Türkiye’de futbol ilk oynanmaya başlandığı andan itibaren büyük ilgi gören ve kitleleri peşine takan bir oyun olma özelliğini göstermiştir. Bu ilginin zaman içerisinde artmasındaki en büyük yardımcı hiç kuşkusuz önce gazeteler ardından radyo yayınları olmuştur. İstanbul, Ankara, İzmir kentlerinde oynanan karşılaşmalar 1959 yılında Milli Küme olarak adlandırılan lig organizasyonu ile Anadolu’ya açılmıştır. Değişen ve ekonomik anlamda dönüşüm yaşayan Anadolu sermayesi kendi sesini ve kentini temsil edecek takımları 1960’lı yılların ortalarından itibaren hızla kurmaya (bu kuruluş çoğu zaman kent içerisinde var olan takımların bir araya gelerek birleştirilmesi şeklinde gerçekleşecektir) ve tesis edilen İkinci ve üçüncü liglerle birlikte mücadeleye başlayacaktır. Futbol sahasının içinin yanı sıra dışında yaşananla rda ülkelerin kültürel deneyimlerinden etkilenmekte ve futbolu kendi yaşayış kalıplarına göre biçimlendirmektedir. Ekonomik ve siyasal sorunların yaşandığı 1970’li yıllar boyunca Türk futbolu ve onun takipçileri açısından sıkıntılı ve tıpkı ülke gerçeği gibi yokluk içinde bir futbol iklimi söz konusu olmuştur.
1980 Türkiye açısından her açıdan büyük bir dönüm noktasıdır ve askeri yönetim toplumu, siyasal partileri olduğu gibi futbolu da biçimlendirmiştir elbette. Kenan Evren’in sakallı futbolculara yönelik tepkisi ve Ankaragücü takımının bir oldu-bitti sonucunda birinci lige çıkartılması ile futbolun teröre karşı panzehir olarak kullanılması yine bu dönemin sonucudur. Turgut Özal’lı yıllar Türk futbolunun dönüşüme uğradığı ve futbolun siyasetçiler tarafından geniş kitleler ile buluşmak ve oy kapmak amacıyla kullanıldığı yıllar olarak tarihte hak ettiği yeri alacaktır. Bu dönemin en önemli sonucu ise Türkiye Futbol Federasyonu’nun özerk bir kurum haline dönüşmesi ve bugün hayatımızın en önemli parçası haline gelen çok kanallı televizyon dönemi olacaktır. Çok kanallı televizyon dönemi ve futbol gazeteleri beraberinde futbol yorumcularını ve eski hakemlerin/futbolcuların köşe yazarı olarak sayfalara, ekranlara transfer olmasını sağlayacaktır. Ülkenin köşe dönme ve «benim memurum işini bilir” mantığını yaşamaya başladığı yıllarda, futbol yeni dönemin en önemli alanlarından bir tanesi haline dönüşecek ve yeni birey tipinin en bariz görüntüleri futbol üzerinden ekranlar, gazete sayfaları aracılığı ile geniş kitleler ile buluşturulacaktır. Yeni futbol yorumcuları belirli bir takımın haklarını gözeten ve sadece onları yorumlayan bir anlayışın ürünü olarak, şimdi çok tartıştığımız takımlar arası nefret tohumlarının atılmasında bazen farkında olmadan etkide bulunmuşlardır. Yeni zengin tipi beraberinde yeni futbol yönetici tiplerini de medya üzerinden dolaşıma sokmakta gecikmeyecek ve her fırsatta güce vurgu yapan bu yönetici tipi daha fazla kabul görür hale gelecektir. 1980 öncesinde Türk futbolunun önde gelen kulüpleri olan üç büyükler; Fenerbahçe-Galatasaray ve Beşiktaş’ın etkinliği, bu dönemde medyanın da etkisi ile daha da artacak ve yeni döneme ayak uyduramayan Trabzonspor kulübü bir türlü istediği başarıyı yakalayamayacaktır.
