Bir Mıh Bir Nal

Esir şehrin üzerine karanlık çökmüştü. Yaz ortasının bu ılık gecesinde, Haliç’in suları hafifçe çırpınıyordu. Dalgalar usulca gelip çarptıkça, alargadaki kayıklar, olduğu yerde şöyle bir yükseliyor, bir an sonra belli belirsiz bir şapırtıyla tekrar yükseldiği yerden çöküveriyordu.

Büyük rıhtımın biraz daha ötesindeki bu ahşap iskelede, sıra dışı bir telaş vardı. Denizdeki çok sayıda sandal, mavna ve motorun çevrelediği iskeleye bir kayık bordalamıştı. Her adımda gacırdayan tahtaların üzerinde ağır, fakat kararlı adımlarla hamallar gidip geliyordu.

Sırtındaki deri kaplı semerinde taşıdığı yükün ağırlığına, bana mısın demeyen yorgun hamallar, iki büklüm olmuş, karınca dizisi gibi gidip geliyordu.

Gün boyu çalıştıktan sonra, gizli teşkilattan haber gelmişse eğer, gece mesaisine çıkıyorlardı. O zaman da vatanın yükünü alıyorlardı omuzlarına. Hepsi biliyordu ki Anadolu kurtaracaktı, bütün esir şehirleri.

Hele şu denkler, sandıklar, çuvallar bir gidiversin de Ankara’ya, Mustafa Kemal Paşa gösterir gününü düşmana “ dedi adamın biri.

Ondan mıydı acaba, bilinmez; alnından durmaksızın ter damlayan hamallar, besmele çekip de sırtına yüklenen sandığı elindeki yassı bezle sıkıca semerine sabitledikten sonra, hep aynı nakaratı söylüyordu.

Dünyalara bedeldir mah cemalin, Allah’ıma emanettir Kemal’im…”

9-10 ay kadar olmuştu, o marş çıkalı. Gizlice, ürkerek ama inançla fısıldar olmuştu İstanbul, aynı nağmeleri: “ Dünyalara bedeldir mah cemalin, Allah’ıma emanettir Kemal’im…”

Sandalın küpeştesi suyun yüzüne iyice yaklaşmıştı. Palamarı çözüp ona yol vermek için susta duran ince bıyıklı kâhya, ay ışığında sessizce gidip gelen adamlardan birine, eliyle “ çabuk, çabuk” der gibi işaret etti. Sırtındaki yükün ağırlığına aldırış etmeyen hamal, adımlarını çabuklaştırıp da sandalın hizasına varınca, çevik bir hareketle yükünü indirmeye yeltendi. Bir anda sırtındaki ahşap sandıklar iskelenin üzerine düşüp devrildi. Birkaç yüz at nalı ve yüzlerce mıh etrafa saçıldı.

Gecenin sessizliği, ahşap iskelenin üzerinde etrafa yayılıp dağılan ağır ve hafif metallerin sesiyle yırtılmıştı. Yürekleri bir endişe aldı. Gece bekçileri, devriyeler duymuş muydu acaba?

Devriyelerin dikkati oraya çevrilirse, hem bunca fedâkar insan yakalanacak, hem de Ankara’nın çok ihtiyacı olan kim bilir ne çok malzeme düşmanın eline geçecekti. Bir an için herkes dondu, kaldı. Birdenbire, hiç kimse bir şey söylemeden hepsi birden devrilen sandıkların yanına seğirtti. Solgun ay ışığının altında el yordamıyla dağılan nal ve çiviler toplanıp üstün kürü sandıkların içine istiflendi. Birisi tam sandığı kapatırken, başka birisi elindeki son mıhı diğerlerinin yanına attı.

Bir mıh, bir nalı kurtarır “dedi, fısıldayarak.

Duyanlar gülümsüyordu…

İskeleden açılan sandal, küreklerini usulca Haliç’in suyuna daldırarak kayarcasına gitmeye başladı. Sudan çıkan kaba kürekler, bir anda karanlık sulardan aldığı birkaç damlayı, köpükler çıkararak denize bıraktıktan sonra, tekrar karanlık sulara dalıyordu. Başındaki kalıpsız fesini yana devirmiş kürekçi, ara sıra omzunun üzerinden gittiği yöne bakıyor, endişeyle karanlıkları tarıyordu. Hele o son gürültüden sonra, uyuyan devriyeler ışıldaklarını denize bir tutarsa, Kroker otelini (İngilizlerin işkence için kullandıkları bina) bile görmeden, Haliç’in dibini boylamak da vardı hesapta.

Geniş burunlu sandal, küçük dalgaları göğüslerken hiç zorlanmıyordu. Ara sıra gelen kaba bir dalganın sırtında yükselip sonra birden inen kayık, küçük dalgalar yaratarak ilerliyordu.

