‘’Bütün devletler bizi tamamen bağımsız bırakacaklarını bile söyleseler, yine müzaherete (desteğe) muhtacız. 400 ila 500 milyon lira borcumuz var. Bu parayı kimse kimseye bağışlamaz. Bize bunu ödeyiniz diyecekler; halbuki bizim gelirimiz bunun faizine bile kâfi değildir. O zaman müşkül bir vaziyette kalacağız. Bu yüzden, bağımsız yaşamaya mali vaziyetimiz müsait değildir. Sonra, yanı başımızda bizi taksim etmeyi emel edinmiş̧ hükümetler var; onların ihtiraslarına karşı mahvoluruz! Parasız, ordusuz ne yapabiliriz? Onlar tayyare ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz. Onlar dretnot yapıyorlar, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Bu durumda bugün bağımsızlığımızı kurtarsak bile yine günün birinde bizi taksim ederler…İstanbul’daki Amerikalılar ‘Mandadan korkmayınız, Cemiyeti Akvam Nizamnamesi‘ne dahildir’ diyorlar. İşte bütün bu sebeplerden dolayı İngiltere’yi kendimize daimî düşman ve Amerika’yı da ehveni şer sayıyorum. Eğer tasvip ederseniz, buradan İstanbul’daki temsilciye bir mektup yazıp gizlice bir heyet göndermek için bir torpido isteyebiliriz.” Bu sözler Sivas Kongresinin başında 7 Eylül 1919 Oturumunda söylendi. Amerikan Mandası konusu tartışılırken eski İttihatçı, aynı zamanda Karakol Cemiyeti Kurucusu, Malta Sürgünü ve Terakkiperver Fırka üyesi ve sonradan Zeytinyağ Fabrikası sahibi Kara Vasıf (Karakol)’a aittir.
İngiliz Mandacılığı. Aynı günlerde İstanbul Hükümeti de İngiliz mandacılığına göz kırpıyordu. İlginç olan ne İstanbul ne de Ankara’daki mandacılar Amerikan ve İngiliz mandasının arasında fark olmadığının bilincindeydiler. Tek fark İngiliz ile savaşılmıştı. Padişah ve Damat Ferit ileri derecede İngiliz mandasından yanaydı. Örneğin Vahdettin 24 Kasım 1918’de İngiliz Daily Mail gazetesine verdiği röportajda ‘’İngiltere’ye duyduğu hayranlık ve sevgiyi babasından miras olarak aldığını, eski dostluğu yineleyip, güçlendirmek için elinden geleni yapacağını, imparatorluğun kurtuluş umudunu “Allah’tan sonra İngiltere’ye” bağlılıkta gördüğünü’’ belirtmişti. İstanbul’un yandaş medyası zaten şirazesinden çıkmıştı. Aynı zamanda İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi Refi Cevat (Ulunay) Alemdar gazetesinde şunları yazıyordu: “Bugün hepimizin çok iyi bilmesi gerekir ki İngiltere ve müttefikleri bize düşman değildir…Türklerin kendi güçleri ile adam olmalarına imkân yok. Yatağımıza serilmeden önce bir kere daha İngiltere’ye elimizi uzatmamız gerekir.” diye yazıyordu. Çok değil bu yazıdan bir yıl sonra 12 Şubat 1920 tarihinde Sevr’e hazırlık kapsamında yürütülen II. Londra Konferansında yeminli Türk düşmanı İngiliz Başbakan Lloyd George Türkler hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklıyordu: ’Türkler bir insanlık kanseri, yönettikleri toprakların etine işlemiş̧ bir yaradır. Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa’dan defetmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz.” Mondros sonrası dönemde şeri hukuk avukatı ve gazeteci olan dinci Sait Molla’nın öncülüğünde İngiliz Muhipleri Cemiyeti kuruldu. İngilizlere Rahip Frew ve işgal subayları üzerinden ajanlık yaptığı sonradan ortaya çıkan molla, bu dernek üzerinden kamuoyunda İngiliz mandası fikrini yayıyordu. Saray ve çevresi, İngiliz himayeciliği altında İngiliz sömürgesi Hindistan Müslümanlarını da İngiltere lehine etkiyecek şekilde Panislamizm’i gerçekleştirmeyi ümit ediyordu. O nedenle de kendilerine karşı çıkan Kemalistleri nifakla suçluyorlardı. İşgalcilere boyun eğmiş ve saltanatı korumak için her türlü aşağılanmayı kabul eden İstanbul yönetimi için cellatlarına teslim olmak onlar için en uygun seçenekti. Onlara göre mademki dünyanın en büyük gücü İngiltere’ydi onlara teslim olmak ve sürü gibi onlar tarafından yönetilmek en münasip olandı.
