Ulusal Bir Politikanın, Uluslararası Bir Güvenlik Normu Olarak Yeniden Değerlendirilmesi: ‘‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’’

Devlet ve egemenlik kapsamında, Devletler arasında ilişkileri birlikte ve karşılıklı eyleyen sürecin en önemli unsuru güvenliğin tesisidir. Tarihsel olarak farklı dönem ve koşullarda ortaya çıkan tehdit ve risklere göre şekillenen güvenlik kavramı, uluslararası teoriler ve uluslararası kurumsal yapıların normlarıyla düzenlenmiştir. I. Dünya Savaşı’nın çok yönlü yıkıcı etkileri uluslararası güvenlik ve barışın sağlanması yönünde ciddi adımlar atılmasını sağlamıştır. 1920 yılında Milletler Cemiyeti kurulmuş ve ABD Başkanı W. Wilson’ın liberal görüşleriyle(insanlığın eğitimi, uluslararası işbirliği, serbest ticaret ve demokratik yönetimler vd.) şekillenen “İdealizm ve Kolektif Güvenlik Yaklaşımı” uluslararası politika olarak benimsenmiştir. (Kissinger, 2006:219-222).

Birinci Dünya Savaşı sonrasında yenilgi psikolojisi altında yeni ve uzun bir mücadeleye zemin hazırlamak, bu mücadeleyi yürütmek, bu milli harekete uygun bir diplomasi ve dış politika tasarlamak, krizleri yönetmek ve güç dengelerini lehine kullanmak Atatürk’ün üstün askeri ve diplomatik politikalarıyla mümkün olmuştur. Sahip olduğu sınırlı imkan ve kaynakları(insan, ekonomi, silah vd.) gerektiğinde güç kullanımıyla savaşarak, gerektiğinde diplomasi, propaganda vd. yoluyla doğru yöneterek; kısa zamanda başarıya ulaşmayı hedeflemiştir. Denge politikasını Batı- Sovyet Rusya merkezinde, Batılı Devletler arasındaki rekabette, tarafsız devletlerin desteğinde ve Kafkas-Ortadoğu hattındaki devletlerle ikili antlaşma ve görüşmeler çerçevesinde oluşturmuştur. (Kürkçüoğlu, 1980; Gönlübol vd.,1987)

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde, “milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız bir devlet kurmak” idealiyle gerçekleşen Türk Kurtuluş Savaşı’nın programını ve dış politikasını “Misak-ı Milli” kararları oluşturmaktadır. Bu kararlar, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle çizilen sınırlara, Wilson Prensipleri’nin(14. md. Milliyetler İlkesini) “Türk milletinin çoğunlukta olduğu yerlerde Türk devleti kurulması şeklinde” kararına ve Ulusal kongrelerde kabul edilen kararlara atıfta bulunmaktadır. Türk milletinin varoluş mücadelesini gerek ulusal gerek uluslararası alanda haklılığını ve meşruluğunu sağlamak üzere TBMM Hükümeti(23 Nisan 1920) kararlarıyla savaşın idaresi gerçekleştirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğini yaptığı Millî Mücadele’nin başarıya ulaşması neticesinde kurulmuştur. Böylelikle, Atatürk’ün ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir devlet kurma hedefinin ilk aşamasını oluşturan askeri operasyonlar başarıyla tamamlanmıştır. Bunu takiben yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenliğini uluslararası topluma kabul ettirmek için barış görüşmeleri başlamıştır. Lozan Konferansı’ndaki görüşmelerde Türkiye’nin tam bağımsızlık ilkesinden taviz vermemesi taraflar arasında anlaşmazlıklara yol açmıştır. Kesintiye uğrayan müzakerelere rağmen, Lozan Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmasıyla birlikte Türkiye’nin egemenliği uluslararası toplum tarafından kabul edilmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde de Türkiye devletinin yönetim şekli olarak Cumhuriyet ilan edilmiştir. Uluslararası meşrutiyetini zorlu ve uzun bir milli mücadele sonunda elde eden Türkiye, kuruluşundan itibaren barış odaklı bir dış politika benimseyerek ulusal kalkınmasına odaklanmıştır.