Futbolun metalaşma sürecinin hızlanması, naklen yayın ve sponsorluk anlaşmaları beraberinde söz konusu kulüpler içinde özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ekonomik ve sportif mücadelesi kadar iktidar mücadelelerini de hızlandıracaktır. Başarının daha fazla maddi imkanlar getirdiği paylaşım sistemi bu kulüplerin rakipleri ile aralarındaki makasın açılmasına ve haksız rekabetin daha fazla hissedilmesine yol açacaktır. Tam da bu noktada devreye bu kulüplerin taraftar sayılarının fazlalığı nedeniyle ön planda tutulmasına yol açan futbol programları ve futbol sayfaları anlayışı girmektedir ve bu kulüpler ligin ilk iki sırasında yer almadıkları zamanlarda bile önce konuşulmakta, gösterilmektedirler. Televizyonun giderek daha fazla görsel bir şov haline dönüşmesinin ardından özellikle pazar ve pazartesi geceleri yayınlanan bazı programlar, ortada görüntü olmadan yapılan tartışmalarla gece yarılarına kadar sürdürülebilmektedir. Ne gariptir ki bu programlarda ne kadar çok kavga ve belden aşağı vurma yaşanırsa, o kadar çok reyting elde edilmekte ve bu programlar üzerinden futbol dünyası şekillendirilmektedir. Program formatında genelde Türk orta oyunu geleneğindeki Hacivat ve Karagöz tiplemelerine uygun kişiler seçilmekte ve bu kişiler kendi doğrularını çoğu zaman tıpkı mahalle kahvesinde konuşur bir dille ifade etmek suretiyle seviyeyi en alt düzeyde tutmaktadırlar. Futbol görüntüsü olmadan her hafta ‘bomba gibi’ konularla gündem belirlediklerini ileri süren yapımcılar için özellikle yöneticilerin açıklamaları önem taşımaktadır. Bu programlarda yorumcuların sık sık kimleri tanıdıklarını söylemelerinin yanı sıra bu kişilerle geçmişte yaşadıkları bir takım husumetleri de yorumlarına taşımaları kavga sürecini pekiştirmektedir.
Hayatın giderek magazinel bir boyut halinde gösterilmesi sadece televizyondaki diziler ve haberlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda televizyon ekranlarında uzun bir zaman dilimini kapsayan futbol programları da bu magazinelleşmenin önemli birer parçasıdırlar. Futbolun erkek kimliğinin şekillenmesindeki etkilerini göz önünde bulundurduğumuzda, bu programlarda sık sık ‘adam gibi adam, delikanlı, cesur vb.’ ifadelere yer verilmesi tesadüf değildir. Eleştiri yapmaktan öteye hakaret boyutunu ön plana çıkartan ve bunu yaparken de karşısındaki aşağılayan program formatlarının televizyon ekranlarını adeta birer kabareye çevirmeleri, üzerinde durulması gereken bir noktadır. Çünkü Türk futbolu ve onun geleceği adına sürekli olarak konuşan ve çoğu zaman da ‘boş ve yanlış konuşan’ bu kişiler, ülke futboluna ve onun geleceğinde telafisi son derece güç olacak düşmanlıklar yaratmaktadırlar. Bunun en iyi örneği geçtiğimiz yıl yaşadığımız şike süreci boyunca bu programlarda takınılan tutumlar ve yapılan abartılı yorumlardır. Şike sürecini Futbol Federasyonu’nun iyi yönetilmediğini biliyoruz ancak bu sürecin gerilmesinde ve takımlar arasında husumet yaratılmasında yapılan programların hiç mi suçu yok! Daha fazla reyting ve tiraj uğruna özellikle Fenerbahçe ve Trabzonspor taraftarlarına şirin görünmeye çalışan yorumcuların kullandığı ifadeler, bu takımların oynadıkları karşılaşmalarda şiddet olarak hepimize geri döndü. Futbol sahalarında yaşanan şiddetin önlenmesi amacıyla çıkartılan 6222 sayılı yasanın sadece taraftarların yaptığı olaylara uygulanması adaletsizliği artırmaktadır. Çünkü başta yöneticiler olmak üzere bazı futbol yorumcuları ve takım yazarları takımlar arası rekabeti ve şiddeti körükleyecek söylemleri sık sık kullanmalarına karşın farklı bir muameleye uğramaktadırlar.
Futbolu sevmemize yol açan bu oyunda her an her şeyin olabileceği duygusudur oysa Türk futbolunu bize yansıtmakla görevli olan medya açısından geçerli olan ilke rating ve tiraj getirecek takım/takımların şampiyon olmalarıdır. Şike sürecinde de olayı ekonomik boyutları ile aklamak isteyen ve olanı değil parayı tartışan bir medya anlayışı ile karşı karşıya bırakıldık. Bu anlayış en çok takımlar arası rekabetin kavga ve düşmanlığa dönüşmesine yol açtı ve bundan en çok futbol severler zarar gördü. Bu uygulamadan en çok medya kazançlı çıktı ve uzun saatler boyunca yapılan tartışmalar reklam gelirlerini ve izlenirliği arttırırken, gazetelerin belirli günlerde daha fazla satılmasına neden oldu. Futboldan çok her şeyi konuşan bazı yorumcularda yeni futbol programları ve kanalları ile bu sürecin kazananları oldular. Bu futbol kabaresinde kaybeden ise ne yazık ki her zaman ki gibi futbolu hayatının önemli bir parçası olarak gören futbolseverler oldu.