30 Eylül günü Dünya Çevirmenler Günü olarak kutlandı. Adettendir, yılda bir kez «birileri”ni anımsamak, anımsatmak.
Bu yazıda anımsatacaklarımız «birileri” değil, o birilerinin yaptığı ya da en azından yapabildiği kardeşliği olağanüstü bir şekilde işleyen işçilik örnekleridir.
Dağarcık Türkiye´de yayımlanan yazılarımızda sıklıkla çokkültürcülüğü eleştirdiğimiz ve bu eleştirinin oklarının neoliberalizme ve onun felsefi düzlemdeki izdüşümü olan postmodernizme yöneldiği görülecektir. Bu yazı da bu tutuma bir istisna oluşturmamaktadır.
Çin Seddi mi Kültürel Duvarlar mı?
Kültürlerin birarada yaşamasına övgüler düzen postmodernizm radikalize edildiğinde, farklı kültürlerin ürünü olan farklı insanların aralarında anlaşamayacakları düşüncesi açığa çıkmaktadır. Şayet, tüm gerçeklik kültürel bir inşaysa ve bir kültürün öğesi ile diğeri arasında semantik bir bağ yoksa farklı kültürlerde anlam bulan ifadelerin, tarzların, düşüncelerin diğerlerinde karşılık bulunmasının olanaksızlığı aşikardır.
Egemenlerin kurduğu setler, postmodern dönüşümden geçirildiğinde, kültürel duvarların zeminini oluşturmaktadır. Bu düşünceye göre, Berlin Duvarı, iki farklı sistemin, iki farklı insan tipinin ve en nihayetinde iki farklı dünyanın arasında aşılmaz bir duvar oluşturmaktadır. Duvarın yıkılışının anlamı, postmodernizm açısından duvarın bir tarafının diğerini yok etmesidir. Bu düşüncenin gereği duvarın savaş olmaksızın yıkılamayacağıdır. Oysa, gerçek bunun aksini göstermiştir. Duvar gerçekte iki farklı sistemi, iki farklı insan tipini değil iki farklı gücü ayırmıştır. İki farklı sistem ya da iki farklı insan tipi duvarlarla değil pratikle ayrılır. Sistemin duvarları toplumsal pratiği örtme işlevini görmüştür.
Çin Seddi´nin olanca heybetine karşın Orta Asya Türkleri (esasında Türkik denilen kavimler) seddi aşmış, Çin´in kültürel yapısına ayak uydurmuş ve Çinlileşmiştir. Kültürler birarada bulunamamıştır. Olan yalnızca izole edilmiş, farklı kültürden toplulukların birbirleriyle karşılaştıklarında adım adım değişmeleri ve bu değişimin sonunda ikisinden de farklı fakat ikisinden birinin yapısına daha uygun bir kültürün kurulmuş olmasıdır.
O halde, kültürlerin biraradalığından kasıt nedir? Bundan kasıt hayali bir düzlemde kültürlerin birer müze parçası gibi aynı rafta bulunmasıdır. Söz konusu oryantalist kökenli düşünceye göre dünya bir müze olmalıdır. Bir tarafta töre cinayetleri, namus cinayetleri, folklorik danslar ve kıyafetler, yapıp edişler, mutfaklar bulunurken diğer tarafta bunlar «hoşgörü” sınırlarını aştığında «ırkçı” düşüncenin militanları sokağa dökülür ve diğer kültürün totemleriyle birlikte insanlarını da yok ederler.
Ortaçağ´da engizisyonun gördüğü işlevi, sonradan ABD´de Ku Klux Klan, Almanya´da Naziler, İtalya ve İspanya´da Faşistler, Kara Gömlekliler, Yunanistan´da aşırı milliyetçiler, ülkemizdeyse 6-7 Eyül olaylarının faili olan ve yakın tarihimizde Çorum´da, Maraş´ta, Sivas´ta sokağa dökülen güruh üstlenmiştir. Kültürel duvarlar egemenlerin çıkarlarını tehdit ettiğinde ya da birileri bu kültürel duvarları tanımadığında ipe sebep serilerek temizliğe çıkılır. Bu birileri kimi zaman vergi vermediklerinden, kimi zaman askere adam vermediklerinden, kimi zaman kadınlarını egemenlere sunmadıklarından, kimi zaman boyun eğmeyip başları dik bir şekilde yürüdüklerinde, kimi zamansa «kitabı tanımadıklarında” haklarında idam fermanı okunur, kimi zamansa ferman bile çok görülür sokağa dökülen güruhça «elde olmayan nedenlerle” engel olunamayan bir katliam başlatılır.