Nihayet açıkta demirleyen vapurun yanına vardıklarında, kayıktakiler biraz rahatladı. Parolayı söyleyip işareti aldıktan sonra, güverteden sarkıtılan ipi kullanarak, teker teker yolladılar Ankara’nın emanetlerini. Sicimlerden örülmüş bir ağın içine yerleştirdikleri son 2 sandık da küçük vapurun güvertesine varınca, gemideki memur, az önce sayımını yaptığı sandıklardan çıkardığı nal çivilerinden bir kaçını, elindeki teslim pusulasına koydu, külah gibi kıvırıp ağzını büktükten sonra küpeştenin kenarından aşağı doğru bırakıverdi. Kürekçi yukarıdan atılan makbuzu alıp, belindeki kuşağın içine yerleştirirken, birden aklına gelmiş gibi, içindeki nal çivilerini avucuna döküp, yukarıdakine seslendi:

Hemşeri, bir mıh bir nal kurtarır.”

Ayağa kalkan kürekçi, avucundaki çivileri tekrar şilebin güvertesine fırlattıktan sonra, kayık yavaşça avara etti.

Milli teşkilatın gizlice temin ettiği emanetler artık bir İtalyan gemisindeydi. Deniz ameleleri yükü ambara taşıdıktan sonra 2 kırpık bıyıklı ve sivil giyimli kişi, karanlık bir köşede aranmaya başladı. Küfelerin içindeki hasırları kasaların üzerine örtüp, küçük çuvalları küfelerin içine yerleştirdiler. Onların üzerine, kumaş topları, kuru incir kasaları yerleştirip, mukaddes yükü gizlediler.

Daha önce borda edilmiş olan kasaları, en dipte ve gizli olan yerlerde istif ettiler. Bomba, fişek ve benzeri mühimmat bu sandıklarda olmalıydı. Tüfekleri, süngüleri, asker elbiselerini de gizlemek gerekirdi. Malzeme cetvelinden anlaşıldığına göre, nal ve nal çivileri de yüklenmişti şilebe. ingiliz subaylarına, bu malzemeyi anlatmak nispeten kolaydı. Nal ve mıh siviller için de ihtiyaçtı. Onları küfelerin hemen altında bıraktılar. Şüphelenen biri olursa, açılacak olan bu sandıklardaki malzeme, ticari eşya sayılırdı ne de olsa…

Sabahın zayıf ışıkları İstanbul’un tarihi siluetini belirginleştirirken, şilebin yükünü gösteren düzmece ordino da o 2 kişi tarafından hazır edilmişti.

Birkaç saat sonra, çalkantılı denizde koyu renk suları yararak gemiye yanaşan bir istimbottan güverteye birkaç yabancı subay ve bir tercüman çıktı. Gemi süvarisiyle selamlaştıktan sonra, kaptan ve İngiliz üniformalı subay ambara indi. Genç asker istif edilmiş denklere, çuval ve sandıklara şöyle bir bakıp, cebinden mührünü çıkardı. Bir elinde mührü tutarken diğer elini açıp kaptana gösterdi. Deneyimli kaptan, biraz önce kırpık bıyıklı adamdan aldığı zarfı, teftiş subayına uzattı. İngiliz asker, içine bakmadan zarfı cebine koydu. Sonra usulca, kontrol belgesini mühürledi.

İstimbot vapurdan ayrılırken, demir alma komutu da verilmişti.

Karadeniz’de yaklaşık 4 gün boyunca koyu mavi suların üzerinde yüzen vapur, sonunda kerempe burnunu geçti. İnebolu’da rıhtım yoktu. Açıkta demirleyen vapurun gelişini bildiren uzun düdükler, sahilde koşuşturmaya yol açtı.

Sabahın ilk saatlerinde, yalı boyunda hareketlenme başladı. Becerikli mavnacılar, kayıkları suya itip küreklere asıldılar. Kısa sürede şilebin bordasında yerini alan İnebolu kayıkçıları dalgaların üzerinde dans eden mavnalarda ayakta duruyordu. Görevliler güverteye çıktıktan sonra, açılan ambar kapaklarından taşınan yükler yukarı çekildi. Sonra güverteden aşağıya sallanan denkler, bavullar, küfeler bir çırpıda mavnalara yerleştirildi. Ardından cephane sandıklarına sıra geldi. Onlarla birlikte koşum takımlarının, çuhaların ve saraciye malzemesinin yanında, nal ve mıh sandıkları da indirildi. Uzun kayık, kaba dalgaların sırtında hızlıca kıyıya vardı. Molozda baştankara etmiş mavnaların arasında bir yere de o girdi.

İnebolu küçük, şirin bir kasabaydı. Ankara’nın Karadeniz kapısı, Büyük Millet Meclisi hükümetinin toprağıydı. Adımını atan herkes Kuvayımilliyeci, karaya çıkarılan her şey de artık Kuvayımilliyenindi.

