Teokratik Bir Siyasi Otoritenin İflası ve Tasfiyesi: 3 Mart Devrim Kanunları

Devrim Birçok farklı tanımı olmakla beraber kısaca ifade etmemiz gerekirse, kapsamlı, süratli ve radikal değişim hali. Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün, 7 Temmuz 1918’de Karlsbad’da günlüğüne aldığı notta ifade ettiği gibi: “Benim elime büyük yetki ve güç geçerse ben sosyâl hayatımızda istenilen inkılabı bir anda bir hamle ile yapacağımı zannederim. Zîrâ ben, bâzıları gibi halkı ve ulemayı yavaş yavaş benim görüşlerimin derecesinde görmeye ve düşündürmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. (…)

Fakat, aynı Mustafa Kemal, bu “sert” ifadelerinin ardından şu ifadeleri de not alır: “(…)şu da var ki bu konuda incelemeye değer bâzı noktalar var; bunları iyice kararlaştırmadan işe başlarsak hata olur.”

Devrimci; temel anlamıyla, var olan sorunun kökenine inerek o sorunu çözmek için radikal çözüm öneren ve bu çözümü yine radikal bir şekilde büyük bir hızla ve kararlılıkla uygulayan kişidir. İdare-i maslahatçı değildir, kısa vadeci, günü kurtarma odaklı hiç değildir. Ancak “devrimci” olmak, “iyi bir devrimci” olmak için yeterli değildir. “İyi bir devrimci”, tıpkı bir satranç ustası gibi, elindeki taşlarla ne yöne hareket edebileceğini iyi tayin eden, doğru zamanı bekleyen, şartların olgunlaşmasını beklemekle de yetinmeyip, şartların olgunlaşması için adımlar atan kişiye denir. Bu bağlamda ifade etmek gerekir ki; iyi bir devrimci olmak aynı zamanda iyi bir “taktisyen” olmaktır.

Milli Mücadele ve Türk devrimi süreci, Atatürk’ün ne kadar iyi bir devrimci olduğunun örnekleriyle doludur. O, zihninde yer alan plan ve düşüncelerini, doğru hamlelerle uygulamaya koyarak başarı elde etmiştir.

1924’ün 3 Mart’ı tam da böyle bir bağlamdı. 1922’de Lozan Görüşmeleri’nden hemen önce batılı devletlerin İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümeti’ni aynı anda görüşmelere davet etmesini fırsata çevirmiş, batılıların Türk tarafının temsilci sayısını ikiye çıkararak, odak noktasını dağıtma hamlesini, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırarak bozmuş, zaten fiili hiçbir etkisi kalmamış saltanat rejimini resmen ortadan kaldırarak, Milli Mücadele’nin başından beri adım adım yürüdüğü yolda; sapması gereken yola sapmıştı. Nitekim Ekim 1923’te de; “rejim bunalımı”nı gerekçe göstererek, cumhuriyetin ilanına zemin hazırlamış; 23 Nisan 1920’de TBMM’nin ilanıyla kurulan Ankara Hükümeti’nin çalışma, usül ve esaslarının cumhuriyetvari halini vurgulayarak; bunu bir gerekçe haline getirmiş ve en sonunda İstanbul basınının ve entelijansiyasının muhalefetine rağmen, cumhuriyetin resmen ilanını sağlamıştı.

1924’e gelindiğinde; elinde yeni bir fırsat vardı. TBMM’nin 1922’nin Kasım ayında “Halife” olarak seçtiği Abdülmecid Efendi’nin yetki sınırlarını aşan hareketleri, yeni rejimin yarattığı hava ile birleşince gereken ortam oluştu.

Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı olarak 1 Mart 1924 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söyledi;

Geçen yıl içinde Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek eğilimine uyarak devletin idare şeklinin cumhuriyet olmasının kesin kararına vardı. (…) Millet, cumhuriyetin bugün de ileride de kesinlikle ve sonuna kadar her türlü saldırılardan korunmasını istemektedir. (…)

Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten ayırmak ilkesi, Cumhuriyetin daima göz önünde tuttuğu bir esas noktadır. Şimdiye kadar izlenen bu yolda, Cumhuriyet orduları vatanın gücü ve güvenilir kurtarıcısı olarak saygılı ve güçlü bir mevkide kalmıştır. Bunun gibi bağlı olmakla mutluluk duyduğumuz İslam dinini de yüzyıllardan beri olageldiği üzere bir siyaset aracı olmak durumundan çıkarıp yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve kutsal olan inanç ve vicdan duygularımızı, muğlak ve değişken olan ve her türlü menfaatler ve ihtiraslara sahne olan siyasetten ve siyasetin bütün organlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünyadaki ve ahiretteki mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur.” 