Duvarcılar ve Gezginler
Kültürel duvarları kabul etmeyen kitlelere duvarın öte tarafının bilgeliğini, Tanrıların nektarını sunanlaraysa gözaltılar, işkenceler, ölümler düşer. İşte bu Prometheusvari kahramanlar tüm zamanların kardeşlik işçileri olan çevirmenlerdir.
Duvarcılar kazan kaldırdığında, duvarın iki yanını da bilenler duvarın iki yanındaki insanların zihinlerini buluşturduğunda, gezginler duvardan atlayıp gördüklerini öte yandakilere ulaştırdıklarında yer sarsılır, cadı avı başlar, kazan kaynatılır. Kazanda kaynayanlar kültürel duvarlarla ayrılmak, etkisiz kılınmak, baş eğdirilmek istenen halkları buluşturan, ya da en azından buluşturmaya çalışan bilgelik aşıklarıdır.
Tanrı Aton´u tanımayıp öte yanda tek Tanrılı, herkesin Tanrı önünde eşit olduğu ve insan-egemeni tanımayan diyarın habercisinin peşinden giden duvar işçileri Firavun lanetini sırtlarında taşıdılar. Kovuldular Mısır´dan ve Kenan Ülkesi´nin peşine düştüler. Sonra sürgünler… Ta ki Endülüs´e kadar… Endülüs´te üç dinin müminleri buluştular. Fakat yine kültürel duvarlar kurulmuştu. Gettolarla ayrılan halkları birleştiren dünyanın en inatçı ve en çalışkan çevirmenleri, en gözüpek isyancılarıydı. Bu kez sadece iki duvar arasını değil, iki çağ arasını buluşturan çevirmenler Atina´yla Nişabur´u, Semerkand´la Roma´yı, Endülüs´le Filistin´i birbirine bağladılar. Kazan kaynadı, engizisyon başladı. Firavun lanetini taşıyanları mutlak bir hükümdar altında herkesin eşit olduğu ya da kimsenin hükmü olmadığı Osmanlılar kabul etti. İzmir, Selanik, İskenderiye, İstanbul Seferad Yahudileriyle doldu taştı. Cervantes´in dil kardeşleri sonradan Ladino adını alarak İzmir´i güzel İzmir yaptılar.
Kardeşliğin Bağbozumu: Devrim!
İki kültürü bilenler kültürel duvarlara sığmadılar, şehirlileştiler, tüm insanlığı kucaklayacak yeni bir kültürü müjdelediler. Çok sonraları İstanbul´da Dragman Camii´nin etrafındaki Tercüme bürolarını kurdular. Osmanlı´yı karanlıkların uzağındaki Aydınlık´la tanıştırdılar. Bundan böyle Dostluk Cicero´dan, Delilik Erasmus´tan, Akıl Platon´dan, Hükümdar Machievelli´den, canavarlar Hobbes´tan öğrenilebilecekti. Ama bu kadar da çabuk olmadı tüm bunlar. Bu zenginliğin oluşabilmesi için çevirmenlerin çevirilerinde özgür olmaları gerekiyordu. Böyle bir çağ için Anadolu halkının Ömer Seyfettinlerin Türk Milleti´nin dilini halkla – aydın arasında bir köprü haline getirmesi, Yusuf Akçura´nın Rusya steplerinden Türkçe´yi, Türk dilini Anadolu´ya getirmesi, Çanakkale´de Hektor´un öcünü alması, Lenin önderliğinde Büyük İnsanlık´ın iktidarı ele geçirmesi, 19 Mayıs 1919´un gelip çatması, Agop Dilaçar´ın Türkçe´yi Türkleştirmesi, Kürtler’in kaderini Türkler ile birleştirmesi, Adnan Adıvar´ın, Tevfik Fikret´in, Halide Edip´in, Namık Kemal´in insanlık meşalesini Türkiye topraklarında taşıması gerekiyordu.