Amerikan Mandacılığı. Milli mücadele ve sonunda bağımsızlık için savaşı göze alarak Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Mustafa Kemal önderliğinde bir araya gelenlerin Amerikan mandacılığını savunmalarını anlamak zordu. Onların yaklaşımı farklıydı. Mustafa Kemal’in yanında yer alarak vatan sevgilerini ispat etmişlerdi ancak bağımsızlığa bakışları farklıydı. Osmanlının, saltanatın ve hilafetin devamını düşünen bu grup devletin artık tek başına varlığını sürdüremeyeceğini toprak bütünlüğünü koruyamayacağını düşünüyordu. Azınlıklar bahane edilerek Osmanlıya sürekli müdahale edilmişti. Artık buna bir son verilmeliydi. Safça ABD sermayesi ve siyasi desteği sağlayacağına inandıkları Wilson prensiplerini bu amaca uygun görüyorlardı. 4 Aralık 1918’de İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdular. Manda kelimesinin kamuoyundaki menfi etkisi nedeni ile müzaheret yani destek kelimesini seçtiler. Henüz Erzurum Kongresi toplanmadan Mustafa Kemal’e mektup yazan sonradan (Nisan 1920) Ankara Hükümetinin ilk dışişleri bakanı olacak Bekir Sami (Kunduh) Bey 25 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’e şu hususları öneriyordu. ‘’Bağımsızlık, elbette istenir ve tercih edilir. Ancak, tam bağımsızlık istediğimiz takdirde, vatanın birçok parçalara ayrılacağı kesin ve şüphesizdir. Şu hâlde iki üç ili içine almaktan ibaret olacak bağımsızlığa, vatanımızın bütünlüğünü garanti altına alacak yabancı bir devletin himayesi (mandaterlik) elbette tercih edilir. Osmanlı ülkesinin tamamını içine alan meşruluğumuz ve dışarıdaki temsil hakkımız eskiden olduğu gibi devam etmek şartıyla, belirli süre için Amerika mandasını istemeyi milletimiz için en yararlı bir çözüm şekli olarak kabul ediyorum. Bu konuda Amerika temsilcisiyle görüştüm. Birkaç kişinin değil, bütün bir milletin sesini Amerika’ya duyurmak gerektiğini söyledi ve aşağıdaki şartlar çerçevesinde Wilson’a, Senato’ya ve Amerikan Kongresi’ne başvurulmasını teklif etti.’’ Örneğin yazar ve devlet adamı Rauf Ahmet son amacın bağımsızlık olmasına karşın, bu amacın gerçekleştirilebilmesi için “mali, ilmi, sınai ve hatta idari” yardımın zorunlu olduğunu belirterek, Milletler Cemiyet-i’nin kefaleti altında büyük devletlerden birinin Osmanlı topraklarını siyasi ve idari yönden hiçbir bölünmeye izin vermeyecek bir biçimde “manda” yönetimi altına almasını istedi. Sözü edilen büyük devletin de ABD olmasını belirtiyordu. Yazar ve kanaat önderi Halide Edip (Adıvar) başta olmak üzere birçok kişi Amerikan mandasının benimsenmesi için Mustafa Kemal’i etkileme gayreti içindeydiler. Halbuki Mustafa Kemal’in mandacılığa bakışı çelik gibi katıydı. Yaveri Mazhar Müfit’e Erzurum Kongresi sonunda şunları söylemişti: “Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz himayesine terk etmekle kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını temin etmek için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk istiklalini feda ediyorlar.”