Bu konuşmadan 1 gün sonra 2 Mart 1924 tarihinde 58 milletvekilinin verdiği ve içerisinde hilafetin kaldırılmasını da barındıran tasarı, 3 Mart 1924’te kabul edildi. Böylece Türk devrim tarihine “Devrim Kanunları” olarak geçecek olan bir dizi köklü değişiklik gerçekleştirdi. Bu kanunlar çerçevesinde hilafet kaldırıldı, Şeriye ve Evkaf Vekaleti ilga edildi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü (Eğitim Birliği Kanunu) ile laik eğitimin önü açıldı. Bu yolla da, devlet yapısında laikleşme açısından büyük bir adım atılmış oldu. Bu süreç, Türk devrimi boyunca birçok noktada görülecek laik uygulamaların temellerinin oluştuğu süreçti.

Din, İdeoloji ve Siyasal İslam:

Her ne kadar Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından “ideolojilerin artık öldüğüne dair” yaygın bir inanış ortaya çıkmış, hatta ve hatta Fukuyama gibi isimler tarafından birbirleriyle rekabete girecek ideolojinin kalmaması sebebiyle, “tarihin sonu”nun geldiği iddia edilmiş olsa da; 21.yüzyılın dünyasında karşılaştığımız birçok şeyin, birçok hadisenin ve birçok durumun ideolojik bir altyapısı ve alt metni vardır.

Hele ki Türkiye örneği incelenirken, Siyasal İslamcılığın ve Yeni Osmanlıcılık (Neo-Ottomanism)’ın siyasi, sosyal ve hatta ekonomik alanda etkisinin olmadığını düşünmek mümkün değil. Söylemlerden, uygulamalara kadar birçok noktada biz, açıkça ideolojik ayrımların ve çatışmaların varlığını gözlemlemekte ve Türkiye’deki temel çelişki olan “İlericilik-Gericilik” çelişmesinin varlığıyla karşı karşıya kalmaktayız.

Siyasal İslamcılık, her ne kadar birçok farklı yolla tanımlanabilen bir düşünce sistemi olsa da, pragmatik ve eklektik yanının hiç de hafif olmadığını söylemek gerekir. Siyasal İslamcılık, kendi iç söylemlerinde büyük yer verdiği siyasetin, iktisadi ve sosyal alanın “dinselleştirilmesi” veya “dini kural ve değerlere uyumlanması” sürecinde oldukça “eklektik” davranmayı tercih ediyor. Örneğin; İslam dininin belirli temel değerlerini sahiplenme noktasında o kadar da “istekli” davranmazken, “dini kimlik” ve “taraf” olma duygusunu oldukça ajite etmekten ve “ümmet” vurgusunu yapmaktan geri kalmıyor. Bunu yaparken de zaman zaman Milliyetçi söylemleri kendi ideolojik yapısına eklemlendirerek, Türk-İslam Sentezciliği’ne oldukça benzer bir ideolojik zemin inşa ediyor. Bu zeminin dışarısında kalanları ise, hem milli hem de dini atıflarla eleştiriyor.

Aslında; 100 yıl öncesine baktığımızda; bu, Türkiye için pek de yeni bir durum değil. Atatürk’ün 1 Mart 1924’teki meclis konuşmasında; değinmiş olduğu İslam dinini “muğlak ve değişken olan ve her türlü menfaatler ve ihtiraslara sahne olan siyasetten ve siyasetin bütün organlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak” meselesi, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu coğrafyaların yüzyıllardır süre gelen sorunu konumunda.

Bugün; Türkiye’de; Filistin’de yaşananlar karşısında sözde “protesto” gösterileri düzenleyen ancak, bu protestolarda Filistin’i değil başka siyasi motivasyonları ön plana koyarak hilafet sloganları atanlara bir bakınız. Onlara göre; hilafet, İslam dünyasının birleştirici gücü ve otoritesi, yek vücud olarak hareket etmenin en temel koşulu konumundadır ve “tağut rejim” olarak gördükleri “laik rejim”, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları ile; ümmeti “başsız” bırakan “yıkıcı ve din karşıtı” bir idare sistemi. Bu kesimin nezdinde Yavuz Sultan Selim’den itibaren onurla taşınan hilafet makamının ilgası, “İslam ümmetinin büyük felaketi.”

