Eva Luna Anlatıları

Eva Luna öykü ve romanlarının sırası geldiğinde, bir kez atlanmıştı1 Yeni bir okuma, Eva Luna anlatıcısının yeniden gündeme gelmesini sağladı. O zaman ertelenmesi seçim yüzündendi, gene bir seçim eşiğindeyiz, ama bu sefer aynı şey olmayacak, şimdilerde vakit sorunu yok, zaman bir aydan fazla. Bu arada belirtelim, zaten tekrar olmasın diye aynı şeyleri yazmamalıyız, yazmıyoruz, ama o günlerdeki seçimlerin adayları için belirlediklerimiz bugün de aynen geçerlidir.

Ayrıca, Eva Luna gene niye ertelensin mi ki? Hiç hak etmemişti zaten!

Ama şimdi düşünüyorum da o zaman Eva Luna anlatıcısının ertelenmesi iyi olmuş. Aynı yazarı yeni okumalarda tanımak, bir daha tanımak mümkün. İşte o oldu, başka şeyler, yeni şeyler, yeni derinlikler farkettim. Aslında kimi kitaplardaki her yeni okumada böyle bir durum söz konusu olabiliyor.

İnsan zaten bir kitabı yeniden okumayı, yani yeni şeyler keşfetmeyi düşündüğünden, böyle bir olasılık da olduğundan dolayı yapmaz mı?

Gene sırası geldi.

*

1942 Lima (Peru’nun başkenti) doğumlu, babası büyükelçi düzeyinde diplomat olan bir yazar var, Isabel Allende Llona adında. Ailesi 1945 yılında Şili’ye göç etmiş. Kendisi ünlü Şilili siyasetçi ve devlet adamı Salvador Allende Gossens’in (1908-1973) yeğeni olup, çalışma hayatına on yedi yaşında gazetecilikle başlamış. Amcası seçimle cumhurbaşkanı olmuş, ama emperyalizmin çıkarları sarsıldığı ve aynı zamanda Şili başka yerlere örnek olma durumunu yarattığı için ona karşı bir Amerikancı darbe yapılmış. Öldürülen Başkan Allende’yi bütün Şili’de adeta her kesimi kapsayan bir baskı, şiddet ve öldürümler izleyince bütün dünyada gözler oraya çevrilmiş. Dönemin ve korkunç olayların dünya siyasetine, edebiyatına ve hatta sinema sanatına önemli bir yansıması2 olmuş.

Mış diye anlatmamız, özetlenen dönemin yaşı otuzu-kırkı bulmayan herkesin bilmeyebileceği bir tarih olmasındandır. Bu önemli ve unutulmaz olayları o günleri yaşamamış olanlar pek ilgili değillerse öğrenmemiş olabilirler.

Allende siyaset olayı, belirli devrimci çevrelerce sosyalistlerin seçimle yönetime gelebileceği yolundaki bir söylemin gerçekleşmiş olduğunu gösterdiği bir örnek sayılmıştı. Böylece şiddet olmaksızın, yani ‘devrimsiz bir düzen değişikliği’ ve ‘emperyalizmin boyunduruğundan barışçı yolla kurtuluş’ mümkündü!

Bu “teori”, emperyalizm çağında, bağımsızlık savaşlarının bütün dünyayı kaplayacağı 20. yüzyılda ileri sürülmekte.

Ancak bu pratiğin yol açtığı devrimci olmayan bu teori, sadece üç yıl yaşayabildi. Anlaşıldı ki, emperyalizm, seçim sistemiyle iktidar olabilse de bir sosyaliste ya da bir antiemperyaliste izin vermeye niyetli değildi! Seçim sonucu kanla çiğnenmiş, tepkiler öldürümlerle bastırılmış, hükümet darbesi yapılmış, emperyalist bağımlılık ilişkisi sürdürülmeye devam etmişti.

Barışçı ve ‘devrimsiz’ zafer teorisi çökmüştü. Aslında “teori”, bir başka yanlıştan kaynaklanıyordu, kontrolündeki ülkelerde emperyalizmin seçim sistemine, hatta her şeye tam hakim olduğu savına. Oysa her devletin bir hükümranlık özelliği vardı, ve her milli devletin mutlaka bir bağımsızlık güdüsü. Ayrıca modern tarihte başka örnekler de bulunuyordu, emperyalizmin hakimiyetine girmiş kimi ülkelerde halkın iradesinin emperyalizme karşı olduğu, bağımsızlık isteğinin çoğunlukça benimsenmiş çıktığı görülmemiş bir şey değildi. Dolayısıyla ‘kolay yoldan sosyalizm’ ve ‘savaşmadan bağımsızlık’ taraftarlığı, dönüp dolaşıp her zaman kendini gösterebiliyor, hayaller durup durup canlandırılıyor.