Sivas Kongresi ve Amerikan Mandacılığı Bu baskılara rağmen Erzurum Kongresi kararlarına ‘’Manda ve Himaye kesinlikle kabul edilemez’’ maddesi girebildi. Ancak bu maddeye rağmen bir ay sonra toplanan Sivas Kongresinde manda konusu toplantı gündem maddesine dönüşebildi. Konu, 7 Eylül 1919 günü yapılan oturumda kongre gündemine alındı. Söz konusu oturumda Atatürk’ün çok saygı duyduğu ve aynı zamanda Ali Fuat Cebesoy Paşanın babası olan İsmail Fazıl Paşa arkadaşlarıyla hazırladığı manda konusunun gündeme eklenmesini teklif eden önergeyi sundu. Önerge kongreye katılan 38 delegeden 25’inin imzası ile kabul edildi. Önergede Fazıl Paşa bir yabancı devletin ve özellikle ABD’nin yardımını sağlamaktan bahsederek ABD mandasının kabulünü öneriyordu. Daha sonra Mustafa Kemal’in Samsun’a birlikte gittiği ve Kurtuluşu başlattığı dört silah arkadaşından birisi olan General Refet Bele şunları söyledi: “Bizim, Amerika mandasını tercih etmekten maksadımız, bütün cemiyetleri esir eden, kalpleri, vicdanları söndüren İngiliz mandasından kurtulmak ve sakin ve milletlerin vicdanlarına riayetkâr Amerika’yı kabul etmektir. Yoksa asıl iş para meselesi değildir…Laf itibariyle, manda ile bağımsızlık birbirine manİ şeyler değildir; yalnız, eğer biz hakikatte kuvvetli olmayacak olursak, işte o zaman mandanın altında eziliriz ve o zaman manda bizim için bağımsızlığı ihlal edici olur. Bir de diyelim ki, biz harici ve dahili tam bir bağımsızlık isteriz! Fakat, acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz, yapamayacak mıyız? Ondan evvel, acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar mı, bırakmayacaklar mı? Bunu düşünelim! Şurası muhakkaktır ki, bu gün bizi İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan taksim etmek istiyorlar; fakat eğer biz, bugün bir devletin kefaleti altında bir barış̧ yapacak olursak, ileride, müsait şartlar altında bulunur bulunmaz hemen döner ve kendi faydamızı temin ederiz. Lakin eğer olumsuz bir vaziyet hasıl olacak olursa, acaba büsbütün ziyan etmiş̧ olmayacak mıyız? . . . Her halde bir Amerika kefaletini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Yirminci asırda 500 milyon lira borcu, harap bir memleketi, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak 10, 15 milyon lira geliri olan bir kavim için harici bir manda olmaksızın hayatı devam ettirmek imkânı olamaz! Eğer bundan sonra da bu halimizde kalır ve harici bir yardım sayesinde ilerleyemeyecek olursak, ihtimal, gelecekte Yunanistan’ın bile taarruzlarına karşı kendimizi müdafaa edemeyiz… Allah muhafaza buyursun, eğer, İzmir Yunanistan’da kalsa ve aramızda bir muharebe açılsa, düşmanımız, Yunanistan’dan vapurlarla asker getireceği halde, acaba biz Erzurum’dan hangi şimendiferlerle nakliyatımızı yapabileceğiz? Dolayısıyla, Amerika mandası her şeyden evvel bir kefil ve koruyucu bulmak için lazımdır.” (Mustafa kemal, Bele’nin bu sözleri sarf etmesine ve 28 Ekim 1922 tarihinde Bele’nin Keçiören’deki evinde Rauf Orbay ile Ali Fuat Cebesoy’un da bulunduğu toplantıda saltanatın, hilafetin kaldırılması fikrine muhalefet etmesine rağmen onu 19 Ekim 1922’de İstanbul’da idareyi ele almak üzere yollamıştır. 