ve her üniversitenin kendi öğrencisini kendisinin seçeceği bir modelin daha yararlı olacağını ancak bir miktar tartışmaları da beraberinde getireceğini değerlendiriyoruz. Bununla birlikte kamuda mülakata dayalı personel alım süreçlerinin varlığını ve Tıpta Uzmanlık Sınavı’nın (TUS) merkezi olarak yapılmasından önce ülkenin pek çok tıp fakültesine buralardaki akademisyenlerin yakınlarının şaibeli süreçler sonucunda uzmanlık eğitimi için alındıklarının hâlâ hafızalarda olduğunu da teslim ediyoruz. Sonuç olarak hiçbir sistemin kusursuz olmayacağı, sadece birinin diğerlerinden daha etkili olacağı düşünülerek karar verilmelidir.
Üniversiteye giriş için yapılacak değişikliklerin kesinlikle yasal düzenlemelerden sonra hayata geçirilmesi planlanmalı ve üniversitelere kendi öğrencilerini seçme hakkı tanınacaksa sonradan tartışma konusu yapılmayacak belli bir hareket sahası verilmelidir. Türkiye’de merkezi olarak yapılan sınav ve yerleştirmelerin, hatta tek bir okula yerleşen fazladan bir öğrencinin durumunun zaman zaman yargıya taşındığı unutulmamalıdır. Seviye Belirleme Sınavı (SBS) ilk kez gündeme getirildiğinde öğrencilerin ortaöğretime yerleşme puanlarına Yöneltme ve Davranış Puanının da katılması kararlaştırılmış, ancak bu uygulama Danıştay tarafından iptal edilmişti. Geçen yıl son defa yapılan SBS gelişi gibi gidişi itibarıyla da hoş olmayan bir seda bırakmış, Almanca ve İngilizce testlerinin cevap anahtarlarının karışması ve 718 öğrencinin puanının yanlış hesaplanması üzerine Ankara 18. İdare Mahkemesi sınav sonuçlarının yürütmesinin durdurulmasına karar vermişti. Hemen ardından Millî Eğitim Bakanlığı 1,2 milyon adayın puanını -tekrarlanan hesaplamaların güvenilirliğine inanmak istiyoruz- çok kısa bir süre içinde yeniden hesaplamış ve yalnızca 4 öğrencinin daha üst tercihlerine, 99 öğrencinin ise mevcut okullarından daha alt tercihlere yerleştirilebilecekleri sonucuna varmıştı.
Diğer yandan tek bir öğrencinin ihtilaflı durumunun bile yargıya taşındığının örnekleri vardır. 18 Aralık 2004’ten önce yurt dışında eğitime başlayan, iki yıl kesintisiz eğitim yapan ve devam ettikleri okulun denkliği kabul edilen öğrencilerin durumunu tarif eden Anadolu Liseleri Yönetmeliği’nin geçici ikinci maddesinden yararlanmak isteyen bir öğrenci, kontenjanı 180 olan İstanbul Lisesine 181. kişi olarak kayıt ettirildiği için konu yargıya taşınmış; dramatik boyutlara gelen sorun, öğrencinin arkadaşları tarafından dışlanmasına kadar uzamıştı. Son olarak, içinde bulunduğumuz yılın birinci döneminde ilk kez uygulanan Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavında matematik dersinde iki, fen ve teknoloji dersinde bir soru iptal edilmiş, ancak bu sınavın iki hafta sonrasında yapılan mazeret sınavında bu derslerde hatalı soru sorulmamıştı. Bu durum nedeniyle ilk sınavda matematikte bir sorunun puan değeri yaklaşık 5,56, fen ve teknolojide bir sorunun puan değeri ise yaklaşık 5,26 olarak hesaplanmıştı. Yanlış soru sorulmayan mazeret sınavında bir sorunun puan değeri 5,00 olduğu için bazı velilerin bu durumu da yargıya taşıma niyetleri olduğu medyada yer almıştı. Özetlemek gerekirse, sınav ve sonrasında gelen yerleştirmeler Türkiye’de daima yakından izlenmekte, soru kalitelerinden puan hesaplamalarına kadar neredeyse her idari karar yargıya taşınmaktadır. Üniversiteye girişte oluşturulmak istenen yeni model şekillenirken bu durum göz önüne alınmalı, birden fazla sayıda yapılması planlanan sınavların -ölçme zorluğu, açık uçlu soruların cevaplarının okunmasında değerlendiricilerin takdir haklarının kullanımı, muhtemel soru iptalleri ve benzeri kriterlerin- bir kez daha hukuğun konusu hâline gelebileceği hesaba katılmalıdır.