*

Neyse, biz konumuza dönelim. Isabel Allende, darbe ertesinde bir süre komşu ülkelerde kalıp, arkasından ABD’ye gittikten bir süre sonra yazmaya başlıyor. Yazdıkları, Şili’de ‘seçimle yaşanan devrim’ ve bu ‘devrime’ karşı yapılan Amerikancı darbenin dünya çapında tepki doğurması sayesinde çok satanlar arasına giriyor. Çatışmalarda öldürülen Başkan Allende’nin yazarla akrabalığı ve yakınlığı ile soyadı da elbette bu olumlu gelişmede rol oynamış olmalı. Ama bunlardan söz ediyoruz diye Isabel Allende’nin yazarlığındaki üst düzeyi belirtmekten kaçınmayacağımız için roman ve öykülerinin üzerinde duracağız.

İlk romanlarından biri ülkesinin, Şili’nin toplumsal ve siyasal portresini çizen bir roman, Ruhlar Evi (1982, La Casa de Los Espiritus). Çok dilde yayınlanan ve milyonlarca satan kitap,3 sonradan filme de alınmış olup, film toprak ağalığından Amerika’nın Şili’deki gerçekliğine ve zalim askeri darbeye kadar gereken her şeyi barındırıyor.4

Eva Luna bir anlatıcı. Bu anlatıcı üzerine kurulmuş bir roman dizisi ve öyküler, hayran olmak isteyene bir eserler bütünü sunuyor (en bilineni ve önemlisi, 1987 tarihli Cuentos de Eva Luna). Bunlar büyülü gerçekçiliğin, ki bundan Latin Amerika edebiyatının bir özelliği olarak söz edilmekte, yazarın anlatım çizgisi içinde önemli bir yer tutuyor. İşin içinde anlatıcı yanında bu özellik de olunca roman ve öykülerin bir başka edebiyat türüne kaymış gibi olduğunu görüyoruz, masallara. Zaten Eva Luna anlatıları birçok dilde masallar diye de geçtiği gibi, kendisinin masal sözcüğüne, hatta bizzat Binbir Gece Masalları’na göndermeleri bile bulunuyor.

Elbette anlatıcının ve gerçeküstü konuların yaratılan anlatı türü ve biçimiyle ilişkisi apaçık ortada. Gizemli, kutsal ve bilge bir anlatıcı (Havva) ile fantastik olaylar.

Eva’nın “ay”la birlikteliği ise masalsıya yapılan şiirsel göndermedir. Masallarda anlatımın zamanı hep gecedir ya, bu yüzden Eva’daki geceler de binbirden sonraki gecelerdir, ve o geceler elbette dolunaysız olmayacaktır. Havva ile ayın buluşması her bakımdan uygundur.

İnanılmazlıkların büyüsünde, geçmiş de var, güncellik de; aşk da var, siyaset de; yeşeren de var, solan da; doğan da var, ölen de; sadelik de var, zenginlik de; masumiyet de var, hile de; erdem de var, kötülük de; sefalet de var, sefahat da…

Peki ne yok? Masallarda ne yoksa o.

Masallar aslında ne kadar gerçek hayattır, düşününce bunu herkes buluyor!

Böyle bir yazarın tarihten ve mirastan uzak durmaması gerekir diye düşünmüş olabilirsiniz, daha doğrusu olmalısınız. Haklısınız. Bunlar birbirini doğuran bir ikili. Tarih varsa onun mirası da olacak. Ceset varsa katil de var, mezar da. Yazı varsa şiir de var, yasa da.

Ama tarih yoksa hiç bir şey yok!