2 Kasım 1922 tarihinde Vahdettin’e saltanatın kaldırıldığını Ankara Hükümeti adına resmen o tebliğ etmiştir. 1927 yılında yazdığı Nutuk’ta Atatürk Refet Bele’yi Sivas’ta Amerikan mandasını savunan fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. (Bele’nin de diğer üç silah arkadaşı (Orbay, Karabekir, Cebesoy) ile daha sonradan Atatürk’e muhalif cepheye geçtiğini belirtelim.) Mustafa Kemal Sivas Kongresi sonunda mandacıları püskürtebildi. Sonuç bildirgesine aşağıdaki maddeyi ekleterek de bir orta yol bulundu. ‘’Madde 7. Milletimiz insani, çağdaş gayeleri yüceltir, teknik, sınaî ve ekonomik durumu ve ihtiyacımızı takdir eder. Böylece devlet ve milletimizin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, altıncı maddede yazılı sınırlar içinde, milliyet esaslarına saygılı olan ve memleketimize karşı istila emeli gütmeyen herhangi bir devletin teknik, sınaî, ekonomik yardımını memnuniyetle karşılarız. Bu adaletli ve insani şartların gerçekleşmesi, bir barışın acilen kararlaştırılması, insanlığın selameti ve dünyanın esenliği adına, en has millî emelimizdir.’’
Mustafa Kemal’in Mandacılığa Bakışı. 23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresinde manda isteyenlerin telgrafları okunduktan sonra, Mustafa Kemal şunları söylemişti: “Biz başarılı olacağız. Buna şüphem yok. Acaba zafere kavuştuğumuz ve memleketi kurtardığımız zaman Osmanlı yöneticilerinin ileri gelenleri utanmak hissini duyabilecekler mi? Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hakimiyet hakkına, dışarıda temsil hakkımıza, kültürel bağımsızlığımıza, vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil, çocuklar bile güler. Her şeyin başında Amerikalılar kendilerine hiçbir menfaat temin etmeden böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar! Bu ne hayal ve ne gaflettir! Hayır paşalar hayır, hayır, beyefendiler hayır, hayır, hayır hanımefendiler hayır, manda yok, ya istiklal ya ölüm var.” Mustafa Kemal tam bağımsızlık üzerine sarsılmaz bir inanca sahipti. En yakınındakilerin öneri ve baskılarına yılmadan dayandı. Cephede birlikte savaştığı ve hatta ölmeyi emrettiği Türk askerinin özünü, Türk milletini tanıyordu. 13 Kasım 1918 günü işgal güçleri için geldikleri gibi giderler diyebilen bir liderin özgüvenine sahipti. Sivas Kongresine Mandacıların getirdiği Amerikalı Gazeteci Brown’a ‘’Ya başaramazsanız’ yorumu üzerine şunları söylemişti: “Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını sağlamak için, düşünce sınırlarını aşan girişimler ve fedakarlıklarda bulunduktan sonra başarılı olur. Ya başarılı olmazsa demek, o ulusun ölmüş olacağına karar vermek demektir.” Günümüzden tam 104 yıl önce 13 Ağustos 1919 günü 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşaya yazdığı mektubunda en ileri Amerikan Mandacılığı savunucusu Kara Vasıf için şunları yazıyordu: ‘’Kara Vasıf Bey Amerikan Mandası hakkında çok uğraşıyor. Anadolu’daki milletin gerçek duygularını anlatmaya muvaffak olamıyor muyuz?’’