Vapurun gelişi bütün ahaliye duyurulur duyulmaz, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar yalı boyunda çoktan yerini almıştı. Herkes gücü yettiğince bir ağırlık sırtlanıyor, 500-600 metre içerilerde bir yerlere taşıyordu. Subaylar, gelen evrakı kontrol ediyor, sevkiyatı aksatmamak için acele ediyordu. Bu arada, ellerinde vesikalık resimlerle gezen sivil polisler, kutsal vatan toprağına ayak basmak isteyen sakıncalı şahısları arıyordu. Bir yandan da gözler ufukları tarıyordu. Bir Yunan gemisi, bir düşman gemisi gelirse diye…

Gerçi, İnebolu’nun sağında ve solundaki gözetleme istasyonlarından o yönde bilgi gelmemişti. Ancak yine de tedbiri elden bırakmayan İnebolulular bir solukta boşaltıverdi mavnaları. Nal sandığı ile mıh sandığı 2 gencin sırtında, önlü arkalı gidiyordu. Denize dökülen ırmağın yanından, yemyeşil bitki örtüsüyle kaplanmış yamaçlara varınca, dere içinde bir kuytuda istiflenen başka sandıkların üzerine bıraktılar.

Taşıma işi tamamlanınca dahi etraftaki telaş azalmadı. Subaylar, askerler, siviller, atlar, eşekler ve sığırlar sürekli bir yerden bir yere gidip geliyor gibiydi. Küçücük kasabanın rabarbası hiç dinmiyordu. Ta ki karanlık çökene kadar…

Karanlık çok sürmedi. Sabah orada erken oldu. Yeni günle birlikte başka bir tablo serildi gözler önüne. Gece boyunca, şuradan buradan sökün edip gelmiş köylüler, kağnılarını birbiri ardında dizmiş, yük almak için sıra bekliyordu.

Ortaçağ’dan bu yana kullanılmakta olan ne var deseniz, ilk akla gelen bu ilkel arabalar olurdu herhalde. Ahşap tekerleklerin üzerinde yürüyen basit bir taşıt aracı. Tekerlekleri birbirine bağlayan bir ahşap dingil, onun üzerine kondurulmuş basit tahtalardan bir tablaya da etrafı tahta parçaları çakılarak çerçevelenmiş büyükçe bir kasa. Tekerlekleri birbirine bağlayan ahşap dingil ve oradan uzayan ahşap oklar, olmazsa olmazlarıydı bu vazgeçilmez nakliye aracının. İki ok, ileride bir uçta birleşip boyundurukla bütünleniyor, böylece koşulu hayvanlar kağnıyı çekebiliyordu. Mandaların çektiği kağnılar, kara renkli sığırların çektiğinden biraz daha yüksek görünüyordu. Köylüler, Ankara hükümetinin emriyle, birkaç menzil yük taşımakla mükellefti. Menzil boyunca hayvanların yiyeceği otu, yemi ve samanı bile Ankara hükümeti hesap ediyor, hazır tutuyordu.

Geceyi kağnısında yatarak geçiren köylülerin çoğu kadındı. Kiminin sırtında basitçe bağlanmış bohça gibi bezler içinde bebekleri vardı. Yaşlı adamlar ve çocuklar da göze çarpıyordu. Genç erkekler ise ya savaşa gidip dönmemişti, ya da kolu, bacağı eksik gaziler olarak kalmışlardı. Diğerleri ise zaten cephedeydi ve cepheye öyle çok şey lazımdı ki. Sadece silah ve cephane değil, ilaç, sargı bezi, giysi, çadır ve mutfak malzemesi gibi saymakla bitmeyecek binlerce çeşit ihtiyaç vardı, savaşçılara gönderilmesi gereken.

O yüzden İstanbul’dan, Trabzon’dan ve Rus limanlarından temin edilen her türlü malzeme Ankara’nın bu kutlu kapısına taşınıyordu. Özellikle son bir yıldır, Azak denizinin kıyısındaki limanlarda Türk subayları ve denizciler bulunuyordu. Sovyetlerden temin edilen savaş malzemesini derme çatma teknelerle, koca denizde düşman gemilerine yakalanmadan Türk limanlarına taşıyorlardı. Deniz nakliyatı için en elverişli zaman da düşman gemilerinin açılamadığı fırtınalı havalardı. Yelkenli teknelerle azgın Karadeniz’i korkusuzca geçip, Türk askerine silah taşıyan teknelerden oluşan donanmanın bir benzeri de Anadolu’nun kargacık burgacık dağ yollarında kuruluyordu. Birkaç senedir İnebolu’da dizilen kağnı kervanları, dünyanın en mukaddes yolculuğunu durup dinlenmeden tekrar ediyordu.

Şalvarın üzerindeki etekliği rengârenk bir kadın, beyaz yemenisiyle başını örttükten sonra, iki ucunu çenesinin altında değil de başının üzerinde düğümleyerek, uzun ve meşakkatli yolculuğa hazırlanmaya başladı. Nal ve mıh sandıklarıyla beraber asker elbisesiyle dolu çuvallar yüklenmişti kağnısına. İçinden besmele çekip, “ geeeah” diye bağırdı. Biraz önünde başka bir kağnı ahşap tekerleklerin üzerinde sarsılarak ilerliyordu. Onun önünde bir başkası ve daha önde bir diğeri. Sonsuz bir kara donanması gibiydi yol boyu. Karınca dizileri gibi ilerliyordu kağnı kolları. Kasaba çıkışındaki karakolda, seyahat vesikası kontrol edildikten sonra büyük bir köprüyü geçtiler. Derelerin aktığı yerlerdeki bahçeliklerin arasından ilerleyip, tırmanmaya başladılar. Giderek büyük bir dağ yolunun başlangıcı kendini gösteriyordu. Tırmanırken zorlanan sığırların kemikleri derilerine yırtacak gibi görünüyordu. İlerledikçe yükseliyor, yükseldikçe daha yeşil yamaçlardan geçiyorlardı.

