Türkiye ve Siyasal İslamcı Hareket

Türkiye’nin, AKP iktidarındaki 21 yılı, siyasal İslamcılığın, cemaat ve tarikatların gündemden hiç düşmediği bir 21 yıl oldu. Eğitimin, siyasetin, sivil – asker bürokrasinin üzerinde, artan siyasal İslamcı baskı, hep tartışıldı. Bu süreçte, büyük burjuvazi iktidarla çok önemli ölçüde uzlaştı. Medya, büyük ölçüde iktidarın beklentilerine koşut olarak dönüştü. Medyada sahiplik yapısı da buna koşut olarak el değiştirdi. Tarikat ve cemaat yapılanmaları ise AKP öncesinde aldıklarından çok daha büyük destek aldılar, siyaset kurumundan ve siyasetçilerden. AKP öncesinde zaten her biri birer holding haline gelen cemaat ve tarikatlar, daha da büyüdüler, güçlendiler. Vakıfları, dernekleri, çoğaldı, çeşitlendi, zenginleşti. Bürokrasinin her kademesinde kadroları güçlendi, etkisini artırdı. Bunların bünyesindeki özel okullar, özel hastaneler, holdingler, market zincirleri, sigorta şirketleri, matbaalar, ithalat – ihracat firmaları, finans kurumları, gazeteler, televizyonlar, radyolar, internet siteleri, inşaat şirketleri, vakıf üniversiteleri sayıca arttı, büyüdü. Bu yapıların yönettikleri, yönlendirdikleri sermaye on milyarlarca lirayı çoktan aştı.

Siyasal İslamcı yapıların ekonomide artan ağırlığı, hem sektör bazında hem de kendi aralarında keskin bir rekabeti de beraberinde getirdi elbette. Aralarında, sadece dinin yorumundan kaynaklanan farklar olmadığı, asıl ticari ve siyasi rekabetin keskinleştiği görüldü. Devletten, yerel yönetimlerden kimin daha çok ihale alacağı, devlette kimin daha fazla kadrolaşacağı kavgası öne çıktı. Hangi bakanlıkta hangi tarikatın, hangi üniversitede hangi cemaatin güçlü olduğuna, hangi okula öğrenci alınırken, hangi tarikat ve cemaatin etkili olduğuna, referans mektubu verdiğine ilişkin haberler, medyada adeta sıradanlaştı.

Tarikat Değil, Adeta Holding

Gerçek şudur: Günümüzde dini bir yapıda, cemaat veya tarikatta lider olmak, adeta bir holding patronu olmak gibidir. Bu yapılar, kazanç kapısı olmuştur çünkü. Arkasına siyasi ve bürokratik destek alan bir tarikat sermayesinin, cemaat holdinginin eli güçlüdür. Başının vergi dairesiyle, maliyeyle derde girmeyeceğini düşünür çünkü patron. Bu şirketlerde çalışan işçilerin, emekçilerin sigortası yatırılmadığında, sendikalaşmaları engellendiğinde, fazla mesaileri ödenmediğinde verilecek yanıt da bellidir: “İslam yolunda mücadele edilirken, cihada gidilirken bu tür ayrıntılarla uğraşılmaz”. Emekçi, zaten cemaate mensuptur. İşveren de tarikat şeyhidir. O nedenle sömürünün sorgulanmaması doğaldır. Hatta sömürülen işçi – mürit, sömüren işveren – şeyhe, “Allah razı olsun” demektedir. Haline şükretmektedir.

Tarikat ve cemaat yapılarının, özellikle üç sektöre özel önem verdiği, öncelikle yoğunlaştığı bilinir, hem de on yıllardır. Finans, medya ve eğitim. Finans kuruluşlarıyla faaliyetlerin parasal kaynağı karşılanır. Medyayla propaganda yapılır. Eğitim kurumlarıyla da hem kadro yetiştirilir, parlak, başarılı beyinler, zeki çocuklar ve gençler kazanılır hem de kitlesel ve örgütlü bir taban oluşturulur. Özel yurtlar bu açıdan özellikle önemlidir. Son yıllarda bu yurtlarda, tarikat ve cemaat evlerinde, gençlik merkezlerinde yaşanan olaylar çok sayıda kitaba konu olsa da, henüz bu yapılarla mücadelede adım atılmamıştır. Tersine siyaset kurumu, bunları savunmuştur ve savunmaktadır.

Türkiye’nin son 20 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığı, siyaset üzerinde zaten oldukça etkin olan yapısını, daha da etkinleştirmiştir. Diyanet İşleri Başkanı’nın, Ayasofya’daki tören başta olmak üzere, büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki sözleri, toplumdan büyük tepki çekse bile, iktidar tarafından sahiplenilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde kurulan akademi, Ayasofya Fatih Medresesi’nin açılması, sayıları sürekli artan imam hatip okulları, İlahiyat Fakülteleri, İslami İlimler Fakülteleri de tarikat ve cemaat yapılarını yüreklendiren, kadrolarını zenginleştiren, bürokraside güçlenmelerini hızlandıran gelişmelerdir.