Ancak, tarih bize hikayeyi daha farklı anlatıyor.

* * *

1516 Mercidabık Savaşı’nda Memlükleri mağlup ederek, bölgede hakimiyetini pekiştiren Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tarihlerden itibaren “halifelik” makamını söylemsel olarak kullandıkları doğru olsa da, hilafet makamı özellikle 19.yüzyılın son çeyreğine kadar, devletin kendi meşruiyet zemini ve gücünün ana temeli olarak görülmüyordu.

Deringil (1991)’e göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun hilafet makamını bir meşruiyet zemini ve güç kaynağı’ yaratmak için kullanması, Osmanlı’nın güç kaybının iyiden iyiye dramatik hale geldiği 19.yüzyıla rastlar. Geçmişte, çeşitli meşruiyet araçlarını kullanan Osmanlı, güç kaybını telafi etmek yani Deringil (1991)’in Habermas’a atıf yaparak kullandığı “meşruiyet açığı” olgusunu kapatmak amacıyla dini temelde bir meşruiyet arayışına yönelmiş ve bu bağlamda halifelik makamını kullanmaya çalışmıştır. II.Abdühamid dönemde benimsenen bu yaklaşım ve devletin İslamcılık siyasetinin temel hedefi, hem içte otoriteyi sağlamak hem de Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu ve batılı emperyalistlerin kolonize ettiği coğrafyalarda elinin güçlü olduğunu, “İslam halifeliği” makamının prestijini kullanarak cihad ilan etmesi halinde, batılıları isyan ve hatta isyanlarla karşı karşıya bırakabileceğine dair bir koz elde etmek idi.

Ancak, I.Dünya Savaşı’na kadar öyle ya da böyle bir ölçüde “işe yaradığı” düşünülen bu siyaset; 1914’te “Cihad-ı Ekber” ilan edilmesine karşın 1916’da Arap İsyanı’nın patlak vermesiyle tam anlamıyla iflas etti. Her ne kadar bu isyan, içeriğinde milliyetçi söylemler barındırsa da sözde dini argümanlardan da yoksun değildi. “Halifenin Kureyş Kabilesinden olması gerektiği ancak Türklerin bu makamı adeta gasp ettikleri”ne dair dini meşruiyet açısından eleştiriler ve karşı propagandalar, Arap İsyanı’nda Osmanlı’ya karşı yoğun olarak başvurulan söylemlerdi ve bilindiği üzere de Şerif Hüseyin’in amaçlarından biri de krallık ve halifelik makamını elinde toplamak ve bu iki makamı da kullanmaktı. (Akçakaya, 2022)

Öte yandan; İslam tarihinde mezhepsel ayrımlar ve mezheplerin farklı görüşleri de hilafet makamının kimden kime geçebileceğine dair tartışmaların doğuşuna zemin hazırlıyordu. Barthold (2006)’a göre; İslam tarihine bakıldığında “halifenin kim olacağına” dair teorik tartışmaların temeli esasında siyasi nedenlerdi ve İslam Peygamberi Hz.Muhammed’in ardından onun gerçek ve kanuni varisinin kim olacağı üzerine yoğunlaşıyordu. Bu da farklı dini-politik grupların doğuşuna zemin hazırlamıştı. Yine bu durumla da ilintili olarak İslam tarihi incelendiğinde; aynı anda başka coğrafyalarda farklı halifelik ilanları da karşılaşılan bir durumdu. Atatürk de bir konuşmasında bu duruma şu sözlerle dikkat çekmişti:

Bütün İslâm âleminin bir noktadan sevk ve yönetimi Halife adında bir adam tarafından sevk ve yönetimi vâki değildir. Peygamberin zamanından sonra dört kişiyi bir tarafa bırakalım. Hz. Ali zamanında Sıffin savaşından sonda İslâmi âlemi halife adı altında “müminlerin emri” adı altında iki kişinin yönetimi içerisinde kalmıştır. Bir taraftan Hz.Ali, halifeyim diye yönetimde bulunmuştu. Bir taraftan da Muaviye yine Halifeyim diye yönetimde bulunmuştu, Abbasi halifeleri zamanında bir taraftan Halife’yim diye Bağdat’ta bir takım hükümdarlar yönetiminde bulunuyordu bir tarafta da Emevi hilafeti., Bugün zamanımızda da Fas’ta, Sudan’da halifeler vardır. Onlar da kendilerine “müminlerin emri” diyorlar. O halde bu, tarihte sabit değildir ve bundan sonra da bütün İslâm âlemini, hilâfet makamı adı altında bir noktada bağlayıp yönetmenin mümkün olabileceğini kabul etmek doğru değildir. Şimdi Mısır, Hint, Türk, Batı vs. müslümanların tümünü kendi çevresinin şartlarından ve kendi çevresinin geleneklerinden kopartılacak ve ümmet adı altında bir noktada birleşebilecek… Buna imkân tasavvur etmek doğru bir şey değildir.

Ayrıca farklı halifelik iddiaları sadece farklı coğrafyalarda ortaya çıkmıyordu. Her ne kadar, Türkiye’deki tarihyazımında çoğu zaman gözden kaçırılmış olsa da Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyetin ilanı sürecinde de halifelik makamı henüz kaldırılmamış iken Osmanlı Hanedanı içerisinde iki halifelik iddiası vardı:

Osmanlı Hanedanı’nın son halifesi Abdülmecid Efendi’nin halifeliği dahi “tartışmalı” idi. 17 Kasım 1922 tarihinde İngiliz torpidosu ile İstanbul’u terk eden son padişah Vahdettin’in ülkeden kaçmasının hemen ardından TBMM, Vahdettin’i halifelikten “azletmiş”, azil gerekçesi olarak da Vahdettin’in Müslamanlara ciddi zararlar verecek Sevr Antlaşması’nı kabul etmesi, düşmanlarla işbirliği yapması ve Müslümanları bölmesi ve işgalci devletlere “sığınarak” halifelik makamını boş bırakması’nı göstermiştir. Ancak Vahdettin, TBMM’nin seçtiği halife olan Sultan Abdülmecid’in halifeliğini hiçbir zaman kabul etmemiş, ölene kadar (1926’ya kadar) kendisinin “halife” olduğu iddiasını sürdürmüştür (Yücel, 2017). Öte yandan Yücel (2017)’e göre İngilizlerin Vahdettin’in kaçmasını sağlamasının nedeni, Vahdettin’i ilerleyen süreçte Arabistan’a yerleştirip orada “kukla bir halife” olarak kullanma niyetidir. Yücel, bu görüşünü İngiliz Yüksek Komiserliği’nin 18 Kasım 1922 tarihinde Vahdettin’in kaçışı hakkında yaptığı duyuruda; “bütün Müslümanların halifesi Sultan hazretleri hüviyetinin ve yaşamının tehlikede olduğu düşüncesiyle İstanbul’dan ayrılmayı talep etmiştir.” ifadeleri kullanmasını gerekçe göstererek de destekler.

Özetleyecek olursak; İslam tarihine ve Türkiye’nin yaklaşık son 500 yılına bakıldığında; Siyasal İslamcıların “hilafetin” birleştirici güce sahip olduğu iddiasının verili bir hali yok. Üstüne üstlük, modern ulus devletlerin, uluslararası alanın en etkili aktörleri oldukları bir dönemde hiç yok.

Ancak Siyasal İslam, zaten doğası itibariyle kendi argümantasyonu üzerinde vurgu yaptığı bazı hususlar üzerine yapılan tartışmalara “pek değinmemeyi” tercih ediyor. Bu elbette ki, kendi ideolojik amaç ve hedefleri açısından taktik olarak “bilinçli bir tercih”. Ancak, bu ideolojik akımın en az tartışılabilecek noktalarından biri laiklik-devlet-toplum üçgenindeki ilişkilere bakışında benimsemiş olduğu köktendinci tavır.