Gidenler kadar, aksi yönden gelen kağnılar, yaylılar ve posta arabaları da vardı yolda. İnsana huzur ve iyimserlik veren güzelim manzaraları kan ter içinde geçtiler. Öğle güneşinde Küre dağları yamacındaki bir handa mola verildi. Boyundurukları çözülen öküzler serbest bırakıldıktan sonra, yemlendi, sulandı. Elindeki üvendireyi kağnının kenarına dayayan kadın, elini yüzünü yıkadıktan sonra yere oturup çıkınındaki ekmeği yedi.

Tekalifi Milliye salınmadan önce de bu işi yapan yüzlerce köylü vardı. Ödül beklemeden, bu ağır yükün altına giriyorlardı. Çünkü o taşınacak malzeme cepheye gidecekti; çünkü cephedekiler onların eşi, oğlu, damadı ya da yeğeniydi. Yani orada kanını dökenler, gerilerde yük taşıyanların canıydı. Mesele, yurt meselesiydi. Bütün bir millet mücadele ediyordu.

Bir saat sonra kafile tekrar yola koyuldu. Yollar inişler ve çıkışlarla doluydu. Dönerek ve kıvrılarak dağları aşan yollar kimi yerde sarp geçitlerden, derin uçurumların kenarından geçiyordu. Kağnı konvoyundan geri kalmak, vahşi hayvanlara da yem olmak demekti. Üvendire biraz da bunun içindi. Bir yandan öküzleri yürütmek için kullanıyor öte yandan, vahşi bir hayvan karşısına dikilirse, bununla kendini koruyabileceğine inanıyordu. Kışın, ne feci olaylar olmuştu. Kurt saldırısını anlatmışlardı; bir de o zemheride kafileden ayrı kalıp da donup giden hatunu. Tam Kastamonu önlerine varmışken, mecali kalmayan zavallıyı. Bebesini top mermileri arasına yerleştirip, battaniye ile onu örttükten sonra üzerlerine kapaklanıp kalan, zemheride donan kadını…

Saatlerce yürüdükten sonra, akşam karanlığında Küre’deki Ahmet Çavuşun hanına vardılar. Yüzlerce manda ve öküz, yüzlerce yolcu, dağın yamacındaki bu küçük düzlükte geceyi geçirecekti. Sevkiyat başladığından beri konak yerleri belirlenmişti. Yollarda hanlar çoğalmış, karakollar yapılmıştı. Kış mevsiminde bu hanların değeri ölçülemezdi. Soğuktan kurtulur, kurttan korunurdu buralara sığınanlar. Üstelik menzil komutanlığının kağnıcılara ot ve yem verme yeri de bu hanların yakınında bulunuyordu.

Yine boyunduruk çözüldü, hayvanlar suya götürüldü, sonra önüne yem kondu. Yatsı ezanı kasabanın küçük camisinin ahşap minaresinden okunurken, yolcular ancak yere oturmuş, çıkınlarında kalan ekmeği ve katığı, yani Allah ne verdiyse onu yiyordu.

Yorgun kadın, içinde asker giysilerinin bulunduğu çuvalları yere koyup üzerine yattı. Büyükçe bir şalı vardı, köyden çıkarken yanına aldığı, onu da üzerine örttü. Gökyüzündeki sayısız yıldızları görünce, Ankara’ya varan yollardaki kağnılar mı çok yoksa bu parıldayan yıldızlar mı diye düşündü. Uykuya dalmadan önce son gördüğü, solgun ışıklı hilalin, kollarını açmış, yakındaki bir yıldızı kucaklayacakmış gibi gökte asılı durduğu o manzaraydı. Rüya mıydı gerçek miydi bilemedi uyandığında…

Sabah yine erken olmuştu. Bir asker, oraya buraya koşturup herkese bir şeyler söylüyordu.

Nihayet hazırlıklar tamamlandı, kağnılar inlemeye başladı. Gıcırtılar, böğürmelerle dolu yolculuk, toz kaldırarak sürüp gitti.

Sıradaki mola Ecevit hanındaydı.

Parası olanlar için temiz karyolaların bulunduğu odaları, salonları vardı. Ahırları da çoktu. Hele o tereyağlı yoğurt çorbası yok muydu, bütün yorgunluğu alıp götürürdü, mübarek… Yokuşun bittiği yerdeki düzlük, kağnı konvoyları için tam bir dinlenme yeriydi. Çağıldayan ırmağın sesi, türlü çeşitli ağaçların yükseldiği orman ve uçsuz bucaksız çayırlar huzur veriyordu.

Akşam olurken ormanların içinden geçmiş, düzlükteki Şekerköprü’yü geride bırakmışlardı. Kastamonu’ya varmadan, tarihi kentin girişindeki tepede suları hoş bir yerde kafile durdu.

