Osmanlı İmparatorluğu 4 yıl süren Birinci Dünya Savaşının sonunda 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi ile İngiltere merkezli itilaf (ittifak) cephesine teslim oldu. 13 Kasım 1918 günü 55 parçalık ittifak donanması İstanbul’a demirledi. Dolmabahçe sarayına ana bataryalarını çeviren donanma bir imparatorluğun çöküşüne son noktayı koymuştu. Asya’nın içlerinden, denizlere doğru binlerce sene içinde devam eden yürüyüşe Avrupa güçleri dur demiş ve Türkleri 1000 yıllık yurdundan edecek, denizden kıtaya hapsedecek Sevr süreci başlamıştı.
OSMANLI HANEDANI TÜRKLÜĞE UZAKTI
Osmanlı Hanedanının adını (Osmanoğulları) taşıyan, Türklüğü 19. Yüzyıl sonuna kadar merkeze koymayan İmparatorluk, bir köylü din/tarım imparatorluğu idi. Türkler ya çiftçi ya asker yapılıyordu. Saraya ve çoğunluğu devşirme yönetici elit arasına girebilen Türkler sayıca son derece azdı. 20. Yüzyıl başına kadar köylülere Türk denilen ve hakir görülen bir sosyopsikolojik iklim hakimdi. Ticaret ve finans zaten Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten azınlıklar ile kapitülasyonlar sonucu ülke topraklarına yerleşen Avrupa ülkelerinin vatandaşlarının tekelindeydi.
COĞRAFİ GÜCÜNÜ KULLANAMAYAN İMPARATORLUK
Osmanlı 16’ncı yüzyılda en geniş sınırlarına ulaştı. Bu zaman dilimi okyanus rotalarının açılması sonucu yeni keşfedilen topraklardaki zenginliklerin Avrupa’ya aktığı ve sermaye birikimine neden olduğu dönemdir. Osmanlı bu yarışa girmemiştir. Kızıldeniz ve Basra Körfezine girdiği halde coğrafi gücünü kullanmadı. Dönem, Hıristiyan Avrupa’da orta çağ sosyoekonomik düzeninin değişmeye başladığı, feodal üretim ilişkileri döneminden, ticaret ve üretim sanayinin ağırlık kazanmaya başladığı dönemdir. Bundan sonra pazarı genişletmek, ticaret, finans ve deniz ulaştırma ağlarını kurmak hedeftir. Teknolojik gelişmeler büyük bir atılım içindedir. Avrupa, teknoloji, bilim, sanat ve felsefede türlü yenilikleri yaşarken, Osmanlı içine kapanmıştı. Osmanlı hanedanı Avrupa’daki gelişmeleri yakalayamazken, sonuçları bugüne kadar devam eden gerileme başladı. Ülke Sultanın mülküydü. O da Allah’ın yeryüzündeki gölgesi kabul ediliyordu. Teokratik bir imparatorlukta bilimsel yeniliklerin toplumla buluşması, İslam’ın akıl-nakil diyalektiğinde naklin öne çıkmasıyla engellenmişti. Bu durum Osmanlı’da teknoloji ve bilimin geri kalmasında en önemli rolü oynadı. Matbaanın Osmanlı ile geç tanışmasının da sürece önemli katkısı oldu. 1493 yılında Osmanlı Yahudileri, 1567’de Ermeniler ve 1627 de Rumlar kendi dillerinde kitap basma hakkını elde ederken, Müslümanlar (Türkler) bu hakkı ancak 1727 yılında alabildi. Bu hak 1742 yılında geri alındı ve ancak 1784 yılında tekrar izin çıkabildi.
AKDENİZ İLE YETİNEN İMPARATORLUK
Söz konusu dönemde teknolojik gelişimin lokomotifi denizcilik idi. Denizaşırı topraklara güç intikal ettirebilmek hedefti. Bu alanda Osmanlı Hanedanı ne deniz jeopolitik bilincine ne de teknolojik alt yapıya sahipti. Her ne kadar bugün cihan (dünya) imparatorluğu olarak anılsa da Osmanlı İmparatorluğu kıtasal ve karasal bir imparatorluk idi. Tüm dünya okyanus ve denizlerinin %1’i kadar olan Akdeniz’in dışına çıkmamıştı. Okyanus ve denizlere hâkim olunmadan cihan hâkim olunamazdı. Osmanlının duraksaması, gerilemesi 16. Yüzyıl sonlarından itibaren denizde başladı. Bu kadar küçük bir deniz alanına bile hâkim olamayan Osmanlının çöküşü Birinci Dünya Savaşında denizden istila ile tamamlandı. Son sultan başkenti deniz yolu ile İngiliz HMS Malaya zırhlısı ile terk etti. (Gemi özellikle seçilmişti. Malaya (Malezya) Müslümanları tarafından Kraliyet Donanmasına yapılan bağışla alınmıştı.)