12 Eylül Darbesi ve Siyasal İslam

Türkiye; son 21 yılda, toplumun laikliğin önemini daha çok kavramasına, dünyevileşmesine tanık olsa da, bu yıllar, devlet katında laikliğin, önceki iktidarlara oranla daha büyük hızla aşındırıldığı, laiklik karşıtı eylemlerin, uygulamaların arttığı, yaygınlaştığı, sıradanlaştığı, olağanlaştığı yıllardır. Bunun günlük hayatta, eğitimde, bürokraside, sağlıkta, sosyal yaşamda, bankacılık ve finans sektöründe sayısız örneği vardır. Atatürk ve Cumhuriyet’e hakaret edenlerin, değil ceza alması, adeta korunması, kollanması, kayırılmasına ilişkin örnekler çoktur. Sonuçta dinin emrinde bir devlet manzarası ortaya çıkmış, bu görüntü de siyasal İslamcı yapıların cesaretini artırmıştır.

Bu durum, her ne kadar AKP döneminde zirveye ulaşsa da, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, önceki iktidarlar üzerinde de güçlü bir etkisinin olduğu unutulmamalıdır. Bu süreç, AKP’nin çok öncesine, 1950’ye, Demokrat Parti iktidarına dek uzatılabilir. Hatta onun da gerisine, CHP’li Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığına dek götürülebilir. Fakat bu konuda asıl büyük sıçrama, 12 Eylül 1980 darbesiyle yaşanmıştır. Türk – İslam sentezi, adeta devletin resmi ideolojisi olmuştur. Devlet bürokrasisi ardına kadar siyasal İslamcı kadrolara açılmıştır. ABD de bu süreci sonuna kadar desteklemiştir. Bu süreçte, 12 Eylül’ü yapan darbeciler, dillerinden Atatürk’ü düşürmeden, bol bol Atatürk büstü yaptırarak, Atatürkçülüğün içini boşaltmışlardır. Öyle ki Atatürk’ün vasiyetini bile çiğneyerek, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kapatıp, kendi akıllarına göre yeni bir kurum oluşturmuşlardır.

AKP; bu süreci başlatan parti değildir, fakat sürecin sonucudur ve zirvesidir. Bu durum büyük sermayenin beklentileriyle ve ABD’nin talepleriyle de uyumludur. Özellikle de Yeşil Kuşak projesiyle yakından ilgilidir. SSCB’nin, Müslüman ülkelerdeki İslamcı rejimlerle çevrelenmesi kapsamında Türkiye, İran, Pakistan ve Afganistan’ın özellikle öne çıktığı bir projedir. Bu bağlamda toplumun, siyasetin, eğitimin, bürokrasinin, ordunun İslamileştirilmesi yönünde güçlü adımlar atılmıştır. Bu sadece içerideki büyük sermaye çevrelerinin değil, küresel sermayenin de işine gelmiştir.

Siyasal İslam ve Liberal Destekçileri

Siyasal İslamcıların başlıca talebi şudur: Toplumu, dini kurallara göre yönetmek. Bu talep, tarihin akışına ters olması yanında, akla ve bilime de aykırıdır. Ne var ki, siyasal İslamcı gelenek, pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da inatçıdır. Üstelik kendi hedefleri doğrultusunda, içeride ve dışarıda kolaylıkla müttefik de bulmuştur. Özellikle de liberalleri, kerameti kendinden menkul bir demokrasi, özgürlük ve insan hakları adına, yanına çekebilmeyi başarmıştır.

Liberaller; Türkiye Cumhuriyeti’ndeki laiklik anlayışının, temelden yanlış olduğunu, demokrasiyi, çok sesliliği, çoğulculuğu engellediğini öne sürerler hep. Onlara göre; Atatürk despot ve diktatördür. Bu konuda da İslamcılarla örtüşürler. Türkiye Cumhuriyeti, liberallere göre, yanlış felsefe ve ülküler üzerine kurulmuş bir devlettir, ceberuttur. Bu konuda da İslamcılarla örtüşürler. Liberaller; Türk Milleti’ni de yapay, zorlama bir ulus olarak görürler. Bu konuda da İslamcılarla örtüşürler, çünkü İslamcı gelenek millet değil, ümmet fikrini savunur. Liberallere göre; Türkiye’deki laiklik uygulaması katıdır, serttir, laikliği savunanlar da bir avuç laikçidir. Bu konuda da siyasal İslamcılarla örtüşürler. Liberaller; ulus devleti ve üniter devleti de yanlış, yapay hedefler olarak görür, federasyonu ve alt kimliklerin siyasallaşmasını, yani kimlik siyasetini savunurlar. Bu konuda da siyasal İslamcılarla örtüşürler.

