Yunanistan Nereden, Yunanistan Nereye?

Yunanistan, ABD’nin son yıllardaki Türkiye’yi kuşatma politika ve girişimlerine gönüllü olarak ve hevesle katılan bir komşu ülke. Türkiye sınırındaki kara topraklarına ABD üsleri açıldı, buralara Amerikan askerleri ve savaş gücü yerleşti. Ege’deki Yunan adalarına gene Amerika’nın deniz ve hava güçlerinin yerleşmesi sağlandı. Yunanistan Ege’deki adalarına yasal olmamakla birlikte silah yığmayı ve adaları askerileştirmeyi sürdürüyor. ABD ve İsrail’le birlikte Türkiye’ye karşı olan askeri harekatlarda yer ve görev alıyor. Bütün bunlar yanı sıra Ege’deki Türk adalarını da işgal etmiş ve bunların bazılarında askeri tesisler kurmuş bulunuyor.

Yunanistan ABD tarafından yeniden fethedilmektedir.

Bunlar olgular. Ayrıca bunlara her gün eklenecek yeni bir şey çıkıyor. Mayıs başında Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Türkiye ziyaretinde tutumu ve söyledikleri, Mayıs ortasında Yunan Genelkurmay Başkanı’nın ölçüsüz ve pervasız açıklamaları, Yunanistan’ın gündemde tutulması gerekliliğini gösterdi. Örneğin, Dışişleri Bakanı, Türk Dışişleri Bakanı’yla ortak düzenlenen basın toplantısında diplomasiyi takmadığını ve misafir olmanın görgüsüne uymak istemediğini Türklere göstermeye çalışmıştı. Örneğin, Genelkurmay Başkanı, bir tehdit olarak algılansın diye Yunanistan’ın “dünyada” yalnız olmadığını, hele hele bir çatışmaya girecek olursa Batı dünyasının arkasında yer alacağını güvenle söylemişti. Bu tutum, yorumcuların bir meydan okuma belirlemesini gerektirmeyecek ölçüde açık.

Ve en son olarak mayıs ayının son haftasında Yunan ordusu ABD silahlı güçleriyle birlikte Türkiye sınırındaki İskeçe’de askeri tatbikat yapması, ortak hedefin hangi ülke olduğunu doğrudan göstermekte. Dünyanın en büyük tatbikat projelerinden olan “Defender Europa 21” kapsamındaki Kentavros tatbikatının ortak düşmanının Türkiye olarak seçilmesi kimseyi şaşırtmadı ama bunu dostlukla bağdaştırabilen bir yorumcu da çıkmadı.

Yunanistan’ın bu günlere gelmiş olması, tarihindeki kimi özelliklerin doğal sonucu. Faşizme ve emperyalizme direndiği onurlu dönemler dışında Yunanistan, yabancı güçlere güvenerek var olma ve onların siyasetlerini izleme konusunda dünyanın en kötü örnekleri arasında yer alıyor.

Kaldı ki tarihinde Yunanistan’ın “en büyük düşmanı” Türklere karşı onurlu ve örnek bir barış, dostluk ve iyi komşuluk dönemi yaşamışlığı da var (1920’l1, 30’lu yıllar). Yunanistan yönetimleri böyle bir dönem yaşadıklarını unuttular, ancak biz unutmadık ve o dönemi hem özlemle anıyor, hem de burada okuyacaklarınızı onların düşmanca siyasetlerine karşı dostça düşünceler ve beklentilerle yazıyoruz.

NEREDEN? ÖNCE, ROMA MİRASI

Yunanistan’ın yakın öncülü Doğu Roma İmparatorluğu.

Yunanistan’ın kendi tarihi bugünkü Yunanistan’ı Doğu Roma İmparatorluğu’na bağlıyor. Bölgenin en önemli, büyük ve zengin devleti olarak, hem büyük Roma İmparatorluğu’nun, hem de Doğu uygarlığının mirasını devralmış Doğu Roma, bin yıldan fazla yaşadığı gibi, Avrupa dışındaki tek ve büyük Hıristiyan devlet olarak Hıristiyanlığın doğudaki, daha doğrusuyla Avrupa dışındaki temsilcisi ve hakimi durumunda olmuş.