Deniz kenarında yükü alan kadının yolculuğu orada bitiyordu. Halat kulplu ahşap sandıkları bin bir zahmetle kucaklayarak, gösterilen yere indirdi. Ağır sandık ordu malıydı, içindekiler Mustafa Kemal’in askerlerine gidiyordu. O yüzden, yorulsa da gocunmuyordu cefâkar kadın. Hem belki de o taşıdığı sandıkta her ne varsa, cephedeki kardeşinin işine yarayacaktı. Dönüp öbür denkleri de kucakladı. Kuvayımilliye’nin eşyaları artık bir başka kağnıya emanetti.

Bu kez kır sakalları olan, başındaki eskimiş fese beyaz bez dolamış bir adam aldı taşıma nöbetini.

Sabahın erken saatlerinde yola koyuldu yeni kafile. Tarihi binaların, hoş görünümlü konakların arasından geçtiler. Irmağın kenarındaki taş döşeli yolun üzerinde hafifçe sarsılarak ilerleyen kağnılar, kara kış günleri hariç, neredeyse hemen her gün görülüyordu.

Bitmek tükenmek bilmeyen kağnı kervanları geçerken, ahali, “uğurlar olsun” diyerek onları yolcu ediyordu.

Beş Değirmenler geride kalmıştı. Ilgaz dağı giderek yakınlaşıyor gibiydi. Güneş görmeyen ormanların içinde akan buz gibi nefis sular, yolculara bu dünyada cenneti yaşatıyordu.

Tam durup dinlenmiş, menzilin bu gölge yollarını yürüyecekken, birden yere oturuverdi kağnı. Ahşap teker yuvasından çıkmıştı. İhtiyarca adam, tecrübeliydi. Kağnı kolları kumandanının kafileye kattığı koruma neferine seslendi. Bir an yüzü ekşiyen asker, kısa süre sonra kafilede kopmalar olmaması için yürüyen kolu durdurdu. Elinden iş gelen birkaç adam yardımlaşarak, ahşap tekeri tekrar yerine yerleştirdi.

Birkaç saat ötedeki Kal’a hana vardıklarında esaslı bir tamirat için epey zaman bulunacaktı. Bitli odalarda yatmak zorunda değillerdi, yaz mevsiminin nimeti buydu; tamirat için yükünü indirdiği kağnının üzerinde yatıverdi yaşlıca adam. Sandıklar yerde, yanı başında duruyordu.

Artık yokuş aşağıydı yolculuk. Yeniköy, Kazancı ve İnköy geride kaldı.

Ertesi gün Gündoğdu’yu geçtikten sonra Çankırı’da onun menzili de son buldu.

Nöbeti bir başka Anadolu kadını aldı bu kez. Kastamonu dağlarının bol sulu, gür ormanlı yolları geride kalmıştı. Zayıf öküzler, sağrılarından fırlayacak gibi duran kemiklerine rağmen, kağnıyı çekerken inletiyordu. Biraz da yokuş aşağı inmenin verdiği bir rahatlıktı bu. Yol boyu görülen, engebeli tarlalardaki başaklar boynunu bükmüş bekliyordu.

Memleketin cephe gerisindeki bütün işini yüklenen kadınlar ektikleri tarlaları yine kadın kadına biçiyor, harman edip, ambara kaldırıyordu. Kara öküzlerini yeden Çankırılı kadın da arpayı, buğdayı kaldırmış, sefer görevini bitirince küçük oğluyla değirmene gönderecekti. Büyük oğlu, 2 yıl evvel, kuvvacılara gönüllü yazılmıştı. Epeydir haber gelmemişti ondan. Elindeki sopayla kağnıyı yürütüyor, yürürken de durmadan dua ediyordu…

Sabahtan akşama kadar arşınladılar tozlu yolları. Önce Çandır, sonra Kızılkaya geride kaldı. Alaca karanlıkta, Kalecik’te askerler durdurdu onu.

Orası askeri aktarma merkeziydi. Bir çırpıda boşaltıldı kağnının yükü. Nal ve mıh sandıkları Kuvayımilliye’nin başkentine çok yaklaşmıştı.

Artık askeri teşkilat, kuvvetli bir ekiple işin içindeydi. Menzil komutanlığı arı gibi işliyordu. Akşam karanlığına rağmen, başka bir kağnı kolu kuruldu. Üzüm bağlarıyla dolu köylerden gelenler, gecenin bitip havanın aydınlanmasını yüklü duran kağnılarıyla beklediler. Sonra yine hayvanların boyundurukları takıldı, kara donanması tekrar yolu koyuldu. Dizi dizi inleyen kağnılar, böğüren sığırlar ve hiç durmadan gıcırdayan ahşap tekerlerin sesi nihayet Ankara kalesinin gölgesine ulaştı.

