Bu köşede antroposene daha önce de değindiğimi anımsıyorum. Deprem bir kez daha değinmeyi gerektirdi.
Antroposen, “insan çağı” olarak karşılıklandırılır.
Konuyla ilgili okumalarımı ilerlettikçe “insan çağı”nın başlangıcının çok daha gerilere götürüldüğünü gördüm.
XVIII. yüzyıldaki Sanayi Devrimi devrimi önemli köşe taşıdır kuşkusuz. Özellikle, günümüzde giderek daha fazla üzerinde durulan çevre kirliliği, iklim değişikliği ve benzeri başlıklar bakımından sanayi devrimi kaynaklı nedenlerin önemi tartışılmazdır.
Ancak, gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli nokta daha olduğu kesindir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Charles Darwin tarafından tanımlanan evrim kuramı biyoloji devrimi olmasının yanı sıra kutsal kitapların “üstün varlık” olarak tanımladığı ve hemen her insanın gururunu okşayan inanışın da sonunu getirmiştir. Daha doğrusu sonunu getirmiş olmalıdır demek gerekir.
Biyoloji devrimine karşın “üstün varlık : insan” algısı ve inanışı insanların çoğunun kafasında varlığını sürdürmüştür.
Belki de bu nedenle, antroposenin başlangıcını daha gerilere götürmekten uzak durulmuştur. Buna bağlı olarak da özgürlüğün tanımında bile yanlışa düşülmüştür. Özgürlük gibi önemli bir kavramın “bir şeyi seçme özgürlüğü” olarak tanımlanmasını da başlı başına yanlış buluyor Friedrich Schelling gibi kimi düşünürler. Schelling’e göre özgürlük canlıdır, yaşamın kendisidir. Başka deyişle özgürlüğe ilgi duyanların, ona tutkuyla bağlananların her şeyden önce yaşama ve canlılığa saygı göstermeleri gerekir.
Bugün gelinen noktada, özgürlük kavramı “sen seçimini yap, gerisini bize bırak” söylemiyle sığlaştırılmaktadır. Burada tüketim kültürü anımsatmasını yapmakla yetinelim.
Özgürlük hakkımızı kullanırken yaptığımız “özgür seçimlerin” canlılığa ve yaşama yönelik olumsuzluklar yaratmış olması üzerine düşünmekte geç kalmış olduğumuz açıktır. Dolayısı ile devinime geçme bakımından da gecikmeli olduğumuzu saptamak durumundayız.
İnsanı doğadaki diğer canlılarla eşdeğer gören evrim kuramına karşın insanı el üstünde tutan, insanın mutluluğu ve gönenci için insana sınırsız hak tanıyan anlayışı bir an önce hedefe koymak kaçınılmaz gerekliliktir.
İnsanın doğayla dengeli ve uyumlu bir tutum içinde olmaktan, tarım devrimiyle vazgeçtiğini ileri sürenler antroposenin başlangıcı olarak insanlık tarihinin bu önemli köşe taşına göndermede bulunduklarına rastlanıyor kimi kaynaklarda.
Tarım devrimiyle birlikte avcı-toplayıcılıktan yerleşik konuma geçen insan, bitkileri ve hayvanları evcilleştirerek ulaştı bu aşamaya. Oysa, insanın başarı hanesine yazılan bu gelişme insanın doğaya ve çevreye egemen olması anlamına gelmekteydi. O zamandan yaşama geçmeye başlayan insan egemenliğinin doğal dengeyi bozması kaçınılmazdı. Bu doğrultuda görüşe sahip düşünürlere göre sanayi devrimiyle bardak taşmış oldu. Uzun süreli birikimden kaynaklı olumsuzluklar sanayi devrimiyle birlikte fark edilir duruma gelmiş oldu.
Sanayi devrimi, “kim geniş topraklara ve o geniş toprakların altındaki ve üstündeki varsıllıklara sahip olacak” kaygısını ve yarışını güdülemiş oldu.
Keşifler, fatihler, savaşlar ve elbette emperyalizm bu ortamda kendisini gösterme ve serpilme olanağı bulmuş oldu.
Yeniden tarım devrimi çağına dönecek olursak!
Öncesinde egemen olan dişil simgeler yerini eril olanlara bırakmaya başladı.
Yaşama ve canlılığa saygıyı simgeleyen dişillik, güce ve hemen her şeye egemen olmakla özdeşleşen erillikle yer değiştirdi.
