Üçüncü Dünya Monologları: Üçüncü Dünyacılık Neden Başaramadı?

 

Üçüncü Dünyacılık da Bağlantısızlık da taşıdıkları potansiyele rağmen dünya sahnesinde yeterince kalıcı ve etkin olamadı. Yazı dizisinin bu yazısında Üçüncü Dünyacılığın kısıtlarını tartışmak istiyorum. Üçüncü Dünyacılığın kısıtlı olmasının hem Soğuk Savaş koşullarından hem de doğrudan Üçüncü Dünya ülkelerinin içsel özelliklerinden kaynaklanan pek çok sebebi vardı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya hızla, silahlanma yarışının başat olduğu, dış politikanın aşırı derecede ideolojikleştiği, dekolonizasyon dalgasının hızlandığı, uluslararası örgütlerin sayılarının ve etkinliklerinin arttığı ama dünyanın iki blok mücadelesi ile şekillendirildiği bir uluslararası ortama sürüklendi. Bu koşullar, daha önceki yazılarda tartıştığımız gibi Üçüncü Dünyacılığın mümkün olabileceği koşulları beraberinde getirdi ama diğer yandan da Üçüncü Dünyacılığın başarılı olmasını engelleyen kısıtlar sundu.

Her şeyden önce uluslararası sistemin iki kutuplu yapısı, özellikle Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki güç mücadelesinin temelde Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinde seyretmesine neden olmuştu. Bir bakıma, Soğuk Savaş Batı ve Doğu blokunun lider ülkeleri arasında “soğuk” bir savaşken, Üçüncü Dünya’da hiç de soğuk değildi. Yaklaşık 45 yıllık bu süreçte yaşanan kanlı çatışmaların çok büyük çoğunluğu Üçüncü Dünya’daydı. Bu durum Üçüncü Dünya ülkelerinin kaçmayı çok istedikleri kutuplaşmanın dışında kalmasını engellerken, kendi öncelikli gündemlerini yaşamalarını da zorlaştırmıştı.

Öte yandan, Üçüncü Dünyacılığın başarılı olmasını önleyen içsel dinamikler de azımsanmayacak kadar fazlaydı. Öncelikle Üçüncü Dünya ülkelerinin özdeş olmayan yapıları, ortak tutum almayı büyük ölçüde imkansızlaştırıyordu çünkü ülkelerin sorunları birbirlerinden farklılaşıyordu. Ortak sömürge geçmişine rağmen Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişmişlik düzeyleri birbirlerinden hayli farklıydı. Söz gelimi çoğu 19. yüzyılda bağımsızlığını elde etmiş Latin Amerika ülkeleriyle, Sahra-altı Afrika’nın somut sorunları birbiriyle aynı olamazdı. Üçüncü Dünya ülkeleri, 1970’lerde başlayan küreselleşme dalgasından da farklı şekillerde etkilenmişti. Küreselleşme, genel olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurumu açsa da gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurumu da artırmıştı. Söz gelimi Brezilya, Hindistan gibi devletler orta vadede “yeni sanayileşen ülkeler” kategorisine girerken, Dünya Bankası özellikle Sahra-altı Afrika için yoksul ülkelerin en yoksulu kategorisi olarak “dördüncü dünya” kavramını kullanmaya başlayacaktı.

Gelişmişlik konusundaki farklara ek olarak Üçüncü Dünya’nın başka nitelikleri de bu devletlerin gerçek anlamda birlikte olmasını engelliyordu. Bu niteliklerin başında ideolojik farklar geliyordu. Üçüncü Dünyacılık, devletlere ortak bir program sunma gayretini gösterse de Soğuk Savaş’ın kutuplaştırıcı koşullarında devletler farklı ideolojik yönelimlerdeydi. Bazıları ABD diğerleri de Sovyetler Birliği’yle stratejik işbirliği halindeydi. Üçüncü Dünya halkları da büyük ölçüde en azından sosyalist ve kapitalist dalgalara kapılıyordu. Bu dalgalar da Sovyetler ve ABD güç mücadelesinin önemli birer bileşenini oluşturuyordu. Buna ek olarak, çoğu siyasal elitle de kesişen komprador sınıfların varlığı siyasal denklemi hayli derinleştiriyordu. İktidarların, halkların ideolojik olarak kendilerini nerede konumlandırdıkları ise, bu devletlerin uluslararası alandaki tutumlarını belirliyordu. Açıkçası özellikle Bağlantısızlık Hareketi gerçekten de bağlantısız olan devletlerden oluşmuyordu. Bloklara doğrudan dahil olmamak, blok siyasetinin dışında kalmak anlamına da gelmiyordu.

Ayrıca Üçüncü Dünya ülkeleri ne yazık ki, ikili sorunlardan azade değildi. Hatta devletler arasındaki ikili sorunlar önemli uluslararası anlaşmazlıkları ve hatta savaşları beraberinde getirmişti. Hindistan, Pakistan arasındaki sorunlar, İran- Irak arasındaki sorunları bunlar arasında ilk akla gelenlerden. Tüm bunlara Üçüncü Dünya ülkeleri arasındaki güç asimetrisi de eklenince Üçüncü Dünya’nın ortak hareket eden bir platform olması zorlaşıyor ve etki alanı giderek daralıyordu. 1970’lerdeki “yeni ekonomik düzen” kazanımları ya da OPEC’in etkinliği giderek silikleşti ve Üçüncü Dünya kavramı da Bağlantısızlık da giderek anlamsızlaştı.

Bağlantısızlık, bir hareket olarak varlığını sürdürüyor. Hatta 2006 Havana Zirvesi’nden sonra bir yenilik rüzgârı da estirdi. ABD’nin Irak işgalinin yankıları devam edilirken yapılan zirvede, hareket her türlü hegemonik baskılamaya karşı olduğunu beyan ederken, liderlik rolü üstlenilmesi gerektiğinin altı çizildi. Devletlerin egemenliklerinin, eşitliklerini, toprak bütünlüklerinin korunması gereğine dikkat çekilirken, demokrasinin korunup güçlendirilmesi gereği vurgulandı. Güney-Güney işbirliğinin önemi ve uluslararası ekonomi-politik dayanışmanın hayati olduğu ise yeni gündeme damga vuran konulardan oldu.

Yenilenme taahhüdüne rağmen, Soğuk Savaş dinamikleriyle kurulmuş bir hareketin, mevcut koşullarda etkili olmasının çok da mümkün olmadığı aşikâr. Ancak bu, her devletin ABD’nin dayatmaya çalıştığı demokrasi-otoriterlik bloklarının birinde yer alması gerektiği anlamına gelir mi tartışmaya açık bir konu. Hatta önümüzdeki yazının konusu da günümüze özgü bir “Üçüncü Dünyacılığın” olanaklılığını sorgulamak olacak. Ardından da Türkiye’nin olası senaryolarını tartışacağız.

Bunları da sevebilirsiniz