Giderek kalabalık çoğalıyordu. Kalpaklılar, fesliler, bölük bölük askerlerle doluydu her taraf. Ve önceden gelenlerin bıraktığı yükler görünüyordu her tarafta. Dönenlerin boş arabaları arasında keşmekeşe yenik düşmeden sevkiyatı sürdürmek isteyen subaylar bağırıp çağırıyordu. Uzaktan meclis binası görünüyordu, onun üzerinde durduğu yokuşun alt tarafındaki bataklığın kenarından istasyona doğru ilerliyordu kağnı kolu.

Yol bitmiş, yolculuğun son kısmı uzun bir bekleyiş halini almıştı. Saatler ve saatler sonra Kuvayımilliye’nin malları, Ankara istasyonundaydı. Kalpaklıların bitip tükenmez enerjisi ile işlettiği kara trenler gelip gidiyordu. İmalatı Harbiye’de üretilen ve tamir edilen silah ve mühimmatlarla birlikte, bu gelen mallar da cepheye gönderilecekti. Ancak subaylar bir takım listelere göre öncelikli yüklenecek olanları seçiyordu.

Kör hattaki yük vagonlarından birine taşındı, nal sandığı ile mıh sandığı. Kalibresi değiştirilen top mermileri, mekanizması tamir edilen tüfekler, makineliler ve daha neler neler yüklendi üzeri açık eskimiş vagona.

Saatlerce uğraştıktan sonra istim tutmuş bir lokomotif birkaç manevrayla kör hatta girdi, yüklü vagonları peşine takıp ilerlemeye başladı. Tıka basa dolu ahşap vagonları oflaya puflaya çeken tren, kağnılardan hızlı gidiyordu. Yine de kömür bulunamadığından, çam kütükleri yakılarak kazandaki su kaynatıldığından, olması gerektiği kadar süratli değildi. Üstelik peşine taktığı katarda 20’den fazla yük vagonu vardı.

Birkaç saat sonra Sincan köyünü bulan tren, düdüğünü öttürerek yola devam etti. Oradan birkaç saat sonra da Mallı Köy istasyonuna ulaştı. Sakarya Meydan savaşında hayati rol oynayan bu istasyonda, yaralılar toplanıp Ankara’ya yollanıyor, oradan gelen cephane ve malzeme, savaşan kıtalara ulaştırılıyordu. Şimdi eskisi kadar canlı görünmüyordu.

Engebeli arazilerin üzerinden geçen katar, 1 saat sonra Polatlı istasyonuna girdi. Düşmanın en son ulaştığı nokta burasıydı. Son kale Polatlı’da durdu tren. Menzil komutanlığının askerleri, derhal vagonlara girdi. Kara-kuru, zayıf erler, küçük paketleri taşır gibi kucaklayıp irdirdiler ne varsa içeride.

Teslim alınan malzemeyi türüne göre tasnif edip, farklı yerlerde istiflenmesini sağlayan subaylar, cepheden gelen emirde belirtilen malzemeyi, doğru yere ve istenen miktarda gönderebilmek için büyük özen gösteriyordu.

İstanbul’daki küçük iskelede hamalların sırtladığı ağır ahşap sandıklar, bu kez de at arabasına yüklendi. Yanında top mermileri ve saraciye malzemesiyle birlikte. Çift atlı araba, tren kadar hızlı gidiyordu. Tarihin en uzun meydan savaşının yaşandığı dağların, tepelerin arasından ilerlediler. Bozulmuş siperler, etrafa dağılmış şarapnel parçaları açıkça görünüyordu.

Sakarya Zaferinin simgesi Dua Tepe, arka taraflarında görünmez olduğunda, Yıldız Dağına doğru ilerliyordu, askeri nakliye kolu. Cepheden kaçan Yunan askerinin yakıp viran ettiği bir köyün içinden geçtiler. Kararmış taş duvarlı evlerin camsız pencerelerinde zulmün izleri halen duruyordu…

Yıldız Dağı ile Toydemir tepeleri arasından geçen yol boyu, viran köylerle doluydu. Saatler sonra, şoseden biraz saparak Uzunbeyli köyünde mola verdiler. Bu köy, Türk askerlerinin içini cız ettiren bir anıyı hatırlatıyordu onlara. Bu yüzden, gelen geçen kafileler, hem atları sulamak hem de o yeri görmek için Uzunbeyli’de duraklıyordu.

Sakarya Meydan Savaşı sırasında, yani 1 sene evvel Türk süvarileri bu köye baskın vermişti. Çatışmanın ortasında, cepheye geri dönmeleri istenen süvariler, kuşatmayı kaldırıp, geri çekilmişlerdi. Sakarya zaferinden sonra bu köyden geçerken, o gün Yunan başkomutanının orada çaresizce kıvrandığını öğrendiler. Büyük bir fırsat kaçmıştı. Bu yüzden Uzunbeyli süvarilerin hatıralarında unutulmaz bir yer tutuyordu.

Moladan sonra Konya düzlüklerinde yeniden atlar kişnemeye başladı. Çift atlı arabalar, akşam karanlığında Yunak kasabasına vardı. Artık varılacak yere son bir durak kalmıştı.

Ertesi gün Akşehir’e varan kafile yükünü ordu ambarına teslim etti. Sandıklar, ilgili depolara dağıtılırken, saraciye malzemesi ve nal ile mıhlar nalbant okuluna yollandı.

