Üçüncü Dünya Monologları I: “Üçüncü Dünya” Nedir, Ne Değildir?

Bu dönem Başkent Üniversitesi’nde “Üçüncü Dünya” dersi verdim. Türkiye’de siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinde bölge çalışmaları yakın zamana kadar çok dar kapsamlıydı. Bölge çalışmaları genellikle, Avrupa bütünleşmesi bazında ele alınırdı. Şimdilerde bazı bölümlerde değişken biçimde Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya’yı konu edinen seçmeli dersler bulmak mümkün. Sevindirici biçimde yeni yeni, özellikle de Çin’in artan uluslararası etkinliğine koşut olarak Asya-Pasifik ilişkilerine odaklanan dersler de açılıyor. Afrika ve Latin Amerika ise hala geri planda.

Üniversitelerde bölge çalışmalarının artması, çok önemli bir eksiği kapattığı için hiç şüphesiz sevindirici bir şey. Yine de başlı başına bir “bölge” olmayan ancak, Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya dışında tüm bölgeleri kesen “Üçüncü Dünya” bir perspektif olarak bölgesel çalışmalarda hala yeterince yer bulmuyor. Bu ise, genellikle sosyo-politik temelde ele alınan “bölgelerin” genel dünya düzeni içerisinde nerede konumlandığının ve ekonomi-politik işlevinin ne olduğunun kavranamamasına neden oluyor. Doğrudan sömürge geçmişi olmayan bir ülke olarak Türkiye’de “Üçüncü Dünya” sorunlarının geri planda kalması ilk başta garip görünmüyor. Buna rağmen, bu dersi verdiğim sürece bir kere daha anladığım üzere, Türkiye’nin pek sorunun çözümünde Üçüncü Dünya’nın dünya gündemine gelmesinden çok daha önce Türkiye’nin bağımsızlık sürecine damgasını vurmuş; ancak revize ve idealize edilmiş “Üçüncü Dünyacı” bir yaklaşımın etkili olabileceği de düşünülmeli. Bu nedenle, Dağarcık Türkiye’de bir “Üçüncü Dünya” yazı dizisi yapmaya karar verdim. Bu dizinin, hem sizlere “öbür dünya”yı tüm yakıcı sorunlarıyla yansıtmasını hem de “öbür dünya”nın o kadar da uzağımızda olmadığını düşündürmesini umuyorum.

Bu yazı dizisinin ilk yazısını, kavramsal bir tartışmaya ayırmak istedim. Çünkü aslına bakarsanız, bugün bir “Üçüncü Dünya”dan bahsetmek mümkün değil. Bu nedenle “Üçüncü Dünya” kavramının neye işaret ettiğini netleştirmek gerekiyor. Üçüncü Dünya, Soğuk Savaş konjonktürü içinde şekillenmiş bir terim. Soğuk Savaş döneminde bazı kesimler tarafından ABD liderliğindeki kapitalist blok “Birinci Dünya”; Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist blok “İkinci Dünya”; her iki gruba da dahil olmayan ülkeler, yani dünyanın geriye kalanı “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılmıştı. Bu terimlerden zihinlere en çok yerleşenin de “Üçüncü Dünya” olduğunu söylemek gerek. Soğuk Savaş sonrasında artık “İkinci Dünya”ya tarih dışı hiçbir atıf yapılmazken, “Birinci Dünya” terimi de doğal olarak çok az kullanılır oldu. Ancak asıl anlamı ortadan kalkmış olmakla birlikte Üçüncü Dünya terimi hala belirli bağlamlarda kullanılıyor.

Devletlerin belirli bazı özelliklerine odaklanarak yapılan pek çok ülke sınıflandırması var. Batı-Doğu, Gelişmiş-Azgelişmiş-Gelişmekte Olan, Kuzey-Güney, Merkez-Yarıçevre-Çevre, bu sınıflandırmaların ilk akla gelenlerinden. Bugün için “Batı”, Kuzey”, “gelişmiş ülkeler” ve “merkez” eş anlamlı olarak kullanılıyorken; yelpazenin öteki ucunda da “az gelişmiş”, “güney” ve “çevre” terimleri birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılıyor. Bu sınıflandırmaların her birisinin bir genellemenin sonucu olduğu, bir takım ideolojik yaklaşımları yansıttığı unutulmamalı. En nesnel gözüken “gelişmiş”, “az gelişmiş”, “gelişmekte olan” devletler sınıflandırması bile “gelişmenin kriterleri” konusunda pek çok tartışmaya konu oluyor. Dolayısıyla bu sınıflandırmaların herhangi birisinin dünyadaki gerçekliği aslına uygun ve “nesnel” bir biçimde aktarabildiği düşünülmemeli. Hele ki “Üçüncü Dünya”nın hayli hiyerarşik ve aslında pejoratif bir terminolojik izdüşümü var. Zaten bu nedenle de 1970’lerden sonra “Üçüncü Dünya” yerine “Küresel Güney” terimi kullanılmaya başlandı. Daha doğrusu farklı bağlamlarda ve ideolojik yaklaşımlar çerçevesinde bu terimlerin her birisi belirli şekillerde kullanılmaya devam ediyor.

