Geçen sene belki de boyumdan büyük bir işe giriştim, devasa bir felsefe tarihi kitabı çevirmeye karar verdim. Hatta bu işe vesile olan da Dağarcık Türkiye yazarı ve hocam Cenk Özdağ, çeviriyi bana emanet eden de ülkenin önde gelen felsefecilerinden Sadık Usta oldu. İkisine de teşekkürü borç bilirim. Umuyorum bu yazı yayımlandığı sırada çeviri bitmeye çok yaklaşmış olacak ve yine umuyorum kitap da bu sene içerisinde çıkacak, ayrıntılarını da o zaman yazmak daha doğru olur. Bu yazının konusu ise felsefe tarihi olsun istedim. Şu veya bu felsefenin tarihi değil de, felsefe tarihi bir işe yarar mı yaramaz mı?
Böyle deyince biraz tuhaf oluyor tabii. Felsefe tarihi sonuçta. Lise müfredatında bile var, Sofie’nin Dünyası çok satanlar listesinden uzun zaman düşmedi, bugün de hâlâ plajlarda, dolmuşlarda, kafelerde görmek mümkün. (Sofie’nin Seçimi ile karışmasın aman ne olur.) Sokaktan kimi çevirsek felsefe tarihi öğrenmenin çok gerekli olduğunu söyleyecektir, hiç olmazsa “yapan yapsın ne güzel” deyip geçecektir. Gerçekten öyle düşünmese bile öyle diyecektir bu arada, baskın görüş felsefeden yana. Felsefe tarihi okumak; gönüllü işlerde çalışmak, demokrasiye inanmak, yerlere çöp atmamak, dünya barışı istemek gibi diğer bazı yüce gönüllü çabalar ile aynı düzeyde tutuluyor. “Felsefe tarihini sevmiyorum” demek “komikli kedi videosu sevmiyorum” demekle eşdeğer neredeyse, aforoz ediliverirsiniz ortamlardan.
Öte yandan, bazı akademik camialarda ve mürekkep yalamışlar arasında felsefe tarihi giderek hor görülüyor gibi. Birkaç farklı kamp oluştu. Bazıları, özellikle de Analitik felsefeye yakın kimi kadrolar felsefe tarihini “alacağını al, tatava yapma” biçiminde el almaya başladılar. Bana ne Aristoteles kaç kategori var demiş? Rousseau genel irade demiş, Berkeley ağaç düşmüş de gören oldu mu diye sormuş da falan. Bunları biraz anlamsız görüyorlar. Son “model” akademik yazının da etkisi oldu kuşkusuz: 5 senelik makale artık eski sayılıyor, Konfüçyüs öleli 2500 sene oldu, şimdi açsam baksam eminim “h-index”i bile yoktur garibimin.
Tarihe burun kıvıranlar biraz da haklılar aslında, bu tartışmalar bitmiyor: hâlâ Fârâbî şunu mu demek istediydi, Machiavelli bunu mu salık verdiydi diye soruyoruz. Bıraksalar beş bin yıl daha tartışırız herhalde. Tartışmalardan kesin bir sonuç bekleyenler için tam bir hüsran. Örneğin, Platon diyalogları, hele de erken dönem diyalogları okumak sezon ortasında iptal edilen polisiye dizi gibi, duş ortasında şampuan köpükleri uçuşurken suyun kesilmesi gibi bir his verir insana. Sizin veya eşin dostun fikrini çürütüp gider Sokrates, yerine de pek bir şey koymaz. Bana sürekli “çok biliyorsan sen yap daha iyisini” diyenler kendisini görseler hicap duyarlar. Her şeyden kesin bir sonuç bekleyen, biraz sabırsız, huzursuz insan için felsefe tarihi ayakkabıdaki taş gibidir, hatta yok yok, insanın çorabıyla basıverdiği ıslak banyo terliği gibidir. Korkunç bir his olsa gerek. Şükür, ben onlardan değilim. Yani öyle olmadığıma inanabiliyorum en azından, diyelim.