Liberaller; Türkiye’de siyasal İslamcı hareketin, iktidar talebi olduğunu da kabul etmemişlerdir hiç. Devleti ele geçirerek, bu yolla toplumu değiştirmek, dönüştürmek istediğine inanmamışlardır siyasal İslamcıların. İrticai hareketlerin, dışarıdan da destek gördüğünü, üstelik sadece İslam ülkelerinden değil, Batıdan da destek aldığını kabullenmemişlerdir. Türkiye’nin, 57 üyeli İslam dünyasında, laikliği benimseyen tek devlet olmasını küçük görmüşlerdir daima. Türkiye’de, Arap milliyetçiliğinin, Arap kültürünün, İslam maskesi altında yaygınlaştığını yok saymışlardır. Arapların kendilerini, dillerini, kültürlerini, alfabelerini üstün görmelerini (Araplar üstün ırk, Arapça Allah’ın dili, Arap alfabesi kutsal alfabedir buna göre), bunun Türkiye’de de pek çok siyasal İslamcı tarafından kabul edilmesini, anlayamamışlardır.

Liberaller; laiklik olmadan sadece demokrasinin değil, özgür düşüncenin de, bilimsel düşüncenin de, kadın – erkek eşitliğinin de, insan haklarının da, hukuk devletinin de yaşayamayacağını bilmezler. Laikliğin; iç barışın korunmasında, mezhep çatışmalarının önlenmesinde ne denli önemli olduğunu kavrayamazlar. Liberallerin; tarikat ve cemaat benzeri yapıları, sivil toplum örgütü olarak görmeleri cehaletlerini yansıtır. Seçimin, itirazın, tartışmanın, yurttaş bilincinin olmadığı tamamen biat, itaat, sadakat üzerine kurulu yapıları, demokratik bir yapı olarak görmek, liberallere özgü bir cehaletten başka bir şey değildir.

Liberallerin, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığında, bir diğer müttefiki olan etnik ayrılıkçıların, PKK terör örgütünün uzantılarının, Kürtçü hareketin ise gündeminde laiklik hiç olmamıştır zaten. Onlar da bu yönüyle, siyasal İslamcılarla örtülü bir ittifak içinde olmuşlardır hep. Yıkmaya çalıştıkları, bölmeye çalıştıkları Türkiye’nin laik olup olmaması hiç umurlarında olmadığı gibi, siyasal İslamcı isimleri milletvekili adayı da yapmışlardır sıklıkla. Laikliği savunmanın, Cumhuriyeti, Atatürk’ü, bağımsızlığı savunmakla, emperyalizme karşı çıkmakla aynı olduğunu bildiklerinden, uzantısı, uydusu, işbirlikçisi ve taşeronu oldukları emperyalizmle, bu açıdan da ters düşmek istememişlerdir.

Siyasal İslam Nelerden Yararlandı?

Siyasal İslam; ülkemizde, büyük bir mali gücü elinde bulundurmanın, ulusal bilinç yoksunluğunun, halkın kutsal din duygularını sömürmenin, sağ ve soldaki başarısız iktidarların, yoksulluğun, bozuk ekonominin, sosyal devletin zayıflamasının, sorunlu eğitim sisteminin önüne açtığı fırsatları iyi kullanmıştır. Batı emperyalizminden ve Arap rejimlerinden aldığı büyük siyasi ve mali güç de, işini kolaylaştırmıştır. Dahası İslamcı hareket, milliyetçiliği de etkilemiştir. Normal şartlarda, ümmetçilik ve milliyetçilik birbirine zıt, birbirini iten, birbirine rakip iki akımken, ülkemizde laik Türkçülük, özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD’nin de büyük etkisiyle, İslamcı milliyetçiliğe, muhafazakâr milliyetçiliğe, ümmetçiliğin içinde eriyen bir milliyetçiliğe dönüşmüştür. Batıda kilise, ulusal çıkarları ve ulusal bağımsızlığı savunurken, bizde pek çok Diyanet İşleri Başkanının, imamın, müezzinin, din bilgisi öğretmeninin, İslamcı yazarın, yayın organının Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı bilinir. Bu konuda sayısız örnek vardır.

Siyasal İslam; Uğur Mumcu’nun, Tarikat- Ticaret- Siyaset adıyla kitaplaştırdığı gibi, siyaset ve ticaretle hep iç içe olagelmiştir. Bu da onu güçlendiren ve laikliği aşındıran önemli bir unsurdur. Halkın yoksullaşması, cehaletin yaygınlaşması, demokrasi için olmazsa olmaz bir unsur olan orta sınıfın erimesi, güçsüzleşmesi, siyasal İslamcı hareketlerin elini güçlendirmiştir.