Atatürk modern savaşın yıkıcılığını başta Çanakkale, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele’de tecrübe etmiş bir asker olarak savaşı mecbur kalınmadıkça irrasyonel bir yaklaşım olarak görmektedir. Bununla birlikte, Türkiye I. Dünya Savaşı’nın önemli nedenleri arasında dönemin ittifak sistemleri olduğunun bilincindedir. Böylesi bir devlet hafızasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti bir takım devletlerle ittifak sistemlerinden ziyade uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyi ilişkiler kurmayı ve tek dünya sistemini savunmaktadır. ‘‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’’ bu anlayışı temel alan bir politika olarak Türkiye’nin dünyaya çok taraflılık perspektifinden bakış açısını temsil etmektedir.

Atatürk’ün uluslararası ilişkilerde işbirliğini önceleyen yaklaşımı günümüzün çok taraflılık, multilateralism, kavramıyla örtüşmektedir. Uluslararası bir norm olarak çok taraflılık, devletler arası ilişkilerde egemenliğin eşit statüsüne, ekonomik ilişkilerde ayrımcılık yapılmamasına, diplomasinin uluslararası kurumlarda yürütülmesine ve kolektif güvenlik anlayışına karşılık gelen bir kavramdır. Nicelik olarak en az üç devlet arasında gerçekleşmektedir. Uluslararası ilişkilerde işbirliğinin olması tek başına çok taraflılık anlamına gelmemektedir. Nitelik boyutu ayırt edici özelliğidir. Çok taraflılık temelli işbirliğinde bütün devletler, güçlerine ve büyüklüklerine bakılmaksızın, genel kuralları kabul eder ve buna göre hareket ederler. Kurallar her devlet için eşit derecede geçerlidir. Bir devletin diğer devlet üzerinde tahakkümü kabul edilmez. Çok taraflılık uluslararası organizasyonlarla somut hale gelmektedir. Fakat, norm, fikir ve dünyanın genel işleyiş prensipleri açısından çok taraflılık aynı zamanda kendi başına bir kurumdur. Nasıl ki emperyalizm bir dünya düzeni olarak geçmişte hüküm sürdüyse, bugün çok taraflılık hâkim dünya düzenidir. (Ruggie, 1992; Caporaso, 1992). Kısacası, çok taraflılık devletler arası ilişkilerde üzerinde anlaşma sağlanmış kurallara göre hareket edilmesidir.(Finnemore, 2005: 196)

Türkiye eşit egemen devlet statüsünü Lozan Antlaşması’yla tescillemiştir. Savaşın ulusal politikanın bir yöntemi olmaktan çıkarılmasını öngören Briand-Kellogg (1928) Paktını kurucu devletler ABD-Fransa’nın ardından imzalayan Türkiye, 1932 yılında ise Milletler Cemiyeti’ne üye olarak uluslararası sorunların diplomasi ve diyalogla çözülmesini hedefleyen ilkesel bir dış politika benimsemiştir. Atatürk, Dünya barışının etkin bir uluslararası örgüt ile mümkün olacağını yabancı basınla olan mülakatlarında ifade etmiştir. (Kürkçüoğlu, 1980:613) Devlet yönetimi ve dış politika stratejisi açısından değerlendirildiğinde diplomasi yoluyla elde edilen kazanımlar, Atatürk’ün fevkalade uluslararası ilişkiler tecrübesi, barış sever devlet adamı kimliği, devlet yönetiminde rasyonel bakış açısını benimsemesiyle gerçekleşmiştir. Böylelikle, Türkiye dünya toplumunun barışsever bir üyesi olmuştur. (Aydın, 1999)

1930’lı yılların dünya düzenine baktığımızda çok taraflılık çabalarına rağmen saldırgan devletlerin öne çıktığını görmekteyiz. Türkiye bu dönemde Alman ve İtalyan diktatörlere karşı açık bir pozisyon almıştır. (Ahmad, 2004) Bölgesinde barışı korumak için Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’yla birlikte 1934 yılında Balkan Antantı ve Irak, İran ve Afganistan’la birlikte; Sadabad Paktı’nı 1936 yılında oluşturmuştur. Balkan Antantı Türkiye’nin Batı sınırlarının güvenliğini, Sadabat Paktı ise doğu(Ortadoğu) sınırlarının güvenliğini korumak için düşünülmüştür.

