Düşünmenin Dile İhtiyacı Var Mı?

Dil felsefesi içerisinde oldukça fazla tartışılan konulardan birisi de dil-düşünce ilişkisidir. Bu yazıda dil felsefesinde dil-düşünce ilişkisi hakkındaki tartışmanın içerisinde dilin mi düşünceyi yoksa düşüncenin mi dili öncelediği konusu ele alacağız. Dil ile düşünce arasında doğrudan bir bağ olduğu hem bilişsel bilimlerde yapılan çalışmalarda hem de gelişim psikolojisi içinde yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Ancak bu bağın ne türden bir bağ olduğu, dahası dil ile düşünce arasında ne türden bir etkileşim olduğu halen tartışılmakta olan bir konudur. Bu konu ile ilgili dil felsefesinde üç ana akım bulunmaktadır: Birinci akım dilin düşünceyi öncelediği fikrini savunur. Dilsel görelilik kuramı buna en iyi örnektir. İkinci akım düşüncenin dili öncelediğini savunur. Jerry Fodor’un düşüncenin dili kuramı buna örnektir. Üçüncü akıma göre dil ile düşünce arasında bir önceleme olamaz ve bundan ötürü dil ile düşünce arasında birbiriyle devamlı etkileşim halinde olan ve bir öncelik içermeyen karşılıklı bir ilişki olduğu savunulur. Bu konuda Lev Vygotsky’nin psikolojik dil kuramları buna örnektir. Bu yazıda kısaca bu akımlara değineceğiz.

Whorf-Sapir Tezi

Edward Sapir (1884-1939) ve Benjamin Lee Whorf (1897-1941) tarafından geliştirilen dilsel görelilik kuramına göre dilin yapısı bizim düşünce ve dünyaya bakış biçimimizi belirlemektedir. Bu tezden etkilenen bazı araştırmacılar dilin doğrudan düşünce üzerinde belirleyici bir rolü olduğunu savunmakta iken bazı araştırmacılar ise dilin düşünce üzerinde dolaylı bir etkisi olduğunu savunmaktadır. Dilin düşünce üzerine olan etkisini iki açıdan ele alabiliriz. İlki anlambilim, ikincisi ise sözdizimidir. Anlambilim açısından bakıldığında Whorf ve Sapir’in antropolojik araştırmaları, kültüre ve coğrafyaya bağlı olarak bazı nesne ve olguların tanımlarında çeşitlilik ve farklılıklar olduğunu göstermiştir. Örneğin, bir Eskimo için kar, yaşamının değişmez bir unsurudur. Biz sadece tek bir kelime ile “kar” diye tanımlarken Eskimo dili kara dair birçok ayrıntıyı ortaya koyabilecek şekilde farklı kelimelerle ifade edebilmektedir. Aynı şekilde renk üzerine yapılan antropolojik çalışmalar da benzer bir sonucu ortaya koymaktadır.

Sözdizim açısından bakıldığında ise dilin içindeki zaman ve uzama dair kullanım kuralları bizim düşünme biçimimizi etkilemektedir. Örneğin, Türkçede iki nesne arasındaki ilişkiyi ismin yalın, -i, -e, -de ve –den halleri ile tanımlarken İngilizcede bunu in, on, at, from gibi 120’ye yakın edat ile dile getirmektedir. Türkçede geçmiş zaman tasarımımızı tanıklık (-mış ve –) üzerinden yaparken İngilizcede olan olayın süreçselliği üzerinden ifade edilmektedir. Bu iki örnek de göstermektedir ki Türkçe ve İngilizcenin sözdizim kuralları farklılıklar içermektedir ve dilsel görelilik kuramına göre bu farklılık ana dili Türkçe ve İngilizce olan iki kişi arasında mekan ve uzam üzerine bambaşka dünya tasavvurları ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla farklılaşan bu tasavvurlar her iki kişinin düşünme biçimini de etkilemektedir.

Whorf’un temel argümanlarından biri üzerinden bu görüşe karşı “çevrilebilirlik problemi” olarak adlandırılan bir itiraz ifade edilebilir: Eğer her dilin kendi içinde “gizli” ve tamamen farklı bir gerçekliği varsa, bir dilden başka bir dile çeviri nasıl mümkün olabilir? Edebiyatta, kullanım kılavuzlarında vb. durumlarda çeviriler gerçekten işe yaramaktadır. Bu anlamda iletişim sadece mümkün olmakla kalmıyor, gündelik yaşamda sıkça karşılaşılan bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Vygotsky Tezi

Lev Vygotsky dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi gelişim psikolojisi üzerinden yaptığı araştırmalara dayanarak açıklamaya çalışmıştır. Bebeklerin iki yaşına kadar dil ve düşünce yetilerinin birbirinden bağımsız geliştiğini ve daha sonra bunların birbiri ile ilişkiye girdiğini savunur. Bu ilişkinin kendisi hem düşünce hem de dil yetimizin artmasını sağlayan temel unsurlardan birisidir. Bu sebeple, Vygotsky açısından dil ya da düşüncenin birbirini öncelemesi diye bir durum yoktur; aksine dil ve düşünce, belli bir yaştan sonra her ikisinin ilişkisinden kendini var edebilmektedir.

Vygoysky’nin sosyo-kültürel kuramına temel eleştiri, bireyin rolünü önemsizleştirerek önemi kollektif olana ve bu ilişkiye vermesidir. Vygotsky bireysel aklın gruptan bağımsız düşünülmediğini iddia etmekte, bu ise en azından sezgisel olarak bu bireysel düşünceyi fazlaca küçümsemesi anlamına gelmektedir. Dahası Vygotshy’nin sosyo-kültürel teorisi tüm sosyal ve kültürel gruplara uygulanabilirliği bir tartışma konusudur

Fodor Tezi

Jerry Fodor 20. yüzyıl bilişsel bilimler alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur. Fodor’a göre dil doğuştan var olan bir modüldür ve bu modülün işlemesi düşünce gibi diğer bilişsel yapılarla olan ilişkisine bağlıdır. Dilin içinde sonsuzca yeni cümle kurabilir ve hiç duymadığımız bir cümleyi anlayabiliriz. Ancak bunu yapabilmemizi sağlayan şey zihnimizde sonsuz sayıda düşünce üretebilme yetimizdir. Bu sebeple, dilsel kullanım zenginliğimiz düşünce yapımızdaki zenginlikten kaynaklanmaktadır.

Bu yazıda temel olarak dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi inceleyen kuramları inceledik. Hangi kavramın akılda daha baskın olduğunu ya da bu iki kavramın karşılıklı olarak ne türden sonuçlar ürettiği üzerine açıklama yapmaya çalışan kuramlardan, ilk olarak Whoft-Sapir tezi bize dilin düşünceyi öncelediği ve düşünce yapımızı belirlediğini söyledi. Vygotsky dil ve düşüncenin birbirinden bağımsız olarak oluştuğunu ve hiçbirinin diğerini öncelemediğini fakat ilerleyen dönemlerde karşılıklı olarak birbirinin gelişmesine yardım ettiğini öne sürdü. Son olarak, Fodor dili bir modül olarak alıp, diğer modüllerin onunla ilişkisini göstermeye çalıştı ve zihnimizin sonsuz sayıda düşünme kapasitesinin dilin sonsuz sayıda cümle kurabilmesine ve sonsuz sayıda cümleyi anlayabilmesine sebep olduğunu iddia etmiştir.

Bunları da sevebilirsiniz