Tarihte nasıl Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında irtica, mezhepçilik siyasetle, Kürtçü hareketle, emperyalist güçlerle iç içe ise günümüzde de değişen bir şey yoktur. Şeyh Sait İsyanının, Musul ve Kerkük nedeniyle İngilizlerle çetin bir diplomatik mücadele verildiği sırada çıkması, tesadüf değildir. Günümüzde de Şeyh Sait’e ve Seyit Rıza’ya sahip çıkanların ittifakı, geçmişteki ittifakın devamıdır.

Türk sağı, her zaman siyasal İslamcı hareketle iyi ilişkiler kurmuştur. Bunun iç siyasette oy anlamında karşılığı olduğu gibi, dış siyasette ABD yandaşlığı da bunu zorunlu kılar. Adnan Menderes’in Said-i Nursi’den siyasi destek istediği, milletvekillerine hitaben yaptığı bir konuşmada, “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” dediği bilinir. Süleyman Demirel, Nurcularla hep iyi olmuştur. Turgut Özal ise Nakşibendi olduğunu saklama gereği bile duymamıştır. Dinci akımları içeride desteklediği yetmezmiş gibi, bunu dış politikaya da yansıtmıştır. Türkiye – Azerbaycan ilişkileri hakkındaki bir demecinde, Azerbaycan için, “Onlar Şii’dir, biz Sünni’yiz” demiştir.

Türkiye’deki bu politik iklimin, CHP’yi de etkilediği dikkat çeker. Nitekim Bülent Ecevit, “Olumlu tarikatlar da var” diyerek, “İnançlara saygılı laiklik” (sanki aksi mümkünmüş gibi) türünden kerameti kendinden menkul bir laf ederek, FETÖ liderine sempati besleyerek noktalamıştır siyasi hayatını. CHP’de de, Atatürk’le mesafeli, laiklikle sorunlu, etnikçiliği solculuk, mezhepçiliği devrimcilik sanan çok siyasetçi vardır, dün de, bugün de.

Türkiye’nin Zor Sınavı

Sorun şudur: Siyaset, dini kullanmaktadır. Siyasal İslamcı hareket de örgütlüdür ve bunu kendince fırsata çevirmektedir. Dinin, bireysel olarak yaşanmasını, yorumlanmasını, özel alanda savunanlara karşı, siyasal İslam dinin toplumsal olarak, siyasal olarak kavranmasından ve kamusal alanda etkili olmasından yanadır.

İslam dini, devletsiz bir ortamda doğmuştur. Ama o günden beri, dini yönünün yanında, aynı zamanda siyasi yönüyle de öne çıkmıştır. Devlet olarak da örgütlenmiştir. Sadece dini alanda değil, siyasi, iktisadi, hukuki, toplumsal alanda da hükümler içermekte, düzenlemeler öngörmektedir.

Türkiye; sözde müttefiki olan Batılı devletlere karşı da laikliği savunmak zorunda kalmıştır hep. Örneğin, İngiltere’nin, geçmişte hilafetin kaldırılmasına, hangi gerekçelerle karşı çıktığını unutmamak gerekir. Çünkü kendi güdümünde bir İslam dünyasıdır Londra’nın niyeti. Keza ABD; hep siyasal İslamcı akımları desteklemiştir, farklı yöntem ve araçlarla. Mısır’da İhvan’la çok iyi geçinmiştir yıllarca. Türkiye’de tarikat ve cemaat yapılarını hep kollamıştır, halen de kollamaktadır. Geçmişte, Soğuk Savaş döneminde, SSCB ve komünizme karşı, Afganistan’da mücahitleri desteklemiştir. Devamında El Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerine verdiği büyük destek de bilinmektedir. Öyle ki, ABD’nin önceki başkanı Donald Trump, IŞİD’in bizzat Başkan Obama tarafından kurulduğunu defalarca söylemiştir. Almanya; yıllarca Cemalettin Kaplan’ı Türkiye’ye karşı elinin altında bir koz olarak tutmuştur, faaliyetlerine göz yummuştur. Milli Görüş hareketinin de Avrupa’da en etkili, örgütlü, güçlü olduğu ülkedir. Dini kimliği, Türk milli kimliğinin eritilmesinde, unutturulmasında, adeta dini Müslüman olan Alman vatandaşı yaratılmasında, etkili bir araç olarak görmektedir.

Sonuçta Türkiye’nin AKP iktidarındaki son 21 yılı, hem siyasal İslamcı hareketin gücünün, olanaklarının, ittifak ilişkilerinin, siyasi becerisinin, ülkeyi yönetme kabiliyetinin ortaya çıktığı bir dönem olmuş hem de toplum, laikliğin önemini daha çok kavramaya başlamıştır.

Bunları da sevebilirsiniz