Diğer taraftan, Lozan Antlaşması’nın getirdiği Boğazlar rejimi bölgeyi her türlü savunma olanağından ve aracından yoksun bıraktığı ciddi bir güvenlik tehdidi yaratmaktaydı. Üstelik uluslararası garantinin kaynağı olan Milletler Cemiyeti 1930’lu yılların ortalarında gerilemeye başlamış ve Versailles Antlaşması’na dayanan Avrupa sistemi artık işlevsel değildi. Hitler’in iktidara gelmesi, Locarno Paktı’nın feshedilmesi ve Almanya’nın Ren bölgesini işgal etmesi, Türkiye’ye Boğazlar rejiminin değiştirilmesi yönündeki talebini dile getirmesi için gerekli fırsatı verdi. Böyle bir ortamda Türk dış politikası, uluslararası alandaki tehditleri diplomasi aracılığıyla fırsata çevirerek Türkiye’nin ulusal güvenlik ve barışını pekiştiren Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni 1936 yılında imzalamıştır. Türkiye uluslararası diplomasiyi kullanarak ulusal bir sorununu çözmüş, jeopolitik ve stratejik bütünlüğünü sağlamış, uluslararası ilişkilerinde söz sahibi olmaya başlamıştır.(Erkin, 1948)

Bu varoluş Türkiye’nin sahip olduğu gücün sonucudur. Atatürk rejiminin bu kadar kısa sürede Türk milletine sunduğu prestij ve güç, böylece uluslararası platformda da tescillenmiş oldu.

Bugün, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Kızıldeniz’de meydana gelen güncel çatışmalar düşünüldüğünde, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Atatürk’ün “şahsi davam” olarak ifade ettiği ve kararlı bir diplomasi yürüttüğü Hatay sorunu(Sancak statüsü) 1936 yılında gündeme oturdu. Misak-ı Milli’yle milli sınırlarına dahil edilemeyen, ancak 1921 Türk-Fransız Antlaşması’nda imtiyazlı statü tanınan Hatay’ın geleceği, 9 Eylül 1936’da imzalanan Fransa-Suriye anlaşması Fransa’nın tüm haklarını ve yetkiyi Suriye Hükümeti’ne devretmesini içeriyordu. Türkiye’de bu durum, Sancağın kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırdı, Türk hükümeti Sancak meselesinin önemini vurgulayarak, 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti toplantısında ve daha sonrada 9 Ekim 1936’da Fransa’ya nota vererek; “durumun kabul edilemeyeceğini ve Sancağa otonomi verilmesini” istedi. Ayrıca, Atatürk, Hatay’ın Türk ulusal politikasındaki önemini sürekli vurgulamış ve bu davanın takip edileceğini, mutlaka milli çıkarlara uygun olarak çözüleceğini konuşma ve direktiflerinde belirtmişti. 29 Mayıs 1937’de Britanya’nın hakemliğinde ve Milletler Cemiyeti çerçevesinde yürütülen diplomatik temaslarla soruna geçici bir çözüm getirildi. 23 Haziran 1939’da iki devlet arasında yapılan antlaşma ile Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etti. Buna karşılık Türkiye de Suriye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı gösterecekti. Atatürk, yaşadığı dönemde sorunun kesin çözümünü ve Hatay’ın Türkiye’ye ilhakını görememişti. (Sökmen,1966). Bugün, Suriye’deki gelişmeler düşünüldüğünde, Hatay, Türkiye’nin Mavi Akdeniz’in kalbinde atmaktadır…