Roma, “Batı” ve “Doğu” olarak ikiye ayrıldıktan sonra her bakımdan farkılaştı, doğudaki parça gelişme ve değişme gösterdi, yerelleşti, dinsel bakımdan da yeni anlayışlar, felsefeler, söylemler ortaya çıktı. Helenistik geçmiş miras yapıldı, Hıristiyanlık Grek mitolojiyle kaynaştırıldı.

II. Theodosius (401-450) Grekleşme yolunu açtı, bir Yunanla evlendi, Endoksia. Onun etkisiyle bir Grek üniversitesi kuruldu (425). İmparatorun fermanları Grekçe yazılmaya başladı ve yargı kararlarının dili Grekçe yapıldı.

527-565 yılları arasında hüküm süren Justinianus (482-565) da halktan bir Yunan kadınla evlenmişti, ünlü Theodora’yla. Bu süreçte Roma İmparatorluğu’nu sürdürmek yerine kültürel ve siyasal olarak Atina’ya dönülmekteydi. Bu arada Doğu Roma, Roma’nın ve Avrupa Hıristiyanlığının dili olan Latinceden uzaklaşıldı, Latinceyi hem devletten ve hem de dinden ayıracak, kullanılmaz hale getirecekti. 630’da Grekçe devletin resmi dili oldu.

İmparatorların Latince Augustus unvanı yerine Deios sözcününü kullanmaları bu dönemden sonradır. Bu unvanla aynı zamanla yönetimde “tanrısallık” vurgulanmış oluyor, devletin Kiliseyi sömürenlerle sömürülenler arasında manevi ve siyasal birliği sağlaması umuluyordu.

Bir Doğu devleti ve toplumuna dönüşen Doğu Roma’da kölecilik zayıfladı ve bir sistem olmaktan çıktı. 8. yüzyıl köleci düzenin yavaş yavaş silindiği yüzyıldır. Kadınların da saltanat sürdürdükleri bir ortam, köleciliğin geride kaldığını gösteriyordu (köleci sistemde kadınlar da köle statüsündeydiler).

Yeni bin yıl (1000) altüst oluşlarla geldi. Din ve inanışlar önem kazandı. Doğu Hıristiyanlığı şekillendi. 1054’te Doğu Roma Ortodoksluğa katıldı, Konstantinopolis patrikliği kuruldu. Böylece dinde iki yol, iki tarz belirginleşti.

12. yüzyılda Doğu Roma’nın ekonomik hayatı, Akdeniz ticaretinde en önemli güçler haline gelen Venedik ve Cenova’nın etkisine girdi. Oralı tüccarlar ipleri ele geçirdiler ve bütün taleplerini kabul ettirdiler. Bu dönemde Doğu Roma’nın limanları ve kolonileri onlara hizmet etti.

Yunan tarihi, Doğu Roma’nın tarihten silinmeden önce en büyük sarsıntıyı ve felaketi, 1204 yılında Avrupalı Haçlıların saldırısı ve istilası ile yaşadığını yazıyor (Dördüncü Haçlı Seferi). Konstantinopolis’in yağmalandığı ve işgalin altmış yıla yakın sürdüğü dönem, Doğu Roma’nın Avrupalılara rekabet ve karşıtlığının düşmanlığa dönüştüğü on yıllar olarak biliniyor. Bu dönemde Konstantinopolis merkezli ve İznik merkezli iki imparatorluk bir arada yaşadı.

Doğu Roma’nın Avrupalılara düşmanlığı, Doğu Roma’nın adındaki “Roma”yı bile resmiyetinden ve yazınından çıkarmasına kadar varmış (çünkü Roma Avrupa’dadır ve Roma Avrupalıdır)! O dönemden sonra kendisine “Helen” demeyi uygun bulmuş.