Yağmalanmış Amerika’nın, acımaksızın kıyılmış yerlilerin ve değeri anlaşılmadan yok edilmiş uygarlıkların gizleri sergileniyor. Köle emeğine yapışmanın üzerine ülkelerine emperyalizmin kıtasal saldırısı eklenince neler yaşanmış öğreniliyor, bunlar hep birbirini izliyor. İnkalardan Amerikan petrol şirketlerine, ormanların tahribinden yol yapımı ve ray döşenmesine, Suriyeli ve Araplardan (kimi yerde Araplardan Türkler olarak söz edildiğini daha önce başka Amerikalı yazarlarda görmüştük, o Araplar ki Türklerin hakim olduğu coğrafyalardan gitmedirler, o yüzden de “Türktürler”) İngilizlere, ilkelliklerden moderniteye geçişlerdeki güzelliklerin ve acıların zincirlenmesi hiç unutulabilir mi?

Peki esas olan ne? Avrupalı, daha sonra Batılı olan ‘üstün insan’, temizliği kirletiyor, aydınlığı karartıyor, iyiyi kötü yapıyor, güleni ağlatıyor, köle olarak Afrikalıyı, bu yüzden de şiddeti masum topraklara getiriyor, adaleti diktatöre hediye ve kurban ediyor, arayanın umudunu kesiyor, huzuru çatışmaya, yakınlaşmayı kavgaya, anlaşmayı savaşa çeviriyor. Böyle böyle “yeni bir dünya”nın adını “kanlı kıta”ya çıkardıkları hayatlarından hiç bir pişmanlık duymamaları en çarpıcı olan, ama aynı zamanda en normal olan.

Amerika kıtasının tarihsiz halkları da vardı. Ama Aztek, Maya ve İnka gibi tarihli olanlar en büyük şiddete maruz kalanlar ve yok olmaya uğrayanlardı. Onlar uygarlık bütününden kopuk ve habersizdiler, Asya ve Akdeniz dışından dünyaya ayak basmış ve var olmuş uygarlıklar olarak ayrı bir mucize ve safiyettiler.

*

Eva Luna anlatıcısında toplumsal felaketlerin doğal felaketlerle yarıştırıldığını görüyoruz.

Dinsel ve “iyilik” görünümlü örgütlenmeyle yoksul ailelerin özürlü, sakat çocuklarını toplayan organ mafyası, Katolik kilise örgütlenmelerinin sağladığı güvenilirliği kullanarak yapılan sağlık “hizmeti” kurumları, opus dei kuruluşları, paramiliter silahlı çeteler vb. kötülük için yapılabilecek her şeyin her türlüsü.

Savaşların her türlüsü var, kişilere kadar en alt birimlere inmişi örneğin. Kinler, intikamlar. Kölelik maceraları, bu konudaki ansiklopedik bilgileri neredeyse sığlaştırıyor.

Yasak aşklar, meşru ama tatsız sevişmeler, zevkli ve heyecanlı olacak buluşma için ölümü göze almalar, unutulan sevdalar…

Evet, Eva Luna bu yaşantıların içinde kimleri anlatıyor? Örneğin, köye kentten gelen genç ve ateşli öğretmenlere yer açmak için mesleğini bırakıp köşeşine çekilen ve arkasından hemen ihtiyarlayan, zamanın daha bir hızlandığını yaşayan öğretmen, yirmi yıllık pırıltısının “yüzyıllık yorgunlukla silip süpürülen” güzel genç kız, şişe içinde kutsal figür heykelcikleri yapan ünlü okuması olmayan sanatçı, hayatında başka bir iş yapmamış horoz dövüşçüsü, melekleri tanımayan rahip, Senorita Eloise’e evlenme teklifi için kırk (40) yıl beklemeye razı olmuş İsveçli kaptan, “bir erkeği ölümün eşiğine götürüp, orada ondan bir bilge yaratarak geri getirme yeteneğine sahip” sevişen kadın, görgüsüz yeni zenginlerin israf içindeki hayatlarına tepki olarak onların evlerinin bahçe duvarlarını ölümü göze alarak boyayan üniversiteli, yemek için kedi avına çıkan yoksul, petrol şirketindeki hisselerinden gelen parayı biriktiren ve “dünyanın en zengin beş adamından biri” sayılan “Başkan”, öcünü almak için yirmi yıl plan yapıp sonra onu uygulayan kadın, cinayetten aranarak ömrünü geçiren katil vb.

Bir öykü ya da roman kahramanı başka bir öykünün ya da romanın kapısını çalabiliyor. Böylece kişiler ve olaylar anlatıcının önem vermesi ölçüsünde karşımıza sıklıkla çıkıyor.

Grevlerin ve devrimlerin çok bol olduğu zamanlar”da anlatılacak şeyler hem köylerde, hem kentlerde ve hem de yollarda, dağlarda, tarlalarda, plantajlarda, teraslarda geçiyor.