GERİDE KALANI PARÇALAYAN AVRUPA
Osmanlının sonunu getiren Birinci Dünya Savaşına ve kıta gücü olan Almanya ile ittifak ilişkisine girmesi kaçınılmazdı. Birinci Dünya Savaşında gerileyen iki imparatorluk olan Osmanlı ile Avusturya Macaristan İmparatorluğunun parçalanma sürecini önlemek için Almanya ile ittifak yapmaktan başka seçenekleri zaten yoktu. Zira Rus Romanov hanedanı ile İngiliz Saxe Coburg Hanedanları her iki imparatorluğun parçalanma ve paylaşım kararlarını çoktan vermişti. Zira her iki devletin ne ekonomileri ne de sanayi /teknolojik güçleri ikinci sanayi devrimini tamamlamış ve emperyalizm aşamasına geçmiş kapitalist dünya karşısında yeterli değildi. İngiliz Hükümeti Almanya’nın doğu ve batıda iki cephede savaşa zorlanması için 1904 sonrası Fransa ile ittifak Anlaşması imzalamıştı. Diğer yandan Almanya’nın ucuz kana ve Osmanlının petrol ve maden zengini topraklarına ihtiyacı vardı. Dolayısı ile Birinci Dünya Savaşında savaşan iki teknoloji devinin de ortak arzusu savaş sonunda Türklerin sahip olduğu muhteşem coğrafya ve zenginliklerine çökmekti. Rusya’nın güneye inmesi ve Anadolu coğrafyasına sahip olması 20. Yüzyıl başına kadar İngiliz deniz gücü sayesinde durdurulmuştu. Ancak Almanya aynı dönemde İngiliz Adasına tehdit teşkil edince, yani kıta gücü olarak denize çıkınca jeopolitik denklem alt üst olmuştu. Osmanlı toprakları, İngiliz Kralı ile 1908 Reval görüşmesinde Rus Çarına gelecekteki savaşta yanlarında olmak ve Almanya’ya doğuda cephe açmak koşulu ile teklif edilmişti.
AVRUPA’NIN OSMANLI PLANLARI BOZULUYOR
Ancak savaş planlandığı şekilde gitmemişti. Osmanlı hanedanının hor gördüğü Türk, Çanakkale’de Yarbay Mustafa Kemal liderliğinde büyük askeri başarılar elde ederek savaşın iki yıl uzamasına neden olmuştu. Savaş uzayınca Londra, pek çok ticari çıkarını kaybetmiş, küresel tedarik zinciri aleyhlerine bozulmuştu. Amerikan bankerlerinden (J. P. Morgan gibi) borç alarak savaşı yürütmüşlerdi. İflasın eşiğindeyken Rusya’daki 1917 Ekim devrimi ile Romanov hanedanının devrilmesi üzerine Rusların savaştan çekilmesi İngiltere için sarsıcı ve büyük bir darbe olmuştu. Diğer yandan savaş sırasında başlayan İrlanda iç savaşı da Londra’yı kemiriyordu. Bir yandan borçlar, bir yandan azalan ticaret gelirleri ve bir yandan İrlanda iç savaşı imparatorluğu yiyip bitiriyordu.
AVRUPA GÜÇLERİ YENİ SAVAŞI GÖZE ALAMAZDI
Söz konusu dönemin büyük emperyalisti ve baş hegemonu İngiltere bu şartlar altında 1918 sonrası yeni büyük bir savaşı göze alamazdı. Nitekim Mustafa Kemal, 13 Kasım 1918 günü döndüğü mütareke İstanbul’unda bu gerçekleri en iyi gören asker ve devlet adamıydı. Geldikleri gibi Giderler sözünü boşuna söylememişti. İngiltere gerek Çanakkale gerekse Kut ül Amare’de yaşadığı hezimetlerden sonra Türkleri tanımıştı. Kurtuluşun kazanılabileceğinin Mustafa Kemal Atatürk’ün aklındaki temeli bu muhakeme ile atılmıştı.