Bu ve benzer tarihsel olgular, hem Avrupa kültür dünyasının Doğu’dan iyice ayrıştığı, hem de Hıristiyan dünyasının bir daha birbirlerine yaklaşamaz iki ayrı kutup olduğu gerçeğinin kaynağı.

1453: Balkanlarda ilerleyen Osmanlı Konstantinopolis’i fethedince imparatorluk tarihten silindi.

1500’e gelindiğinde bütün Yunanistan toprakları Osmanlı egemenliğine girmişti.

Hedefi sıcak denizlere (Akdeniz’e) inmek olan Rusya Balkanlara, özellikle Yunanistan’a gözünü dikmişti. Akdeniz’e inmek için orası en uygun bölgeydi. 17. yüzyıl sonunda kışkırtmalara başladı.

Büyük Fransız Devrimi bütün Avrupa’ı etkilediği gibi Yunanlar üzerinde de kendini gösterdi. Milliyetçi ve devrimci örgütler çıktı, ama hiç biri Yunan tarihini etkileyecek bir şekilde bir yol tutturamadı, gelişmedi, bunun yerine Yunanları kullanmak isteyen devletler öne çıkacak, Yunan tarihini onlar belirleyecekti.

YUNANİSTAN DEVLETİ NASIL ORTAYA ÇIKARILDI VE NASIL BÜYÜTÜLDÜ?

Avrupa’nın yakın çağında, 1453’ten başlayarak, Türkler “düşman” olarak yeniden sahneye sürüldüler. “Yeniden”, çünkü 11. yüzyılda Avrupalılar Haçlı Seferlerini Türk düşmanlığını yaratarak ve Türk “tehlikesi”ne dayanarak başlatmışlardı ve seferlerle “Türklere karşı savaş” yürütülmüştü.

16. yüzyıldan itibaren de Türkler ikinci kez Avrupalıların ortak düşmanı olmuştu. İşte bu süreçte, karşıya alınan “Türk-Doğu uygarlık ve kültürü”ne karşı Avrupa tarihinde köken aranıyordu. Bu köken, Doğu ve Doğulu olmayan Helen uygarlığı idi. Bir keşif yapılmıştı. Bu keşfe göre bir Avrupa tarihi imal edildi. Antik Grek “uygarlığı” her şeyin önüne geçirildi! Benzersizdiler, mucizeviydiler, her alanda insanlığın önünü açmışlardı; uygarlığın gerçek yaratıcısıydı ve tek kaynağıydı Grekler. Avrupa’da ne gelişme olduysa onlardan çıkmıştı, onlara dayanıyordu, dayanacaktı, dayandırılacaktı. Bilim, felsefe, sanat, edebiyat, kültür, demokrasi ve özet olarak uygarlık, Greklerden çıkmıştı. Rönesans, Reform, bilimsel gelişmeler, toplumsal ve siyasal ilerlemeler hep Greklerin mirasından geliyordu. Bu anlayışların tarih, ideoloji ve siyaset olarak savunulması Avrupa’nın Helencilik anaforuna girmesiyle sonuçlandı. Helenofillik Avrupa’yı kapladı. Ülkeler, akımlar, aydınlar, düşünürler Helenseverlikte ve Türk düşmanlığında yarışıyordu.

En sonunda hayranlık ve severlik, siyasal alana taşındı. Madem uygarlık dahil her şey Greklerden geliyordu, Greklerin kalıntısı olan toplumdan bir Helen devleti yaratılmalı, bu devlet Avrupalıların dayanağı olmalıydı. Ve bu dayanakla Avrupa’ya girmiş Doğu yok edilecekti. Osmanlı İmparatorluğu kemirilmeye başlanacak, bu plan gereğince Osmanlı topraklarında ilkönce bir Yunanistan ortaya çıkarılacaktı. Sonra, siyasal tarihe Balkanlaştırma olarak girmiş olan ünlü sözcüğün uygulamaları gelecekti. (Balkanlaşma: Bir bölgede etnik, milli, dinsel, mezhepsel ve bölgesel nedenlerle çok sayıda grubun birbirleriyle ve kendi içlerinde düşmanlaşması, sürekli çatışması, savaşması anlamında jeopolitik bir terimdir.)