Atatürk ve Asya Jeopolitiği Mustafa Kemal gerek kurtuluş savaşı gerekse kuruluş yılları içinde en yakınındaki silah arkadaşları dahil olmak üzere mandacılara boyun eğmedi. Atatürk jeopolitik düzlemde Türkiye’nin Anglosakson jeopolitiği ile zıt rotalarda olduğunu çok iyi görebilmiş ve Sovyetler ile iş birliğine giderek önce Kafkas seddini yok etmiş daha sonra da batıdan işgalcileri geldikleri denize iade etmiştir. Batı ile diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkilere karşı çıkmayan Mustafa Kemal jeopolitik anlamda hiçbir ilişkiye girmemiştir. Zira Osmanlının sonunu getiren ve Kurutuluşta Türk istiklalini boğmak isteyen asli jeopolitik enerjinin deniz hegemonyasını temsil eden Anglosakson liderlik altındaki batıdan geldiğini çok iyi biliyordu. 20 Haziran 1920 tarihinde Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı cevabi mektupta söyledikleri her şeyi özetliyor: ‘’Biz batı emperyalizmine karşı yalnızca kendi kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda batı emperyalistlerin bütün güçleri ve imkanlarıyla Türk ulusuna emperyalizmin amacı olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz, bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.’’
Atatürk Sonrası Hortlayan Batıcılık 10 Kasım 1938’deki vefatı sonrası Türkiye bağımsız jeopolitik rotadan savruldu. Onun devlet yönetiminden uzaklaştırdığı pek çok kişi İnönü iktidarında göreve geri getirildi. Vekil, bakan, büyükelçi yapıldı. Kemalizm hızla dönüştürüldü. Anadolu, maalesef onun kaybından sonra yarını düşleyen ve görebilen liderler değil, bugünü yaşayan liderler çıkardı. Bedelini ağır ödedik. Ödemeye devam ediyoruz. 1939 yılında İngiltere ve Fransa ile üçlü bağlantı anlaşması ve aynı yıl ABD’ye ticari imtiyazlar veren bir anlaşma imzalayarak bağımsızlık kapımızın kilidini söktük. Batıcılık iliklerimize kadar işledi. 23 Şubat 1945 tarihinde harbi kazanacağı kesinleşince ABD ve Türkiye arasında karşılıklı yardım anlaşması imzalandı. 5 Nisan 1946 günü Amerikan kruvazörü USS Missouri Dolmabahçe açıklarına demirledi. Gemiyi kız kulesine asılan dev bir ‘’welcome (hoşgeldiniz)’’ posteri karşılamıştı. Güneş battığında Dolmabahçe Camii mahyasında yeni bir ‘’welcome’’ yerini almıştı. Mesaj açıktı. Sizleri hem dünyevi hem ruhani boyutlarda bağrımıza basıyoruz. ABD ve Türkiye’deki Atlantikçi elitin abartıları ile olduğundan büyük gösterilen Sovyet notaları Türkiye’yi batının kucağına itmiş ve ABD Başkanı Harry Truman, Ocak 1946 ‘da yaptığı bir konuşmada “Sovyetlerin Boğazları ele geçirmek istediğine artık şüphem kalmadı. Eğer bu gidişe demirden bir yumruk uzatıp dur demezsek, yeni bir savaş çıkacaktır” demişti. Marshall yardım planı sonrasında Türk İstihbarat Teşkilatı MAH ile CIA ortak çalışmaya başlayacaktı. Mahremimizi ABD’ye açmıştık. ABD, İkinci Dünya Savaşının muzaffer nükleer gücü olarak, 20. Yüzyılın ortasında Osmanlının yıllarca merkeze koyduğu 18. ve 19. Yüzyıl