Mucizeler çeşitli, dinselliğe çağrışımlıları alaylı, sevgilerle bağlantılılar kutsal, tıbba ilişkin olaylar ise gizemli. Çünkü bunlar bir açıklanması olmasa da gerçektiler. Sırlar ne zaman hayatlardan kopuktular ki…

*

Şimdiye kadar örneklendirilen ve sayılanlar da onlardan, ve şimdi Eva Luna öykülerinden –masallarından– gelişigüzel seçmeler yapacağız. Ama hiç biri bir özet olmayacak, sonuçta da ne olduğunu belli etmeyecek.

Anlatılır ve inanılır hale getirilmiş Ines öğretmenin öyküsü, okuyanı olayın geçtiği yerde yaşıyor gibi yapmaktadır, ama bu, yalnız bu öyküde değil, neredeyse anlatıların hepsinde geçerlidir. Ama tam olarak bu öyküde farkına varıldı. Sinematografik anlatım. Allende’nin romanlarının sinemaya uyarlanması yalnız konulardan dolayı değil, bundan da olmalı. Kimi yazınsal anlatılar böyle bir özellik taşır, ünlendilerse sinemacıların gözlerinden kaçması da mümkün değildir. (Bu, aynı zamanda Allende’nin yazdıklarından radyofonik skeçlerin çok çıkmasının da açıklaması olmalıdır. Görsel olan aynı şekilde sözel olarak da anlamlı bir özellik taşıyor.)

Ines öğretmen tek bir yerde değil, birçok farklı anlatıda karşımıza çıkan karakterler arasındadır

Analia Torres sahte bir aşkın kurbanı olur. Olaylar şöyle; annesi kızının doğumundan sonra ölür, babası “iki hafta sonra bu üzüntüye dayanamadığından” tüfeğiyle kendini göğsünden vuracaktır. Bir yerli kadının bakıcılığında amcasının büyüttüğü Analia bir manastır okuluna gönderilir. Amaç, onu manastırın tarikatında bir rahibe adayı yapmaktır. Ailesinin geniş topraklarını amca yönetmekte ve ileride onu kendi mülkü yapmak istemektedir. Oğlunun adıyla bir “kiralık kaleme” ona aşk mektupları yazdırır ve yeğenini niteliksiz-özelliksiz oğluyla evlendirir. Evlenmeden önce eşini seven, ama evlenince hayalkırıklığı yaşayan Analia sonradan tezgahı anlayacak, çözecek ve beklenmedik bir son yaratacaktır.

Tomas Vagas, bankalar ortaya çıktıktan sonra herkesin parasını oralara yatırmasını güvenilir bulmayıp altınlarını yalnız kendisinin bildiği bir yere gömmüştür. Büyük bir değer kaybıyla para sıfırlandığı ve banknotlar herkes için anısal belgeler haline geldiğinde haklı çıkar, doğru yapmıştır. Ancak herkes altınların peşindedir. Bu yönde gelişen olaylar inanılmaz gelişmelere yol açar.

*

Sonuçlar sıralamak yerine Allende’nin ilk düşündürdükleri:

Hiç bir öykü ne olursa olsun yarıda bırakılamaz, o kadar sürükleyicidir. Öyküler öylesine merak uyandırıcı ve akıcıdır ki, hiç bir öykünün bitirilmeden okumaya ara verilmesi düşünülemez. Su içmek ya da gerinmek veya herhangi bir ihtiyacı karşılamak için bir öykünün yarıda kesilmesi, öykülerin ara verilmeden sonuna kadar okunmaması hiç mümkün değildir, okur fena yakalanmıştır.

Hiç akla gelmeyen sürprizlerle sonlanan öyküler, hayran olunacak tipleme çizimleriyle aşklara, cinayetlere, sevinçlere, üzünçlere, güzelliklere ve kötülüklere ayna olur.

Öç, intikam bu şiddetteyken nasıl geride kalabilmektedir, anlatım okuyanı ikna ettiğinde bu da şaşırtıcı olmaktadır.

Öykülerin boyun eğmez çocuklarının ve gençlerinin özenilirliği, umut verme isteğinin uzantısı olmalı.