Özetle, Soğuk Savaş sonrasında artık Birinci ve İkinci Dünyalar ortadan kalktığına göre, aslında bugün Üçüncü Dünya’dan bahsetmemiz mümkün değil. Ancak, Üçüncü Dünya teriminin kavramsal kökenleri çok eskilere, sömürgecilik dönemine dayanıyor. Dolayısıyla, Soğuk Savaş döneminde de sonrasında da terimin işaret ettiği bazı önemli tarihsel ve güncel olgular bugün için de önemini koruyor. Biz bugün Üçüncü Dünya dediğimizde anlaşılan özelliklere, Üçüncü Dünya’yı Üçüncü Dünya yapan özelliklere, odaklanarak terminolojik tartışmayı baypas edilebiliriz.

Kategorik olarak Üçüncü Dünya ülkelerinin genel özellikleri, yüksek yoksulluk, yüksek doğurganlık ve çocuk ölüm oranları, düşük ekonomik kalkınmışlık, düşük eğitim düzeyi, toplumsal cinsiyet odaklı toplumsal sorunların göreli yoğunluğu, bağımlı ekonomi, büyük şirketlerin müdahalesine karşı kırılganlık, orta sınıfların olmaması, küçük bir üst sınıfın tüm ekonomi üzerinde kontrole sahip olması, yüksek dış borç gibi sorunlara sahip olmasıdır. Bu sorunların her biri görelidir. Bunlara ek olarak, belki de Üçüncü Dünya’nın en önemli iki özelliği, Soğuk Savaş döneminde Bağlantısızlık Hareketini kurmuş olmaları ve sömürge geçmişleridir. Bununla birlikte tüm eski sömürgelerin Üçüncü Dünya olduğu düşünülmemelidir. Örneğin Kuzey Amerika sömürgeleştirilmiş olduğu halde, bağımsızlığını çok önceden kazanmıştır ve günümüzde aslında Batı’nın, Birinci Dünya’nın, Gelişmiş ülkelerin ya da Merkez’in en önemli bileşenleri haline gelmiştir. Ya da örneğin, Yugoslavya, klasik anlamda sömürgeleştirilmiş bir ülke olmadığı halde, Üçüncü Dünya’nın en önemli temsilcisi, Bağlantısızlar hareketinin kurucuları arasında yerini almıştır. Öte yandan, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin bileşeni olduğu için Üçüncü Dünya ülkesi sayılmayan ancak bağımsızlıklarını elde ettikten sonra, Üçüncü Dünya ülkeleriyle benzer sorunlarla yüzleşen bir grup devlet olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla, genellemeler yapılırken, her zaman istisnaların olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim özellikle Üçüncü Dünya özelinde bu istisnaları çoğaltmak mümkündür.

Üçüncü Dünya’ya ilişkin en önemli özelliklerden bir diğeri ise, Üçüncü Dünya’nın çok geniş yelpazedeki ve birbirinden hayli farklı birçok alt-ülke grubunu barındırmasıdır. Yani Üçüncü Dünya, mono-blok bir yapı değildir. Her ülke sınıflandırmasında belirli düzeyde iç farklılığın olması normaldir. Ancak Üçüncü Dünya söz konusu olduğunda ülkeler arasındaki farklılaşmanın çok daha derin olduğu görülmektedir. Nitekim elbette Kanada ile İsveç’in kalkınmışlık düzeyleri arasında farklılıklar vardır. Bununla birlikte bir takım asgari koşulların karşılanması açısından kayda değer bir farklılık yoktur. Ancak söz gelimi her birisi eski sömürge bölgeleri olan Latin Amerika, Sahra-altı Afrika ya da Güney Doğu Asya’nın gelişmişlik düzeyleri kendi arasında inanılmaz farklar gösterebilmektedir. Bu farklar hem bölgelerin sömürge deneyimlerine ve dekolonizasyon süreçlerine hem de Soğuk Savaş döneminin koşullarına göre şekillenmiştir. 1970’lerde OPEC petrol politikaları bu açıdan önemli bir kırılma yaratmışsa da esas kırılmanın Üçüncü Dünya ülkelerinin küreselleşmeyi farklı biçimlerde deneyimlemesi olduğu da söylenebilir. 1970’lerin “alternatifsiz” neoliberal politikaları, hem gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki hem de “gelişmemiş” ülkeler içindeki makası açmıştır. Soğuk Savaş’ın bitmesi, süper güç rekabetinin bir süreliğine de olsa geri planda kalması ve bölgeselleşme eğilimlerinin güçlenmesiyle, Üçüncü Dünya içinden güçlü bölgesel aktörler belirmiştir. Günümüzde bu devletler “Yeni Sanayileşmiş Ülkeler” kategorisine dahil edilmektedir.

Dolayısıyla Üçüncü Dünya bağlamında ne kavramlar, ne de kavramların içini dolduran temsilciler durağandır. Üçüncü Dünya, bugün giderek daha da flulaşan bir boş gösteren haline gelmektedir. Bununla birlikte, bağımlılık ilişkileri ve hiyerarşik dünya düzeninin yarattığı sorunlar, farklı düzeylerde dünyanın büyük çoğunluğunu etkilemeye devam etmektedir. Üstelik küreselleşmeyle birlikte Üçüncü Dünya sorunları artık “Birinci Dünya”nın da tam göbeğindedir. Bir sonraki yazıda “Üçüncü Dünyacılık” ve Bağlantısızlık üzerine bir dış politika sohbeti yapacağız.

Bunları da sevebilirsiniz