Aslında nal ve mıh, ordu içindeki küçük atölyelerde üretiliyordu. Ancak bu ihtiyaç hiç bitmiyordu. O yüzden, satın alınmış ve onca yoldan taşınmış bu metal eşyalar, mücevher gibi göründü nalbantların gözüne!

Akşehir, taarruz için hazırlanan Türk ordusunun merkeziydi. Her yerde hummalı bir faaliyet vardı. Ordunun gözbebeği atlı birlikler de yakın zamanda muhteşem bir geçit töreni yapmış, komutanların gözüne bir kez daha girmişti. Şimdi son hazırlıklar yerine getiriliyordu.

Binicilik okulunun arka tarafındaki bahçede veterinerler yerleşmişti. Onların bitişiğinde tavlalar bulunuyordu. Bakımı yapılan atlar, ahırda iyileşmesi beklenen kısraklar, her türlü ihtiyaç için beygirler burada toplanmıştı.

Ayağındaki vuruk yarası tedavi edilmiş olan bir atı, genç bir er yularından tutup nalbanta getirdi. Usta adam, sakince ata sırtını döndü, eğilip atın ön ayağını kendi bacaklarının arasından tutarak çekti. Dizinden içe doğru kırar gibi tuttuğu atın ayağını, kendi dizleri arasında sıkıştırdı. Elindeki metal bıçkı benzeri satracı maharetle kullanmaya başladı. Tırnağı kestikten sonra törpüyle geride kalan parçaları giderdi. Aynı işi diğer ayakları için de yaptı. Sonra, o halat kulplu ahşap sandığı açıp içinden bir nal aldı. Şöyle bir tartıp ölçtükten sonra, mıhları çakmaya başladı. 2 saat sonra, bakla kırı atın duruşu ve yürüyüşü bir başka olmuştu. Artık bastığı yerden ses geliyordu. Yeni nallarıyla adeta yürürken caka satar gibiydi. Nalbant, peşinden birkaç adım atıp, diğer sandıktan aldığı birkaç mıhı, eyerin kuburundaki korunaklı bir cebe bıraktı…

Bu sırada, bir subay bağırıyordu: “ Unutmayın, 1 mıh bir nal kurtarır. 1 nal 1 atı. 1 at 1 askeri ve o asker komutanı, komutan orduyu ve ordu da vatanı kurtarır.”

Birkaç gün sonra binlerce attan oluşan tümenler yürüyüşe geçti. Geceleyin yürüyen atlar, gündüz olduğunda köylerde, dere içlerinde ve koruluklar içinde gizleniyordu. Yalvaç ile Sultandağı arasından Afyon istikametinde ilerliyordu süvariler. Ertesi gece atların ayaklarına çaputlar bağlandı. Nal sesi çıkmasın, düşman binlerce süvarinin usul usul onlara doğru yanaştığını anlamasın diye.

Sandıklı civarında bir gündüz molası daha verildi. Bakla kırı at, kilometrelerce uzunluğundaki konvoyun ön taraflarındaydı. Sandıklı ovasında binlerce at ve binlerce süvari havanın kararmasını bekliyordu. Ağustos sıcağında, gölgeliklerde gizlenerek ve dinlenerek…

O akşam tepelere doğru tırmanış başladı. Ökçeli nalları olan atlar taşlı dağ yollarında daha emin adımlar atıyor, tırmanırken daha az yoruluyordu. İlerleyen saatlerde Ahır dağının eteklerinde bir köyde öncüler durdu. Türk askerinin dizi dizi, katar katar geldiğini gören köylüler sevinç içinde, ne yapacaklarını şaşırmış haldeydi. Yunan zulmünün biteceğinin müjdesiydi bu gelen atlılar. Türk zaferinin öncüsüydü o kahraman süvariler. Ne yapıp ettiler, kumandanları misafir etmeyi başardılar.

Arkalardan gelen yeni birlikler de Tokuşlar köyü civarında toplanırken, elde avuçta ne varsa ikram etti köylüler, vatan evlatlarına. Bir de güzel haber verdi, köyden bir adam. “ Bir patika var” dedi. “ Geceleyin Yunan orayı gözlemez, basar geri gider.” İşte böylece, aranan fırsat bulundu, düşman hatlarının arkasına giden kestirme yolun keşfi komutanlarda büyük memnuniyet yarattı.

Atların tek sıra halinde geçebileceği bir patikaydı o yol. Bir kenarı uçurumdu. Üstelik zifiri karanlıktı gece. Ağırlıklar oracıkta bırakıldı. Büyük toplar gerideki birliklere emanet edildi. “At bin” emri üzerine süvariler harekete geçti. Gecenin karanlığında, atların basıp yerinden oynattığı kaba çakıllar teker meker yuvarlanarak gürültü etmeseydi, başka hiçbir ses duyulmayacaktı. Atlar kişnemiyordu bile.