hegemonu İngiltere’nin yerine geçti. Her ikisi de güçlerini okyanus ve denizlere hakimiyetten alıyordu. Her ikisi için de Boğazlar hayati derecede önemliydi. Her ikisi de Protestan Kapitalist ahlak ve pratik ile emperyalist teori ve geleneğe sahipti. Anadolu ve çevre coğrafyasını önce Rusya ve daha sonra SSCB’ye karşı koruma bahanesi ile davet edilmişlerdi. Sanayi devrimlerini ve aydınlanmayı kaçıran, din taassubunun karanlık sarmalında kaybolan Osmanlı İmparatorluğu savunmasının akıl ve ruhunu yabancılara devretmişti. Mustafa Kemal bu teslimiyetçi kabullenmeyi kan ve demirle reddetmişti. Atatürk’e, kurutuluş ve kuruluşa rağmen sonraki nesiller çağdaş uygarlığı temsil eden sözde batılı olmaktan çok batıcı olarak Amerikan etki alanına koşar adım girmişti. 12 Temmuz 1947’de Truman Doktrininin ikili askeri yardım anlaşması imzalandı. İkili anlaşmanın imzalandığı gün Cumhurbaşkanı İnönü yayınladığı mesajda şunları yazmıştı: ‘’Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamaktadır. Bu yardımı yapan Birleşik Amerika’nın dünya barışının devamı ve güçlendirmesi uğruna kendisine düşen büyük rolü tamamıyla benimsediğini gösteren parlak ümitlerle dolu bir işarettir.’’ Bu anlaşma ile ABD’nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmeyeceği savaş artığı malzemenin bir kısmı Türkiye’ye satıldı. Milli savunma sanayiimizin ölüm fermanını imzalamıştık. Artık ABD’nin savaş artığı modern tank, silah, uçak ve savaş gemilerinin ülkemize transfer sürecinin yolu açılmıştı. 1952’de NATO’ya girerek batıya teslimiyet ve etki alanını kabullenme perçinlendi. SSCB’yi Avrasya’daki kalpgâhına sıkıştıracak ve çevreleyecek kenar kuşak ve George Kennan’ın çevreleme doktrini ile Ortadoğu’da -bir önceki Başkan Roosevelt’in aksine- Başkan Truman’ın kurulmasına destek verdiği İsrail’in kuruluşuna Türkiye’nin gerek coğrafyası gerekse nüfusu ile sağlayacağı jeopolitik katkı artık emperyalizm emrine sunulmuştu. Adı belki manda değildi ancak eski mandacıların bulduğu müzaheret idi.
Duraksatılan Sanayileşme ve Aydınlanma Truman doktrininin yıkılan Avrupa’yı ayağa kaldırmak için tasarladığı ekonomik yardım paketi de Marshall Planıyla geldi. Türkiye bu plana büyük savaşa girmediği halde kendini dahil ettirdi. Türkiye’de hükümetler ABD’ye yaranma yarışına girmişti. Türkiye Avrupa’nın tahıl deposu olma ve ağır sanayiinden vazgeçmek koşuluyla plana dahil edildi. En az yardımı aldı. Sanayileşme akamete uğradı. Kendi çözüm yollarını bulma yeteneğini kaybeden Türkiye, kurtuluşu kendinde değil artık sürekli Atlantik ufkuna bakarak arama rotasına girmişti. 2 yıl sonra 1949 yılında, ABD ile akdedilen Hükümetlerarası Eğitim Komisyonu Kurulmasına Dair Anlaşma, Atatürk tarafından başlatılan milli, cumhuriyetçi, devletçi, devrimci, halkçı ve laik eğitim ve öğretim sisteminin temeline dinamit koyuyordu. Geleceğimizin çalınmasına ve Kemalizm’den uzaklaşmaya kendi ellerimizle onay veriyordu.