Peki ne işe yarar felsefe tarihi? Hiçbir şey olmasa Amerika’yı yeniden keşfetmenin, tekerleği bir daha icat etmenin önüne geçer. Dile kolay üç bin yıllık ömrü var bu işin, insan dediğin torununun torununu görse yüz sene yaşıyor. Bazı şeylerin hesabını kısa yoldan görebilmek, yolumuzu bulabilmek için lazım. Ama bunu yapmadan da çok güzel felsefe yapanlar var tabii, Wittgenstein’ın doğru düzgün Aristoteles okumadığı hep söylenir durur. Hatta daha kesin bir şey söyleyelim: (hadi kırmayın beni, zamanın doğrusal olduğunu varsayalım) Aristoteles’in felsefe yapmaya başlamadan önce tek satır Aristoteles okumamış olduğu kesindir. Demek ki hiç Aristoteles okumadan Aristoteles kadar büyük filozof olmak mümkündür, biçiminde sofistçe bir argüman sunmuş olayım.
Safsatam bir yana, felsefe tarihinin yararı bununla sınırlı değil, hatta bana sorarsanız çok önemli bir yarar bile değil bu. Asıl nimeti şu: felsefe tarihi, tarih boyunca yaşamış en keskin, en incelikli ve belki de en dehşetengiz zekaların çalışma ilke ve süreçlerini gözler önüne seriyor.
Çok klasik bir örnek ele alalım, hatta kesin bir şekilde kapanmış bir tartışmadan gidelim. Tabula rasa dedikleri yani zihnin boş bir levha olduğu iddiası bugünün bilimsel bilgileriyle epeyce çürütülmüş durumda. Hâlâ çok geniş, çok müphem bir yorumla belki savunulması mümkün bir görüş fakat geneli itibariyle, en basitinden gen aktarımları dolayısıyla, bunun böyle olmadığını biliyoruz. Hiç kimse “sıfırdan” başlamıyor yani. E, o zaman niye bunu savunan veya karşı çıkan birini okumakla vakit kaybediyoruz? Nedeni basit: bu insanların tartışması (“diyalog” desek belki daha doğru) eşi benzeri zor bulunacak bir kalitede yaşanıyor. John Locke’un tabula rasa argümanları ve üzerine getirilen itirazların kalitesi içerikten bağımsız olarak zihni geliştiren bir egzersiz.
Anselmus’un ontolojik argümanı mesela. Tanrı inancı olan, olmayan; bu konuyla ilgilenen ilgilenmeyen herkes için inanılmaz bir argüman. Geçerli olup olmadığı bile önemli değil aslında. Bu tartışmadan çıkan diyalog bir insanın nasıl düşünebileceğine dair inanılmaz ipuçları ve öneriler sunuyor.
Tüm filozoflardan öğrenilecek bir şey var mıdır, ayrı bir tartışma elbette. Fakat felsefe tarihinin kendisini bir “olmuş bitmiş” olarak değil de yaşanmış en ilginç diyalogların bir dökümü olarak görmek kuşkusuz her şeyi daha ilgi çekici hâle getiriyor. Nereden başlamak lazım? Canınız nereden isterse. Thales ile başlayıp Platon ile devam edip sonra da 20. yüzyılın bazı önemli figürlerine kadar takip etmek zorunda değil kimse. Önemli olan ilgi çekecek bir diyalog bulmak, o diyaloğu gönülden takip edip sonuçlarını ve süreçlerini anlamak. Kuşkusuz o anlayış “tek başına” bir işe yaramayabilir. Kimin umrunda? Bugünün tüm imkanlarını kullanabiliyorken, örneğin bir yapay zekaya istediğimiz soruyu sorup tatmin edici cevaplar alabilmeye başlamışken veya mesela modern tıbbın her geçen gün biraz daha geliştiği bir dünya da yaşıyorken bir yandan da aynı konfor içerisinde Aristoteles ile zihnen hemhâl olabiliyorsam, felsefe tarihi ölmüş müdür? Sanmıyorum. Olsa olsa biraz utangaçlıkla köşeye çekilmiş demektir, eh bari bizim işimiz de saklandığı yerden çıkmasına yardımcı olmak olsun.