Değerli Dağarcık Türkiye okurlarını sevgiyle selamlıyorum. Bundan böyle, Türkiye tarımı, bilim ve teknoloji politikaları ile kırsal kesimin örgütlenmesi konularında düşünce ve eylemlerimi size yansıtan yazılarla huzurunuzda olacağım.
Türkiye çiftçisi ve tarımı zor günler yaşıyor. Çiftçi yoksullaştı, kimileri borçlarını ödeyemez duruma geldiler, topraklarını yabancı bankalara satmaya başladılar. Kentliler de çiftçilerin ucuza kapatılan ürünlerini yüksek fiyatla tüketir oldular. Türkiye gıda egemenliğini yitirdi ve tarım ürünleri dış alımcısı oldu. Toplumda özgür bireylerin emek temelinde örgütlenmesi yerine etnik ve dinsel kültüre bağlı örgütlenmeler başat oldu. İşsizlik, salt fakirliği ve açlığı oluşturmadı, bireylerde ve toplumda ahlaki çöküntüyü de yarattı. Ana-babalar kızlarını satar duruma geldiler.
Durumun bu şekilde ortaya çıkmasına neden olan konuların başında ise Türkiye tarımında yaşanan büyük çöküş geliyor. Bugün Türkiye, enerji (tahıllar, yağ bitkileri, vb.), protein (kırmızı et, süt, vb.) ve giyinme (endüstri bitkileri, pamuk deri, yün, vb.) gereksinmesini karşılayan ürünler açısından mutlak ve nüfus başına düşen miktarlar açısından dışa bağımlı.
Kısaca tarım, yalnız kırsal kesimin değil, Türkiye’nin bir sorunu oldu.
Türkiye çiftçisi ve tarımı, adına küreselleşme de denilen yeni-liberal politikaların özellikle 1980’lerden sonra uygulanmasıyla bu duruma getirildi.
Bu bağlamda öncelikle küreselleşme söylemini sorgulamak gerekiyor: Küreselleşme, merkez (zengin) ülkelerdeki üretim biçimi ve ilişkilerin teknolojik ilerlemelerle birlikte ortaya çıkardığı bir süreçtir. Bunun sonucu olarak, mal, hizmet ve sermaye bir denetime tabi olmaksızın zengin ülkelerin çıkarlarına göre üçüncü dünya ülkelerine girip çıkmaktadır. Yaratılan bu politikalar, üçüncü dünya ülkelerine de başka çareleri olmadığı kabul ettirilerek benimsetilmektedir. Burada özellikle üçüncü ülkeler ve yoksul kesimler için bir zorlama vardır. İşte bu anlamda Türkiye’de tarımın çökertilmek istenmesinin arkasındaki gerçek, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde uygulanan tarım politikalarından kaynaklanıyor. Çünkü ABD/AB için dış pazarlar, artık yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bu nedenle, hem stokları eritmek hem de üreticisini korumak ve zenginliğini sürdürmeye yönelik olarak başta Uluslararası Para Fonu (UPF) olmak üzere birçok örgüt aracılığıyla özellikle gelişmekte olan ülkelerin pazarlarını zorlamaktadır. Onlar, dünya pazarını ele geçirmeye çalışırken «Dünya Borsa Fiyatları”’nı öne çıkarmaktadır. Oysa ABD/AB gibi gelişmiş ülkelerde üreticinin eline geçen fiyatlar ile borsa fiyatları arasındaki fark, devletçe karşılanır. Üretici her zaman borsada oluşan bu fiyatın üstünde ürününü değerlendirir.
Dışa bağımlı uygulanan politikalarla, son yıllarda köylü /çiftçi işletmeleri yerine dev işletmelerin kurulması, bir başka değişle tarımın kapitalistleşmesi özendiriliyor ve olağanüstü destekleniyor. Örneğin Türkiye’de kırmızı et ve süt açığını kapamak için binlerce başlık dev işletmelerin kurulması doğrultusunda girişimler öne çıkarılıyor. Oysa Türkiye gerçeklerine uygun doğru model bu değil. Doğru model; kısa dönemde küçük ve orta ölçekli köylü/çiftçi işletmelerinin en az AB’de olduğu üzere desteklenmesi, sağlıklı süt üretimi için soğuk zincirin hızla kurulması ve koruyucu hekimliğin hızla yaygınlaştırılmasıdır.
Orta ve uzun dönemde ise Türkiye’de küçük olan işletmelerin orta ölçekte işletmeler durumuna dönüştürülmesi ve uzmanlaşmasına yönelik düzenlemeler gerçekleştirilmelidir. Bunlar gerçekleştirilirken yatay ve dikey örgütlenmede egemen rol, kooperatiflere ait olmalıdır. Şunu da belirtmek gerekiyor. AB’de de söylenenin ve yönlendirilmenin aksine işletmeler büyük değildir. Bunlar aile işgücünün egemen olduğu işletmelerdir. AB’de kaliteli süt üretimi 40 ila 50 baş işletmelerden sağlanmakta ve bu büyüklük ideal kabul edilmektedir.
Durum böyleyken neden Türkiye’ye dev işletmeler modeli dayatılıyor? Bunun arkasında yukarıda da belirtildiği üzere Batı’nın elinde sorun durumuna gelen tarımsal girdi (tohum, hayvan, ilaç, gübre gibi ) stoklarının eritilmesi talebi yatıyor.
Diğer yandan Tarımsal KİT’ler (SEK,Yemsan,Et-Balık Kurumu,Zirai Donatım Kurumu,Türkşeker,Tigem gibi) özelleştirildi, özelleştiriliyor ya da işlevsiz duruma getiriliyor. Bunlardan TİGEM’ler, sertifikalı tahıl ve yem bitkileri tohumculuğu açısından yaşamsal öneme sahip ve çiftçinin damızlık hayvan gereksinmesi önemli ölçüde karşılıyor. TİGEM’ler aynı zamanda eğitim yerleri ve araştırmacılara materyal ve olanak sağlıyor. Onların özelleştirilmesi, «çiftçimizi yabancı şirketlere ve onlarla çıkar birliği içinde olanların insafına bırakmak demektir” anlamına geliyor.
Türkiye’de bir yandan tarımı yıkıma götüren politikalar söz konusu olurken, bir yandan da küçük ve orta ölçekli işletmeler, kısaca köylüler direniyor. Onların örgütleri olan kooperatifler olumsuz koşullar ve engellemeler altında bile başarılı olmaya çalışıyorlar. Bunlardan İzmir’de başarılı olanlardan birkaç örnek verelim. Seferihisar Gödence Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, ağırlıklı olarak zeytinyağını işliyor, bir fabrikaya sahip. AB standartlarına uygun üretim yapıyor. Tire Süt Kooperatifi, Küçük Menderes’teki inek sütünü değerlendirmek amacıyla kuruldu. Süt toplama gücü, günde 120 tona ulaştı. Kiraz İğdeli Kooperatifi bölgenin en kaliteli peynirlerini üretiyor. Köy-Koop Birliği, İzmir İli Çiftçi Örgütleri Güçbirliği Platformu ile kooperatiflerin ürünlerini tüketicilere kaliteli ve ucuza ulaştırıyor.
Evet, Türkiye Tarımı’nda da işimiz zor. Ancak çözümler de var. Çözüm öncelikle başarabilme gücümüze inancımızdan geçiyor.