NATO ve Türkiye 1950 yılında iktidara gelen ve Küçük Amerika Olacağız söylemi ile hareket eden Demokrat Parti önce Kore Savaşına Meclis Onayı olmadan asker gönderdi. Ardından Türkiye 1952 yılında NATO’ya kabul edildi. Atatürk’ün Erzurum ve Sivas Kongrelerinde mücadele ettiği mandacıların ruhu kazanmıştı. Türkiye, artık kaderinin Washington DC, Londra ve Paris’ten tayin edilmesini kabul ediyordu. Dönemin ana muhalefeti, Atatürk’ün partisi CHP de bu gelişmeyi alkışlıyordu. 24 Şubat 1960 günü CHP genel Başkanı İnönü, TBMM’de yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: ‘’Amerika ile yakın temaslarla başlayan ilişkiler NATO içinde kesin şeklini almıştır. Menfaatlerimizi korumak için muhtaç olduğumuz desteği batı aleminde ve Amerika’da bulduk. O zamandan beri ülke savunmasının batı demokrasileri topluluğu içinde ortak yükümlenme ile mümkün olacağı gerçeği her vesileyle doğrulanmıştır. NATO ittifakını biz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak savunmamızın ve dış politikamızın temel taşı saydığımız da bu meselelerde hassasiyet göstermemizi tabii karşılamak gerekir. Birleşik Amerika ile ilişkilerimiz özel bir önem taşımaktadır. Birleşik Amerika NATO’dan önce yardımcımız; NATO içinde müttefikimiz, CENTO içinde teşvikçimiz olmuştur.’’ Türkiye’nin Varlığı Kenar kuşak ve Çevreleme görevleri ile Ortadoğu’da yeni kurulan İsrail’in güvenliğine armağan edilmişti. 1946’dan mandacılığın tepe yaptığı 15 Temmuz 2016 yani FETÖ darbe girişimine kadar 70 yıl ABD ve NATO’nun askeri ve sivil bürokrasisi ile yerli müesses medya ve akademi dünyası Amerikan etki alanında kaldı. Ülkemizde neredeyse beyinlerinin yıkandığı ve esir alındığı 3 ayrı kuşak emperyalizmin emrine binlerce hizmetkar sundu.
Kenar Kuşak ve Kalpgah Seçimi ABD, kenar kuşakta Türkiye’yi tutmak ve kaybetmek arasında gidip geldi. 1979’da İran’ı, 1990 sonrası Çin’i kenar kuşakta tamamen kaybettiler. 1980 Askeri Darbesi Türkiye’nin kenar kuşak konsolidasyonu için yapılmıştı. Bulunduğumuz siyasi coğrafya, küresel ABD jeopolitiğini, kenar kuşak, enerji ve İsrail güvenliği veçheleri ile doğrudan ilgilendiriyor. Unutulmamalıdır ki Truman doktrini, 1947’de kenar kuşak (çevreleme) ve İsrail güvenliğinin jeopolitiği nedenleriyle Türkiye’yi Atlantik çevrimine sokmuştur. O yıllarda Türkiye demografik, ekonomik ve askeri olarak çok zayıftır. Bugün koşullar değişmiştir. ABD bu koşulların değiştiğini çok iyi görmektedir. Türkiye ne Almanya ne Fransa ne Japonya ne İtalya’dır. Bu ülkeler İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonunda ya ABD tarafından işgal edilmiş ya da kurtarılmıştır. Bizi kimse ne kurtardı ne de kurdu. Türkiye 21. yüzyılda egemen kararını verecek ve yeni rotalar çizebilecek güce ve birikime sahiptir. FETÖ darbesi sonrası başlayan Türkiye’nin çevrelenmesi doktrininde ABD yeni bir süreci başlatmıştır. ABD adeta Türkiye’yi karaya ve kalpgâha doğru itmektedir. Ancak ABD gücünü yitirmektedir. İngiltere’nin çöküş sürecine benzer bir süreç içindedir. Her büyük güç gibi yükselişi yaşayan ABD Vietnam süreci sonrası gerilemeye ve 2008 sonrası çöküşe geçmiştir. Artık dolar hakimiyeti pek çok alanda sarsılmaktadır. Amerikan deniz gücünün soğuk savaş sonu döneme geri dönmesi için en az 20 yıla ihtiyaç vardır. Arktik Okyanusunda ABD Deniz Gücünün hiçbir etkisi yoktur. Batı Pasifik’te Çin ile askeri bir çatışmayı kazanma şansı olmadığını kendi