18. yüzyıl sonunda başlatılan bu çabalar, 19. yüzyılda, neredeyse bütün Avrupa ülkelerinin sivil ve resmi katkılarıyla Mora’dan bir Yunanistan üretilmesini sağladı. Başı, zamanın en büyüğü İngiltere çekiyordu. Osmanlı’nın Balkanlardaki Ortodoks nüfusunu kışkırttılar, desteklediler, ayrılıkçılığa heveslendirdiler. Yunanları ayaklandırdılar, silahlandırdılar, savaştırdılar (1821 baharı). İngiltere, Fransa ve Rusya, 6 Ekim 1827’de Londra Protokolünde bir Yunan devleti kurulması için anlaştılar ve bunu Osmanlı’ya dayattılar.

Bu arada Osmanlı devleti tecrit edildi, Türk düşmanlığı körüklendi, Osmanlı donanması elbirliğiyle Navarin baskınında yakıldı (20 Ekim 1827’de).

Avrupa’nın topyekün savaşıydı! Her şey bu savaşa hizmet edecekti. İngiliz şairi Lord Byron da Yunanistan devleti kurulsun diye “olay yerinde” savaşanlardandı ve bu savaşta ölmüştü.

1830 yılında yeni bir protokolle Yunanistan bir devlet olarak ilan edildi. Başarılmıştı.

Doğu Sorunu’nun ortaya çıktığı şartlarda Yunanistan, “Hasta Adam”ı yormak ve gücünü tüketmek için kullanılacaktı. Yunanların eline Megalo İdea’yı verdiler, o da topraklarını sürekli genişletecekti, Osmanlı arazisinden ala ala. Hedefte Konstantinopolis de vardı. Elbette İngiliz diplomasisi ve siyaseti (ve Rusya dahil bütün Avrupalılar) arkasında olarak.

Yunanistan’a ne verilebilirse her şeyi verdiler, Türklerden olmasa bile yakınlarda olan her şeyi!

Seyri şöyle:

1863’te Adriyatik adaları İngiltere tarafından Yunanistan’a hediye edildi.

1881’de, “93 Harbi”ne katılmamakla ve tek kurşun atmamakla birlikte savaş sonundaki Berlin Antlaşmasıyla Teselya’dan büyük ve Epir’den küçük bir parça Yunanistan’a verildi.

1897’de, Girit’e göz diken Yunanistan yüzünden çıkan Osmanlı-Yunanistan savaşında Yunanistan karada-savaşta yenildi, ama masada-barışta kârlı çıktı, Girit Osmanlı’dan koparıldı.

Balkan savaşları (1912-13) sonunda, Epirus bölgesinin tamamı, “Selanik dahil Makedonya”, On İki Ada hariç Ege’deki bütün adalar Yunanistan’a verildi.

Birinci Dünya Savaşı (1914-18) sonunda Batı Trakya, Doğu Trakya, İzmir merkezli Ege bölgesi gene Yunanistan’a hediye edildi. (1945’te İkinci Dünya Savaşı sonunda ise On İki Adalar Yunanistan’a geçirilecekti.)

1920’de Neuilly Barış Antlaşmasıyla, Bulgaristan’ın ayağını Akdeniz’den keserek Trakya’nın Ege sahilleri Yunanistan’ın olmuştu.

Bıraksalar Yunanistan hızını alamamış olarak İstanbul’u da sahiplenecekti. Ama İstanbul Yunanistan’a bırakılmayacak kadar önemliydi (vaatler sahtekarlıktı, çünkü Yunanlara ‘İstanbul sizin’ demişlerdi, diyorlardı).