İnce duyarlıklarla harmanlanmış O’Henry ve dehşet duygularıyla süslenmiş Poe5 çizgisinin siyasetle yoğurulduğunda nasıl bir sonuç verdiği görmek istemez mi okurlar, bu önemlidir ve farkedildiğinde kimi okur aradığını da bulmuş olabilir.

Hayatı ve tarihi mizahla karıştırıp anlatan Marquez6 gibi ustalar başka bir çizgi gibi görünür, ama gene de Allende’nin anlatılarının onunla birleştiği bir şey bulunmaktadır, zalimler gülünç yapılabilir, korkunç sahneler ve kişilerle ölüm dışında her şey alayla ele alınabilir.

Özetle Latin Amerika’nın başka, ayrı, inanılmaz ve yeni bir dünya olması, sıraya Gaetano’nun, Borges’in yazdıklarının, Bolivar’la7 Guevara’nın nerede kesişmiş olduğunu göstermek isteyen yazarın önünü açmış.

Eva Luna (hanım) mı? Benim anlatılarını dinlediğime tanıklık etmeye hazır.

NOTLAR

12018 yılının haziran ayında, “Eva Luna Yerine; Adaylarda Kabul Edilemez Olanlar?” başlıklı yazı; bkz. http://dagarcikturkiye.com/2018/06/01/eva-luna-yerine-adaylarda-kabul-edilemez-olanlar/.

2 Meraklıları zaten bilir, ama biz bu filmlerin en azından en önemlisi olanından söz etmeden geçmeyelim, Costa Gavras’ın Missing (Türkçesi Kayıp) adlı filmi. Bu film, 1982 yılının Cannes Film Festivali’nde, Yılmaz Güney’in (Şerif Gören’le 1981’de çevirdiği) Yol adlı filmiyle birlikte Altın Palmiye Ödülünü kazanmıştı, bu en büyük ödüldü. Başroldeki Jack Lemmon ise En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü gene bu filmle aldı.

3 Bu kitabıyla yazar, dünyada İspanyolcanın en çok satan kitabının yazarı unvanını da kazanmıştır.

4 Jeremy Irons, Meryl Streep, Winona Ryder, Glenn Close ve Antonio Banderas gibi ünlü ve güçlü oyuncuların yer aldığı film 1993 yılında çevrilmiş olup her yerde çok ilgi görmüştür. Yönetmen, Billie August.

5 O’Henry (1862-1910) adıyla yazar olan William Sydney Porter, mizah üsluplu öyküleriyle ünlendi.

Kısa öykü türünün yaratıcısı sayılan ABD’li yazar Edgar Allen Poe (1809-1849), aynı zamanda şairdi. Korkunç olayların anlatıcısı olarak simgeciliğe yakın durmuştur.

6 Gabriel Garcia Marquez (1927-2014). 1967 yılında yazdığı Yüzyıllık Yalnızlık (Cien años de soledad) adlı kitabıyla dünya çapında tanınan Kolombiyalı yazara 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Çok sayıda öykü ve roman yazarı olan yazarın neredeyse bütün yazın kitapları Türkçede yayınlanmıştır.

7 Uruguaylı gazeteci yazar Eduardo Galeano (1940-2015), en ünlü eseri olan Ateş Anıları’nı (Memoria del Fuego) 1976’da kaçmak zorunda olduğu İspanya’da yazdı. Sonra yurduna dönebildi. Acılı tarihi, sömürgeciliği, baskıları konu aldığı yirmiye yakın eseri vardır. Mücadelesi ve yazdıklarıyla Latin Amerika için anlamı büyüktür.

Jorge Luis Borges (1899-1986), Arjantinlidir, babasıyla gittiği Avrupa’dan Birinci Dünya Savaşı çıkınca dönemediler, bu yüzden eğitimi orada oldu. Sonra ülkesinde bir muhalif olarak zorluklar yaşadı, kütüphanecilik yaparken çok sayıda kitap yazdı, 56 yaşında görme yetisini kaybetti fakat yazdırarak eser vermeye devam etti.

Büyük Kolombiya” nın kurucusu ve ilk başkanı Simon Bolivar (1783-1830), Kolombiyalı devlet adamı olup kıtanın İspanyol sömürgecilerinden kurtuluşuna önderlik etti. Latin Amerika’nın birleşmesini savunuyor ve onun için mücadele ediyordu.

Marquez, Labirentindeki General (1989, El general en su laberinto) adlı romanıyla Bolivar’ın mücadelesini ve son günlerini anlatmıştır.

Bunları da sevebilirsiniz