TÜRKLÜK VE COĞRAFİ GÜÇ
Atatürk’ü önce kurtuluşa sonra da Cumhuriyet’in kuruluş sürecine iten temel iki güç Türklük ve Anadolu’nun Trakya ile oluşturduğu yarımada coğrafyasının gücü idi. Osmanlı hanedanı Türk milliyetçiliğini değil teşvik etmek, aklına bile getirmemiştir. Türk milliyetçiliği ancak 20. Yüzyıl başlangıcında teorisine kavuşmuş ve bu uğurda Rus işgalinden kaynaklanan zorunlu göçlerle Anadolu’ya sığınan Türk aydınların (Akçura, Gaspıralı, Togan, Arsal vd.) etkisi büyük olmuştur. Sahip oldukları Türkçülük birikimi Anadolu’daki Türkçülüğü kamçılamıştır. Ziya Gökalp gibi yazar ve düşünce adamları da bu akıma büyük katkı sağlamışlardır. Atatürk “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir’’, demişti. Osmanlı çökerken Türkler dışındaki tüm azınlıkların batılılar tarafından korunması, bilhassa Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kırım’da Müslüman kimliğe sahip Türklerin sürekli taciz görmesi ve sonunda doğdukları bölgelerden sürgün edilerek bir nevi vatansız kalmış olmaları Türklük bilincinin oluşmasında rol oynamıştır. Her büyük savaşta veya krizde Cihat ilan eden padişahların buna rağmen yenilgilerle karşılaşması ve özellikle Birinci Dünya Savaşında Osmanlıya en büyük ihanetin Müslüman Araplardan gelmesi de Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset eserinde belirlemiş olduğu Osmanlı, İslam ve Türk kimliği içinde Türklüğün öne çıkmasında rol oynamıştır. Atatürk de Türk’ü merkeze alan bir laik ve üniter bir ulus devlet inşasının gerekliliğine daha öğrencilik yıllarında inanmıştır. Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a Harbiye yıllarında bugünkü sınırlarımıza uyan bir Türkiye haritası çizebilecek kadar ileri görüşlüydü. (Sınıf Arkadaşım Atatürk. İnkılap Yayınevi) Atatürk Kurtuluş Savaşını Türklüğü kullanarak kazanmıştır. Cumhuriyeti kurduktan sonra da omurgasını laiklik ve Türk milliyetçiliği üzerine oturtmuştur. ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’’ sözü bu yaklaşımın temelini oluşturmuştur.
DENİZLERDE YIKANAN ANADOLU YARIMADASI
Atatürk’ün cumhuriyeti kurarken kullandığı diğer güç unsuru üç tarafı denizlerle yıkanan Anadolu coğrafyası olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu coğrafi gücünün varlığını yükseliş döneminde fark ederek, denizlere kabaca bir yüzyıl önem vermişse de İnebahtı yenilgisi (1571) sonrası kademeli şekilde denizlerden uzaklaşmış, gerilemenin zirve yaptığı 18. Yüzyıl sonrasında askeri ve ekonomik gücünün zayıflamasıyla bu unsur yani coğrafyası emperyalizmin avına dönüşmüştür. Gerileme ile önce Doğu Avrupa, Balkanlar ve Ege Denizinden uzaklaştırılan Osmanlı hanedanı, daha sonra Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Libya’dan uzaklaştırılmış, En önemlisi II. Abdülhamit döneminde yok edilen donanmasının yarattığı zafiyet ile Girit, Kıbrıs, Ege Adaları, Tuna Havzası, Nil Havzası gibi deniz jeopolitiğinin vaz geçilmez unsurları kaybedilmiştir. Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı İmparatorluğu artık denizden çevrelenmiştir. Zaten Libya Harbinden sonra Anadolu’nun Akdeniz’e erişen rotaları abluka altına alınmış, deniz yolu sadece Romanya hattında açık kalmıştı. Atatürk bu gerçeği çok iyi görmüştü. 1915 yılı Eylül sonunda Çanakkale cephesindeki sahra çadırında Alman Büyükelçiliğinden Dr. Ernest Jackh’a şu mülakatı vermişti: “Karada kıstırılmış durumdayız. Tıpkı Ruslar gibi. Boğazları tıkamakla Rusları Karadeniz’in içine kapamış olduk ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettik. Çünkü müttefikleriyle bağını kesmiş olduk. Ama biz de çökmeye mahkûmuz. Hem de aynı nedenden. Gerçi Akdeniz’in Kızıldeniz’in ve Hint Okyanusu’nun eteklerindeyiz. Ama herhangi bir okyanusa açılamıyoruz. Deniz Kuvvetinden yoksun bir kara kuvveti olarak yarımadamızı kara kuvvetlerini çekinmeden getirebilecek bir Deniz Kuvvetine karşı hiçbir zaman savunamayız.’’