Tüm bunlar olmazdan önce de Güneş doğmuştu Doğu´nun semalarında. İslam Devrimi gelip çatmış, çevirmenlere çevirdikleri kitapların ağırlığınca altın ödenmiş, İskenderiyeli Plotinus, Konstantinopolisli Proclus İslam Felsefesi´nin zeminini hazırlamış ve eserleri Araplaşmıştı. Süryani papazları Yunanca´dan Arapça´ya, Aramice´den Arapça´ya ve Yunanca´ya köprü olmuş Metafizik´i dünyalılaştırmış, Philosophia´yı Felsefe, bilgelik aşığını feylesof, Platon´u Eflatun, Aristoteles´i Aristotalis yapmıştı. Kardeşlik kuvveden fiile geçmiş, İbn-i Sina, El Farabi gibi devler yetişmişti. Kardeşlik o denli büyümüştü ki Tunus´ta Marx´ın babası İbn-i Haldun doğmuş tarihin yasalarını yazmıştı.
Ne var ki İslam´ın ışıdığı Doğu´yu çok sonraları yine İslam adına karartanlar peydah oldu. İbn-i Haldun´un Mukaddime´sini çeviren Turan Dursun, Sofokles´in Antigone´sinin çevirmeni Sabahattin Ali katledilmiş, Salman Rüşdi´nin Şeytan Ayetleri kitabının çevirmeni Aziz Nesin yakılmaya çalışılmıştı. Sadece İslam dünyasında mı? Hayır. Aristoteles´in düşünsel mirasını alan Bruno İtalya´da, Hristiyanlığın merkezinde yakılmıştı. Geçmişle bağını kesmek isteyen ve geleceği halklara çok gören zalimler, duvarların ayırdığı ya da çağların birbirinden kopardığı halkları birleştiren hemen herkesi ya mahkum edip zindanlara tıkmış ya da katletmişlerdir.
İhanetin Bedeli
Roma topraklarında bir söz vardır: Traduttori Traditore. Çevirmeni hain ilan eden bu sözün anlamı hep çevirmenin çevirdiği metnin özgün haline uygunsuzluğu üzerine kurulmuştur. Evet, çevirmen bir ölçüde haindir. Bir kültürün eserini o kültürün dışına taşırken kendi yorumunu, ulaştırmak istediği dilin kalıplarına mahkum eder. Anlamı halklara ulaştırmanın bir bedeli budur. Anlam değişmiştir, o kültürün sınırlarını aşmış ve dönüşmüştür. Bir başka ihanet daha vardır. Egemenlerin sathında çevirmen duvarları aştığı için de haindir. Oysa bu ihanet insanlığa katılma eylemidir. O hainler olmasa patria sözcüğü Vatan´a dönüşmeyecek, vive la revolution nidaları 1908 Hürriyet Devrimi´nde kartpostallara işlenmeyecek, Newton´un fiziği ortaokul sıralarında okunmayacak, kimya, algoritma, cebir Avrupa´ya geçmeyecek Gauss doğmayacak, Einstein göreliliği keşfetmeyecek, Lenin Nisan Tezlerini yazamayacak, Atatürk Söylevini yazamayacak, Marx işçilere «anlatılan senin hikayendir” (De Te Fabula Narratur) diyemeyecek, İslam «Selam” diyemeyecek, yağla ovulmuş kişi (Christos) çarmıha gerilip göğe yükselmeyecek, Latin Amerika´da devrimci papazlar vaaz veremeyecek, Abidin Dino´ya mutluluğun resmini soran olmayacak, Türkler Anadolu´ya inemeyecek, Yunanistan Faşizme karşı direnemeyecekti.
O halde kutlu olsun çevirmenlerin buluşturduğu insanlığın bayramı. Şimdiden «hoşgeldin” diyelim insanlığın büyük özlemi, kardeşliğin dünyasına, emeğin emekle tartılmadığı, güzelliğin metaya dönüşmediği o büyük dünyaya!