Görüldüğü gibi kuruluşundan başlayarak Yunanistan’ın ortaya çıkması ve genişlemesi yalnızca Avrupa Büyük Devletlerinin lütuf, ihsan, armağan ve belirlemeleriyle gerçekleşmiştir! 1820’lerdeki başlangıç, Yunanistan için bir gelenek oluşturmuş, ne yazık ki, komşumuz bu geleneğini 20. ve 21. yüzyıllara taşıyarak emperyalizmin yedeğindeki konumunu bugüne kadar sürdürmüştür.

YUNANİSTAN NASIL İDARE EDİLDİ, NASIL YÖNETİLDİ, NASIL YÖNETTİRİLDİ?

1830 yılında Yunanistan devleti, devrimci, milliyetçi ya da yurtsever güçler tarafından kurulmamış olduğundan ne anayasal bir yapısı, ne bir cumhuriyet olması söz konusuydu; bunlar düşünülmüyor, tasarlanmıyordu, ve ayrıca bunlar mümkün de değildi. Yunanistan bir kukla devlet olarak kurulmuştu, kukla devletlere de devrimci cumhuriyetler değil, monarşiler uygun düşerdi. Ayrıca bağımsız olmayan bir devletin, kuran yabancılara hizmet edecek bir “hükümdar”la yönetilmesi en doğrusuydu. Ancak kendi iç dinamikleri, tarihi ve gelenekleri Yunanistan’a bir hanedan da çıkaramamaktaydı. 19. yüzyıla devletsiz gelmişti, hükümran ve bağımsız bir tarihi bulunmuyordu. Soyluluğu yok sayılacak ölçüde zayıf ve kişiliksizdi, zenginleri ise mülksüzdü (varlıklı olanlar Osmanlı topraklarındaydı, İstanbul’daydılar, onlara “Fenerliler” denirdi, ticaret erbabı ailelerdi, hanedan olacak özellikleri yoktu). Bu durumda Avrupa hanedanlarından birisi belirlenip, Yunan tahtına bu hanedanın bir mensubu oturtulacaktı. Bu “soylu”, Avrupa’nın “Büyük Devletler”inden birinden de olamazdı, diğerleri itiraz ederdi, hır çıkardı.

Nitekim Rus çarının bakanlarından biri olan Yunan İoannis Kapodistria öne çıkarıldı, Rusya arkasındaydı, iktidar yapıldı, ama çok geçmeden öldürüldü (1831). Sonra İngiltere, Saksonya-Coburg Prensi Leopold’u tasarlamıştı, ortaklarına da kabul ettirdi ama sorun bu sefer Yunanistan’dan çıktı, olabilir tasarım gerçekleşmedi.

Zararsız, sorun yaratmayacak, uluslararası siyasette anlamı olmayan başka bir hanedan arandı, Bavyera Prensliği’nde karar kılındı (o yıllarda böyle bir “monarşi” olduğunu herkes pek bilmezdi); oranın hükümdarı Wittelbach hanedanından I. Ludwig’in oğlu Prens Otto (1815-1867), “Yunan Kralı” oldu. Daha 17 yaşındaydı (üstelik aile-hanedan Katolikti).

Bir dış ülkeden bir hanedan ve bir yabancı kral Yunanlarca da uygun bulundu (hanedan ve kral Avrupalı olacaktı ya, sorun yoktu!). Kendilerinden bir “kral”ın yapamayacağı bir şeyi, her şeyi o “kral” yapabilirdi, gerginlikleri önleyebilir ve denge kurabilirdi, kaldı ki kendileri gibi olmayan bir Avrupalı yetenekli ve insiyatifli olduğundan her bakımdan yeterli ve yararlı da olurdu. Ve ayrıca Avrupa’dan hangi ülkeden olursa o devletin de ülkelerine desteği de sağlanmış olurdu. Aslında Yunanların beklentisi ve isteği İngiltere’ydi; elbette oradan olamazdı, olmuyordu, ama neden olmayacağına, “kral İngiltere’den olsun” diyenlerin çoğunluğu anlayamadı!