Orta Doğu’da Siyasal İslam’ın 20.yüzyıldaki öncülerinden olan Hasan El Banna’nın hocası Raşit Rida, Vahhabiliği övdüğü bir yazısında laik ve çağdaş Türkiye’ye şu sözlerle saldırıyordu:

Arabistan’da İbni Suud’un Vahhabi hükümdarlığının oluşumuyla yeni bir umut yıldızı doğdu. İbni Suud Hükümeti, Osmanlının yıkılışı ve Türk hükümetinin dinsiz bir hükümete dönüşmesinden bu yana, bugün dünyanın en büyük müslüman gücü olmuştur. Din düşmanlığı ve zararlı yenilikleri kabul etmeyen ve Sünnete yardımcı olacak tek güçtür”

Sonuç Yerine:

Kutsal din duyguları yüzyıllardır, toplumların en çok istismar edilen duygularının başında geliyorlar. Nitekim Türkiye’de de yüzyıllar geçmesine karşın gelinen noktada bir zamanlar eski bir merkez sağcı politikacının da dediği gibi; “bütün sektörler tetkik edildiğinde, hala en karlısı din ticareti”. Nedeni basit ve gayet açık: laikliğin gerçek anlamda ne demek olduğunu, erken cumhuriyet döneminde yapılan laik uygulamaları ve izlenen politikaları anlayamamak ve anlatamamak, günlük çıkarlar ve oy hesapları uğruna, laikliği ağza almaktan vazgeçmek ve her gün biraz daha fazla geri adım atarak, adım adım laikliği ve laik cumhuriyet değerlerini aşındırmak… toplumsal bilinçsizlik, cehalet ve cehaletin getirdiği “büyük özgüven”in bileşkesi… Bütün bu etmenler üst üste gelince, sonuç başka ne olabilir ki?

Bundan bir asır önce 3 Mart Devrim Kanunları ile hem siyasi hem de toplumsal alanda dini-politik otorite tasfiye edildi, ulema kesiminin gücünü ortadan kaldıracak uygulamalara gidildi ve laik devlet yapısının inşasının önü açıldı. Türkiye’nin devrimcileri, kutsal din duygularını halifenin ve ulemanın “ipotek” altına almasına son verdiler. İşte bütün bunlar, Kemalist laiklik ilkesi ve vizyonunun ürünüydü. Ancak bugün o ilke de o vizyon da apaçık bir saldırı altında. Yapmamız gerekenler de açık ve bize her gün hatırtlatıması dahi gerekmiyor. Bize, gereken bundan tam 37 yıl önce araştırmacı-gazeteci Uğur Mumcu’nun şu sözlerinde ifade ettiği şeylerdir:

Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil.” (Mumcu, 1987)

Bugün, gündelik siyasetin ucuz tartışmaları arasında adeta ‘arada kaynayan’, “Filistin davası” maskesi takılmış, sözde eylem ve protesto gösterilerinde, hilafet sloganları atılıyor, laiklik hedef tahtasına oturtuluyor. Belki de halkımızın bir kısmı, bu kesimlerin “hilafet kaldırılmasaydı, İslam dünyası birlik içinde olurdu” sözlerine inanma gafletine düşüyorlar.

Ancak bu sözde iddialara karşı, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleminden Nutuk’ta yer verilen şu sözler hala cevap niteliğindedir:

Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanları hâlâ bir halife korkuluğu ile uğraştırıp aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılıp hayal kurmak da ancak ve ancak cahillik ve gaflet eseri olabilir.

KAYNAKÇA:

Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 230

Karal, E.Z. (1969). Atatürk’ten Düşünceler. ODTÜ Yayıncılık. s. 62. Türk Tarih Kurumu Konferansları

Deringil, S. (1991). Legitimacy Structures in the Ottoman State: The Reign of Abdulhamid II (1876-1909). International Journal of Middle East Studies, Vol.23, No.3

Akçakaya, U., & Aydığan, E. (2022). Hatıralar Işığında Şerif Hüseyin İsyanı ve Hicaz Cephesi. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi38(106), 349-390.

Turan, N. (2008). Osmanlı Hilafetinin 19. Yüzyılda Zorlu Sınavı: II. Meşrutiyet’e Giden Süreçte ve Sonrasında Makam-ı Hilafet. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, (38).

Yücel, I. (2017). Fransız Belgelerinde Son Halife Abdülmecid ve Türkiye’de Hilafetin Kaldırılması. Atatürk Yolu Dergisi, 16(61).

Atatürk, M. K. (2015). Nutuk. Ankara: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü.

Meydan, S. (2017). Atatürk ile Allah Arasında. İstanbul: İnkılap Kitabevi. 2.Baskı. Sf.1070.

Barthold, V. V. (2006). Halife ve Sultan: Islâm’da Iktidarın Serüveni. Yeditepe Yayınevi.

Mumcu, U. (1987). “İmambayıldı” Cumhuriyet Gazetesi.

Bunları da sevebilirsiniz