Güvenlik-özgürlük ikiliğinin de erilleşme eğilimini güçlendirdiğine vurgu yapılıyor kimi kaynaklarda. Bu eğilimin devlet olgusunu doğurduğu ve güçlendirdiği de kuşkusuzdur.
Günümüzde gözetlenen, izlenen ve bir şekilde neredeyse soluk alış verişi izlem altında olan insanın böylesi bir ortamda özgürlükten söz ediyor oluşu da ayrıca ironik bir durum olsa gerektir.
Schelling giderek güçlenen bireyci yaklaşımın evrensel ilke üzerinde egemenlik kurmasını önemli bir sorun olarak görmüştür.
Doğaya ve kendisi dışındaki canlılara egemen olmakla övünen, büyüklenen insanın başta kendisi olmak üzere yaşamda ve canlılıkta bir büyük yok oluşa koşar adım gittiğine ilişkin öngörülerin her geçen gün arttığını kaygıyla izler olduk.
Bu konularda duyarlı olduğu izlenimi veren batıdan bir örnek ne demek istediğimizi anlatmaya yardımcı olacaktır. Her fırsatta karbon ayakizi, çevre ve iklim krizi kaygısıyla yanıp tutuşan batı emperyalizminin Ukrayna’yı Rusya’ya karşı bir piyon gibi kullanmakla yetinmeyip her türlü çevre ve iklim kaygısını bir yana bırakarak özellikle enerji konusunda U dönüşü yapabilmiş olması not edilmeye değer bir gelişmedir.
Antroposen, batıda kendisini emperyalist güdülerle kendisini gösterirken ülkemizde farklı bir kimlikle boy göstermektedir.
Emperyalizmi savaş alanında dize getiren, sonrasındaki çeyrek yüzyılda saygı duyulası bir başarım gösteren Türkiye bir kez daha emperyal etki altına girdikten sonra batıdan farklı olarak aklını da yitirdi.
Başka deyişle ülkemizde kendisini gösteren doğaya meydan okuma eylemi cehaletle birleşince felaketleri tetiklemiş oldu.
Deprem bağlamında yaşadıklarımız aklını yitirmiş olmanın acıklı sonuçları olarak karşımıza dikildi. Türkiye yaklaşık 70 yıldır doğaya ve çevreye meydan okumaya başladı. Bunu da son derece akılsızca ve yaşamına değer vermekten uzak bir biçemle ortaya koydu.
Sayıca değil ama nitelikçe üstün bilim insanlarının çığlık çığlığa duyurmaya çalıştıkları gerçekleri göz ardı eden ülkemiz insanı hemen her depremde duvara çarpsa da yolundan dönmeyi aklından geçirmedi.
Türkiye’nin kalkınma için değil ama boğaz tokluğu amacıyla yoğunlaştığı Turizm-İnşaat-Tekstil üçlemesinden birisi olan inşaat da bu depremle birlikte ağır yara aldı.
Asrın felaketi olarak özellikle nitelendirilen ve yaşanan yıkımın gerçek sorumlularını gözden uzak tutmayı amaçlayan söylemler ortamı tümüyle kapladı. “Yapacak bir şey yoktu” algısını benimsetme amaçlı bu halkla ilişkiler çalışmasının bu kez de sonuç verip vermeyeceği yakında anlaşılacaktır.
Depremin üzerinden haftalar geçmişken günah keçileri olarak belirlenen yükleniciler üzerinden yürütülen kovuşturmalardan anlaşılan, gerçek sorumluların özeleştiriden uzak duracaklarıdır.
Kesinlikle önlenebilir olan bu karmaşanın ortaya çıktıktan sonra yönetilemiyor oluşu aklını kullanmaktan uzak duran bir ülkede olağan karşılanmalıdır.
Çok daha kötüsü doğaya ve canlılığa meydan okuma suçuna kitlesel katılımın sağlanmış olmasıdır.
Aklını kullanmayan insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda başka pek çok şey gibi yapılaşma alanında da akılcı seçimler yapılması beklenemezdi.
Belki de bu nedenle devletin doruğundan “kader planı” tanımlaması gelebildi.
Antroposen, bu yoldan dönülmedikçe çok daha yıkıcı, yaralayıcı ve hatta ölümcül sonuçlara yol açmayı sürdürecek gibi görünüyor.