DENİZDE GÜÇLÜ OLMADAN ANADOLU’DA HUZUR OLMAZ
Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşını başlatıp, 23 Nisan 1920’de TBMM’ni ilan ettikten 3 gün sonra Anadolu’nun coğrafi gücüne en büyük tehdidin İngiltere kontrolündeki Kafkas Seddinden geldiğini görerek Lenin ile iş birliğini başlatma kararı aldı ve 26 Nisan 1920 mektubunu yazdı. Bu iş birliği ile sadece kurtuluşun cephanesi Sovyetlerden gelmekle kalmadı, Anadolu’nun doğu sınırları garanti altına alındı ve batı cephesine odaklanıldı. Diğer yandan Atatürk, Lozan sonrası Cumhuriyet Donanmasının güçlenmesi için kısa sürede tedbirler aldı. Bu arada 1936’da Montrö Sözleşmesi ile 13 yıl aradan sonra Boğazları; 1938’de Hatay’ı Türkiye topraklarına katarak İskenderun Körfezinin tamamen Türk egemenlik alanına girmesini sağladı. Vefatından bir yıl önce de Kıbrıs için ‘’Bu adaya dikkat ediniz, kaybedilirse ikmal yollarımız tıkanır’’ direktifini vermişti. Diğer bir deyişle vefatından önce deniz jeopolitiğimiz için çok değerli ve önemli iki hamle yapmıştı. Atatürk, üç kıtanın kesişim noktasında, Tuna ve Nil havzaları, Türk Boğazları, Süveyş Kanalı ve Cebelitarık Boğazı deniz ulaştırma yollarının üzerinde, Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Hazar, Levant, Ortadoğu ve Kuzey Afrika alt bölgelerine neredeyse eşit uzaklıktaki muhteşem coğrafyamızın farkındaydı. Atatürk nasıl ki Türk kimliğinin birleştirici ve kurucu niteliğini gerek Kurtuluş ve Kuruluşta kullanmışsa, coğrafi gücünü de aynı şekilde kullanmıştır. Bu coğrafyayı kuruluşundan kısa süre sonra başta demografik, askeri ve ekonomik gücümüzün zayıflığına rağmen Balkan Paktı ve Sadabat Paktı gibi bölgesel istikrar ve barış girişimleri için kullanmasını bilen bir lider oldu. Diğer bir deyişle Atatürk, Türkiye’nin en büyük gücü olan coğrafya gücünü en iyi kullanan lider olmuştur. Coğrafyamızı başka güçlere kullandırtmamıştır. Ancak onun vefatından sonra hem kurucu ideolojisi yani Kemalizm hem de coğrafi gücümüzün kullanımı yara almıştır. 1946 sonrası coğrafi gücümüz Atlantik güçlerine teslim edilmiş, 1952 sonrası NATO’ya tahsis edilmiş, ABD’nin Sovyetleri çevreleme stratejisinin asli unsuru olmuştur. 1989 yılında Sovyetler dağıldığı halde NATO dağılmamış, aksine daha saldırgan şekilde doğuya doğru genişleyerek Rusya’yı kışkırtmış, Avrupa’da barış ve istikrarın bozulmasına sebep olmuştur.