İkinci Dünya Savaşı’nda demokrasilerin galip gelmesiyle birlikte çok taraflılık Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası kurumlarında etkisiyle dünya düzeninin önemli bir norm ve pratiği haline gelmiştir. Atatürk, henüz çok taraflılığın güç kazanmadığı bir dönemde dünya barışını ilkesel bir yaklaşım olarak benimsemiştir. Bu açıdan baktığımızda Atatürk’ün dünya barışına ve milletlerarası iyi ilişkilere olan samimi inancını görmekteyiz. Atatürk’ün dünyadaki saygınlığının nedeni de budur. ‘‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ dış politikası Türkiye’nin dünyadaki yumuşak gücünü de teşkil eden başat faktörlerdendir. Yumuşak güç bir ülkenin dünya siyasetini kültür, siyasi değerler ve dış politikasıyla etkileme kapasitesini temsil etmektedir. Askeri ve ekonomik güçten farklı olarak söz konusu ülkenin dünya kamuoyu nezdindeki algısına karşılık gelmektedir. (Nye 2004; 11)

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Avrupa’da demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını geliştirmek için 1949 yılında oluşturulan Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Avrupa Konseyi, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’yla kurduğu ilk kurumsal bağ olmuştur. (T.C. Dışişleri Bakanlığı) Soğuk Savaş’ın iki kutuplu (bipolar) dünya düzeninin oluşmasıyla birlikte Türkiye ulusal güvenliğini sağlamak ve ekonomik kalkınmasına devam edebilmek için NATO üyesi olmuştur. Kısacası, Türkiye’nin kuruluşundan sonraki doğal evrimi çoğulcu demokrasilerin yanında yer almasını sağlamıştır. (Ceylan ve İldem, 2021: 6)

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin bölgesel işbirlikleri oluşturduğunu görmekteyiz. 1992 yılında kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) bölge ülkeleri arasında ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmeyi hedeflemiştir. 1997 yılında oluşturulan Gelişen Sekiz Ülke (D-8) Teşkilatı’yla üye ülkeler arasında ekonomik kalkınma işbirlikleri geliştirilmesi amaçlanmıştır. Her iki örgüt İstanbul’da düzenlenen devlet başkanları zirveleriyle kurulmuştur ve sekretaryaları İstanbul’dadır. Balkanlarda bölgesel güvenliği sağlamak için 1996 yılında oluşturulan Güneydoğu Avrupa İş birliği Süreci (GDAÜ) Türkiye’nin Balkanların barış ve güvenliğine verdiği önemi göstermektedir.

Bugün, siyasi ve ekonomik kutuplaşmaların küresel barış ve güvenliği tehdit ettiğine tanıklık ediyoruz. Uluslararası verilere göre küresel ekonomik büyüme düşük bir seyir izliyor ve jeopolitik risklere paralel olarak küresel ticaret bölgeselleşiyor. Gelişmekte olan ülkelerin artan ekonomik güçlerine paralel olarak ekonomik mücadeleler belirginleşiyor. (Wade 2011) Küresel ticaret hacminin azaldığı, bölgesel ticaretin yükseldiğini öngören çalışmalara göre ABD-Çin gerilimlerine paralel olarak Batı ülkeleri ticaret için Hindistan ve ASEAN ülkelerine yöneliyor. Önümüzdeki 10 yıllık dönemde küresel ticaretin dinamiklerinde ABD, Kanada ve Meksika arasındaki ticaret anlaşmasıyla Kuzey Amerika’da bölgesel ticaretin artış göstermesi, Batı ülkelerinin Çin’le olan ticaretlerini Hindistan ve ASEAN ülkelerine kaydırması ve uluslararası yaptırımlarla karşılaşan Rusya’nın küresel ticaret hacminde azalma olmamakla birlikte ticaretini Batı ülkelerinden BRICS ülkelerine kaydırmasının belirleyici olacağı öngörülmektedir. (BCG 2024)