Şafak sökerken top sesleri yeri göğü inletmeye başladı. Bu sırada yüzlerce Türk süvarisi Ahır dağını aşmış, ovaya inmişti. Ve arkadan binlercesi daha geliyordu. Atların ayaklarındaki çaputlar çoktan harap olmuştu. Artık, bakla kırı at da diğerleri gibi taşlara bastıkça kıvılcımlar çıkarıyordu.

Türk topçusunun dehşetli taarruzu ovada yankılanırken, düşman gerisine sarkmış süvariler çala kılıç dörtnala ilerliyordu. Bakla kırı atın bulunduğu bölük bir tren istasyonuna vardı. Süvariler istasyondaki düşman askerlerini birer birer etkisiz hale getirdi. Sonra tren yolu tahrip edildi. Artık ter içindeki atların kişnemesi, kıvılcımlar çakan nalların çıkardığı seslere karışıyordu. Süvariler, oradan oraya atılıyordu. Kâh telgraf tellerini deviriyor, kâh yolları bozuyorlardı. Günler geceleri kovaladı, doğru dürüst uyku görmeyen atlar ve süvariler savaş meydanında koştu, koştu, koştu…

Düzağaç topraklarına bastı bakla kırı at; Akçaşar’ı, Küçüköy’ü adımladı. 5. Gün, Başkomutan Aslıhanlar önünde düşmanı çevirip imha ederken, atlar Allıören arkalarında, kaçmaya çalışan düşmanı kovalıyordu. Kovalamaca hiç durmuyor, ancak biraz su içip bir miktar kuru ot yiyen atlar zorlukla ilerliyordu. Bakla kırı at da onlardan biriydi. Süvarisi inmiş, atın arkasından onu yürümeye zorluyordu. Ayaklarını kaldıracak mecali kalmayan at, nallarını koca taşlara vura vura adım atabiliyordu.

Birkaç gün sonra, elde kılıç ilerleyen süvarilere dinlenme fırsatı çıktı. Nallar ve nalların düşen mıhları tamamlandı; yorgun hayvanlar sulandı, yemlendi. Bakla kırı atın süvarisi de eğerindeki yedek mıhları kullandı. Tam da en lazım olduğu anda, elinin altında bulunması ne büyük nimetti. Bir mıh bir nal kurtarır diye aklından geçti. “ Bir nal bir at ve bir at bir asker

Çok geçmeden tekrar, “ at başına “ komutu duyuldu. Alevler içinde yanan kasabalar ve köyler dolu dizgin geçildi. Durup zaman kaybettiklerinde, kaçan düşmanın evleri, köyleri yakıp harap ettiğini bilen süvariler, atları dörtnala sürüyordu. Yetişip kurtardıkları nice kasabaları da arkada bırakıp, verimli bağların arasından geçtiler.

Bakla kırı at ağzında köpüklerle vardı öndeki grubun durup dinlendiği tepeye. Akşam olmuş, güneş batıyordu. İlerde, masmavi denizi ve zümrüt yeşili dağların arasından İzmir’i gören süvariler heyecan içindeydi. Sabahın olmasını sabırsızlıkla beklediler.

9 Eylül 1922 sabahı öncü süvari alayı İzmir’e doğru ilerliyordu. Diğer alaylar da onun peşinden ya da farklı yollardan, Türk Zaferi’nin simgesi olan İzmir’e akıyordu. Rüzgar gibi girdiler güzel İzmir’e.

Ortalık ana baba günüydü. Silah sesleri, kaçışan insanlar, sevinen insanlar at kişnemeleri ve nalların çıkardığı sesler birbirine karışıyordu. Akdeniz’in köpük köpük dalgaları bu senfoniye renk katıyordu. İskelede patlayan bir bombadan sonra kısa bir çatışma daha yaşandı; ancak çok geçmeden kışlaya Türk Bayrağı çekilmişti bile.

İçinde bakla kırı atın da bulunduğu bölük Bornova yollarında nal şaklattıktan sonra Halkapınar’da denize kavuştu. Küçük ve sığ koyu süvari ile atı denizin içinden kat ederek geçtiler. At tekrar kumsala çıkıp da kordon yoluna ayağını attığında, nallarından biri yoktu…

Biraz sonra bir nal daha atın ayağından fırlarcasına düşüp önce bir taşa çarptı, sonra da denize düştü.

Zafer kazanan ordunun kan ter içindeki atı, ağır aksak adımlar atıyordu. Sevinç gözyaşları içindeki halkın arasına karıştılar.

Bu sırada, bir süvari alayı daha girdi İzmir’e. Zaferi kutlayan atlıların peşine bakla kırı atın süvarisi de takıldı. Kimi rahvan yürüyen, kimi tırısa kalkan atlar kordon boyundaki taşlara bastıkça nalların çıkardığı sesler nağmeleniyor, süvarilerin senfonisi İzmir’i sarıyordu.

Yorgun savaşçılar hedefe varmıştı. Bir mıh ve bir nal, uzun yolları aşıp sonunda İzmir’e ulaşmıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği hedefe, Akdeniz’e karışmıştı. Tatlı tatlı kayalara çarpan dalgaların ak köpüklerinde yıkanıyordu.

Bunları da sevebilirsiniz