COĞRAFİ GÜCÜMÜZÜ ATATÜRK GİBİ KULLANMALIYIZ
Bugün Türk devleti coğrafyasının gücünü Atatürk gibi kullanmalıdır. Bu coğrafya emperyalizmin değil Türk halkının çıkarlarına hizmet etmelidir. Zira emperyalizm bu coğrafyada değişiklik istemektedir. Güneyimizde kukla bir Kürt devleti istemektedir. Mavi Vatan’dan yani hakkımız olan deniz yetki alanlarımızdan vaz geçmemiz isteniyor. KKTC’den vaz geçmemiz isteniyor. Rusya ve Çin ile düşman olmamız isteniyor. Türk devleti ve halkı artık coğrafyasının gücünü kendi tekeline almalıdır. NATO üyeliğimiz bu gücün kullanımına büyük engel teşkil etmektedir. Nasıl ki Osmanlı hanedanının kulu olan Anadolu insanı yüzyıllar sonra Türklüğünü keşfedip Atatürk liderliğinde yeni bir Cumhuriyet kurmuşsa, bugün de Türk halkı coğrafyasının gücünü keşfetmeli ve bu gücü kendi çıkarları için kullanmalı ve kullandırtmalıdır.
YENİ DÜNYA DÜZENİ KURULURKEN GÜCÜMÜZÜ KEŞFETMELİYİZ
Kendi gücünün farkında olan devletler ayakta kalabilir ve geleceğe emin adımlarla yürüyebilir. Türkiye Cumhuriyeti 100. Yaş gününe girerken milli güç unsurlarının farkında olmalıdır. Türk devleti ve halkı, hükümetleri kim olursa olsun başta coğrafi gücü olmak üzere milli güç unsurlarını başka devletlerin veya ittifakların kayıtsız şartsız kullanımına izin vermemelidir. Burada rehber Atatürk ve onun Kemalizm’de hayat bulan iç ve dış siyaset ilkeleri olmalıdır. Dünya neoliberal kapitalist sistemin çöküş arifesinde büyük jeopolitik hesaplaşmaya gitmektedir. Türkiye bu hesaplaşma dönemine hazır girmelidir. Hazırlığın en büyük hamlesi tekrar Atatürk olmalıdır.
CUMHURİYET DEVRİMCİ GÜÇ ÜZERİNE KURULMUŞTUR
Atatürk, Cumhuriyeti kan ve göz yaşı ile kazanılmış bir savaş üzerine kurmuş ve devrimler sayesinde orta çağ karanlığında kalmış imparatorluk kalıntısından taptaze bir cumhuriyet yaratmıştır. Tarihte Türk devrimi kadar hızlı ve başarılı gerçekleştirilen başka bir devrim olmamıştır. Devrimin baş tacı Cumhuriyettir. Cumhuriyet sayesinde ümmet millete, kul vatandaşa evrilmiştir. Cumhuriyet sayesinde demokrasiye geçiş mümkün olabilmiş, seçme ve seçilme hakları; meclis üzerinden kontrol ve denge ile kuvvetler ayrılığı; siyasi irade baskısından uzak bağımsız yargı ile Türk milleti tanışmıştır. Akan yıllar içinde bugün de olduğu gibi başta bağımsız yargı ile kuvvetler ayrılığı prensipleri zaman zaman büyük hasarlar almışsa da tarihte önceden bu dengeleri başarmış olmanın örnekleri çoktur. Yani sosyo genetik kodlarımızda başarı ve iyilik tecrübeleri mevcuttur. Atatürk cumhuriyetin 10. Yılında şöyle diyordu: ‘’Türk Devrimi kurucudur. Türk devrimi, yüksek bir insanî ülkü ile birleşmiş vatanseverlik eseridir. Çocuklarına, bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektedir…Gerçek devrimciler onlardır ki, ilerleme ve yenileşme devrimine yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime sızmasını bilirler.’’ Bugün de Türkiye büyük bir dahili ve harici sınavlar zincirinden geçmektedir. Bugün 99 yıl önce tohumu atılan Cumhuriyet ağacının büyük gölgesi ve koruyuculuğu altında iyiliği, namusu, onuru, başı dik olmanın huzurunu içerde ve dışarda yaşamak isteyen milyonların ruh ve vicdanları Atatürk devrimciliğinin rehberliğinde hazırdır. Her türlü olumsuzluğa ve umutsuzluğa rağmen bu ruh ve vicdan gücünün çok kısa sürede 99 yıl öncesinin başarısını tekrar tarih sahnesine sunacağından kuşku duyulmamalıdır. Ve asla unutmadan. Bu topraklarda her zaman Mustafa Kemal’in askerleri kazanacaktır. Ne mutlu Türküm Diyene. Ne Mutlu Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçek ve fedakar evlatlarına. Cumhuriyetimizin 99. Yılı kutlu olsun.