askerleri söylüyor. Ordusu için çamurda savaşacak nitelikli asker bulma sorunu vardır. Devlet yönetimi tarihin gördüğü en niteliksiz dönemi yaşamaktadır. Jepolitik körlük dönemi içinde sadece kendilerini değil müttefiklerini de büyük risklere atmaktadır. ABD, Büyük Güçler Rekabet dönemine hazırlıksız yakalanmıştır. Her hafta ABD çıkarları aleyhinde yeni bir kriz ortaya çıkmaktadır. Geçen hafta Bering Denizi Amerikan Aleut Adaları çevresinde 11 parça Rus Çin Ortak Donanması müşterek karakol icra ederek tarihi bir ilki gerçekleştirdi. ABD’ye meydan okuyan İran’ın Umman Denizinde bazı tankerlere el koyması üzerine ABD Basra Körfezine 3000 deniz piyade ve gemi takviyesi yapmak zorunda kaldı. Ordusuna 500 milyon USD yatırım yaptığı Nijer, ABD ve Fransa’nın yönlendirmesindeki ECOWAS’a meydan okudu. Afrika’da ABD iradesi dışında Ukrayna benzeri büyük güçler mücadelesi krizi başladı. Bünye zayıflayınca bedende beklenmedik zafiyetler ortaya çıkıyor. Amerikalı muhalifler ve aklı başında akademisyen ve askerler yönetimi başta Ukrayna olmak üzere ABD’yi uyarsa da ABD yönetimi son derece tehlikeli bir rotada sadece kendilerini değil başta NATO olmak üzere pek çok müttefikini ateşe atıyor. Afrika’da emperyalizmin kuklası Nijerya liderliğindeki ECOWAS, Nijer’e müdahale ederse Afrika’da on yıllarca sürecek vekalet savaşlarının tetikleneceği ortada iken ABD ve Fransa sömürgeci gelenekleri ile büyük güçler mücadelesi uğruna kazanma ihtimalleri düşük bile olsa fakir Afrika’yı kana bulamaktan tereddüt etmeyeceklerdir. Akacak kanın kendi kanları olmayacağını söylemem gerek yok.
Kısacası 100 yıl önceki mandacılarımızın çok sevdiği Washington Konsensüsünün komaya girdiği, Asya yüzyılın güçlendiği bir dönemde mevcut koşullar Türkiye’ye hiçbir askeri bloka girmeden, başta coğrafi gücünü kullanarak Atatürk’ün rotasına girmek için büyük fırsat sunmaktadır. Her ne kadar 2023 seçimleri sonrası Hükümet AB rotası çizmiş olsa da bu rota gerçek koşullar ile örtüşmüyor. AB bugün ANTO ve ABD’nin bir vassalı konumundadır. Türk Boğazlarına ve Anadolu yarımadasına sahip Türkiye’nin Boğazlar, Karadeniz, Ege, Akdeniz, Kıbrıs ve Güneydoğu Anadolu ile Irak ve Suriye’deki jeopolitik çıkarları AB ve NATO ile çatışma rotasındadır. Türkiye’yi yönetenler yüzyıl öncesi mandacıların düşünce yapısı ile hareket ederlerse Türkiye’nin jeopolitik komaya gireceği izahtan varestedir. Kenar kuşak ve etki alanından kopmadan Türkiye kendi jeopolitik çıkarlarını koruyamaz. Yeni küresel düzen şekillenirken Türkiye 100 yıl önce Sivas Kongresindeki mandacıların hatasına düşmemelidir. O dönemde yokluklar içinde Amerikan mandasına hayır diyen Atatürk’ü düşünmek en büyük gücümüz olmalıdır. Türkiye, kendini Atatürk’ten uzaklaştıran başta batıcılık zincirini kırdığı takdirde etnik ve dinsel ayrıştırma ile daha etkin mücadele edecektir. Emperyalizm Demokrasi, İnsan Hakları, Dinsel Özgürlükler diyerek Türkiye’yi kutuplaştırmayı, bölmeyi, kendine güvenden ve Atatürk’ten özde uzaklaştırmayı ama belki de en önemlisi çağdaş hayat tarzını benimseyen (batılı) kitleleri batıcı yapmayı başarmıştır. Atatürk rozeti takarak Amerikan jeopolitiğine hizmet ettiğinin farkında olmayan milyonlar mevcuttur. Sorun silkelenmek ve Atatürk’ün yokluklar içinde ortaya çıkardığı o muhteşem kendine güven duygusu ile günümüzün emperyalist manda devletleri ve içimizdeki modern mandacılara hadi oradan diyebilmektedir.