Kendini bir Yunan ve Yunanistan kralı olarak görmeyen, Yunanca öğrenmek gereği duymayan, bütün işleri getirdiği Almanlarla çözen, sık sık ülkesine giden Kral Otto, gene de “günümüzde bile hala varlığı devam eden enstitülerin kurulmasını bir Alman disipliniyle gerçekleştir”mişti. Ama Yunanistan’a “Alman dolmuş“tu. Yönetimde neredeyse tek bir Yunan yoktu. Yunancanın yanında Almanca da resmi yazışmaların dili olmuştu.

Ekonomi düzelemez durumdaydı. Devlet iflas etti. Giderlerde en büyük pay, 3.500 Bavyeralı paralı askerle diğer İsviçreli ve Alman koruma ordusunun masraflarına aitti, toplam yabancı paralı asker 7 binden fazlaydı.

Halkını küçümseyen ve hor gören kralı Yunanlar da sevmediler. Uzun da olsa bir süre sonra kral kendi ülkesine dönmek istedi ve kraliçeye yapılan suikastı bahane ederek krallığını bıraktı gitti; bazı kaynaklar bir askeri darbeye uğradığını ve sınır dışı edildiğini yazıyor (1862). Zaten kendisini Büyük Devletler de artık istemiyorlardı, üstelik sorunlar yaratmıştı ve halk ona karşı sürekli ayaklanıyordu.

Kral Otto’nun çocuğu da olmadığından yeni bir hanedan arandı ve bulundu; Danimarka hanedanı. Kralın veliaht olmayan ikinci oğlu olan Prens Vilhelm, Georgios adıyla Yunan Kralı olmak üzere atandı! Otto’dan daha iyi çıktı, İngiliz Wales prensinin kayınbiraderiydi ve Avrupa’daki ilişkileri sıkıydı ama gene de Yunanca öğrendi, doğan çocuğuna Konstantin adını verdi (çok anlamlıydı, Konstantinapolis düşerken Doğu Roma’nın başındaki kahraman imparatorun adıydı), işini benimsedi. Ayrıca aile bağları dolayısıyla Avrupa’nın bütün hanedanlarında kardeşi, yeğeni ya da bir akrabası vardı. Bu arada meşruti monarşi öngören bir anayasa çıkarılması iyi olacaktı ve yapıldı da. Georgios’un çok yararları oldu, seviliyor denirken, iktidarının ellinci yılına yaklaşırken bir terörist tarafından öldürüldü (1913).

Yerine oğlu Konstantin (1868-1923) geçecekti, Almancıydı.

YENİ YÜZYIL, BÜYÜK SAVAŞ VE EMPERYALİZM BÖLGEDE AT KOŞTURUYOR!

Kral olan Konstantin, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in kızkardeşi ile evliydi, bu hısımlığın yanı sıra kayınbiraderine kişi olarak çok değer verdiği gibi, siyasetlerinin de takipçisiydi. Savaş patladığı zaman Almanya’nın yanındaydı, ancak ülkesini İttifak ülkeleri içinde Almanya yanında savaşa sokamadı, sokamazdı. Hükümet İtilafçıydı. Bununla birlikte Yunanistan’ın İtilaf ülkeleri yanında savaşa girmesini de önledi. Yoksa Yunanistan İtilaf devletleriyle olmak istiyordu, olurdu da, ona kucak açmışlardı, bekliyorlardı. İtilaf devletleri Yunanistan’ın sadece gelmesini beklemiyor, beklemekle kalmıyor, gelmesi için her türlü çabayı gösteriyor, baskıyı ve yolu da kullanıyordu.

Bu süreçte Venizelos’a yer vermemiz gerekiyor.