Bu çerçevede, ticaret koridoru projeleri 2023 yılında gerçekleşen uluslararası zirvelerin önde gelen konuları arasında yer aldı. Hindistan’ın ev sahipliğinde geçtiğimiz Eylül ayında düzenlenen G20 Liderler Zirvesi’nde ABD öncülüğünde ilan edilen Hindistan-Orta Doğu- Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) projesi bu alanda öne çıkan bir gelişme oldu. IMEC projesi, Batılı ülkelerin ticaretini önümüzdeki dönemde Hindistan ve ASEAN ülkelerine kaydıracağı varsayımlarıyla örtüşmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin Irak’la işbirliği içerisinde geliştirdiği Hazar çıkışlı Kalkınma Yolu Projesi ve Orta Koridor bağlantısallık kapasitesini arttırmak için Zengezur Koridoru ve Turan Ekonomik Bölgesi projelerinin öne çıktığına tanıklık ediyoruz.

Çok taraflılığın sorgulandığı, küresel ilişkilerin yeniden yapılandığı dünya düzeni tartışmalarının yaşandığı günümüzde Mustafa Kemal Atatürk ülkemizin yanı sıra dünya kamuoyunda da saygıyla anılan bir devlet insanı olmaya devam ediyor. Atatürk’ün ‘‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’’ ilkesi çok taraflılığı temel alan uluslararası bir norm olarak teşvik edilmelidir. Bir diğer ifadeyle, Atatürk ve Türkiye’yle özdeşleşmiş bir politikanın uluslararası aktörler tarafından norm olarak kabul edilmesi ve politika yapım süreçlerinde yer bulması Türkiye’nin yumuşak gücünü arttırmakla birlikte küresel güvenlik ve refah için de yol gösterici bir politika olacaktır. Devletlerin uluslararası konumu evrensel gelişmelere paralel olarak değişim gösterebilmektedir. Önemli olan dünyadaki gelişmeleri takip ederken gelecek tartışmalarının aktif bir katılımcısı olmaktır.

Kaynakça

Ahmad, F. (2004). The Historical Background of Turkey’s Foreign Policy. Martin, L.G & Keridis, D. (Eds.), The Future of Turkish Foreign Policy (pp.9-33). The MIT Press.

Aydın, M. (1999). Determinants of Turkish foreign policy: historical framework and traditional inputs, Middle Eastern Studies, 35 (4), 152-186

Caporaso, J.A. (1992). International Relations Theory and Multilateralism: The Search for Foundations, International Organization, 46 (3), 599-631.

Ceylan, F. ve İldem, T. (2021). Yeni Gerilimler Sarmalı ve Türkiye. Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi. https://edam.org.tr/wp-content/uploads/2021/09/210925-Yeni-Gerilimler-Sarmali-TUR.pdf

Erkin,F.C.(1968 ) Türk – Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara.

Finnemore, M. (2005). Fights about Rules: The Role of Efficacy and Power in Changing Multilateralism, Review of International Studies, 31, 187-206.

Gilbert, M., Nikolaus, L., Mavropoulos, G. & McAdoo, M. BCG. (2024). Jobs, National Security, and the Future of Trade. https://www.bcg.com/publications/2024/jobs-national-security-and-future-of-trade

Gönlübol, Mehmet-vd. (1987). Olaylarla Türk Dış Politikası, C. 1-2, Ankara: S.B.F. Yay.

Kissinger, H(2006), Diplomasi, Çeviren: İbrahim H. Kurt, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

Kürkçüoğlu, Ö. (1980). An Analysis of Atatürk’s Foreign Policy, 1919-1938, The Turkish Yearbook of International Relations, 20, 133-187.

Nye, J.S. (2004). Soft Power: The Means to Success in World Politics. New York: Public Affairs.

Ruggie, J.G. (1992). Multilateralism: the anatomy of an institution, International Organization, 46 (3), 561-598.

T.C. Dışişleri Bakanlığı. Avrupa Konseyi. https://www.mfa.gov.tr/avrupa-konseyi_.tr.mfa

Sökmen, T.(1992). Hatay’ın Kurtuluşu için Harcanan Çabalar, Ankara: T.T.K. Yay.

Wade, R.H. (2011). Emerging World Order? From Multipolarity to Multilateralism in the G20, the World Bank, and the IMD. Politics & Society, 39(3) 347-378.

Bunları da sevebilirsiniz