Bir yerel önder olan Giritli Eleutherios Venizelos (1864-1936), Girit krizinin ardından 1906’da başbakan olup yönetimini Büyük Savaş yıllarına kadar götürdü (20. yüzyılda Megalo İdea’nın adresi ve sahibiydi). Balkan Savaşları döneminde hükümetin başındaydı. Bu arada ‘İngiliz-Fransız’cı olarak Yunan siyasetinde vazgeçilmez hale geldi.

Venizelos, İngiltere’nin sorumlusu olduğu Türk-Yunan savaşının sahibi gibiydi. Osmanlı vatandaşı olan Giritli Venizelos, Galatasaray Sultanisi mezunuydu. Yunanistan’ın en zengin ailelerinden birinin kızıyla evlenmişti. Yunan işgal savaşında oynadığı rol dışında Türklerin karşısına da çok çıkmıştı.

Almancı Kral Konstantin’le birbirine ters siyasetleri, Yunanistan’ı ayrılıklar, bölünmeler ve çatışmalar içinde soktu. Sorunlar, yalnız hangi ülkelere dayanılacağı değil, aynı zamanda savaş hedefleri ve stratejileri ile de ilgiliydi. Savaş döneminde kozlar açık oynandı.

Kralın, Albay İonnadis Metaxas’ı (1871-1941) ayarlayarak ve kullanarak yaptığı örtülü “darbe”yle hükümetten atılan Venizelos, İtilaf devletlerinin müdahalesini talep etti (1915). İtilaf tarafı davet nedeniyle Selanik’e asker çıkardı.

Bunun üzerine ‘Almanya-kral’ yanlısı ordu, “ülkeyi İtilaf devletlerinden korumak için” Alman ve Bulgar ordularıyla birleşti ve Selanik kentine yöneldi.

Fransa ve İngiltere donanması güney Yunanistan’ı ablukaya aldı, hatta Fransız ordusu Atina’ya çıktı.

Böylece yerel-milli bölünme, yabancı orduların Yunanistan topraklarındaki (ve denizlerinde) işgalleri başlatmış oldu.

Savaş bitti, Almanya ve Konstantin fiilen çökmüş olduğundan Venizelos günleri geldi. Venizelos kralı tahttan atıp (aslında kralı istemeyen ve atanlar yabancı güçlerdi, İngiltere ve Fransa’ydı) başbakan oldu, Konstantin’in küçük oğlu Alexandros’u (1893-1920) da kral yaptı (aslında tahta Konstantin’in büyük oğlu geçecekti, geçmesi gerekiyordu, ama Fransızlar, babası gibi Alman yanlısı olduğunu sandıkları büyük oğulu istememişlerdi).

Yeni hükümet Selanik’teydi, Atina hükümeti ve “kralcılık” artık hem yok sayıldı, hem de yasal değildi!

Avrupa devletleri Yunanistan’daki piyon-sözcülerine bol bol vaatler vermişlerdi. İtilaf tarafı Trakya ve batı Anadolu sözleri ederken, (bizim silah arkadaşımız, savaşta müttefikimiz) Almanya savaş sonrasında Yunanistan’a Gelibolu ve Çanakkale bölgelerinin bırakılacağını, ayrıca Osmanlı topraklarındaki Rumların koruyuculuğunun da verileceğini söylüyordu!

Venizelosçulara göre, “kendileri dışındakiler”, Alman taraftarları ve Megalo İdea’yı engelleyenlerdi.

YENİ DÖNEMİN, SAVAŞ SONUNUN DÜŞLERİ: YUNANİSTAN ANADOLU’YA

Yenilmiş olduğu varsayılan Osmanlı’nın toprakları paylaşılıyor, paylaştırılıyordu. Haritalar hazırlandı. Herkesin bilemeyeceği ve sonradan herkes tarafından öğrenilecek olan şey, Anadolu’da aynı bölgelerin iki devlete birden pazarlanmış olduğuydu. Ege bölgesi; hem İtalya’ya, hem Yunanistan’a vaadedilmişti!

Ege bölgesinin sahibi, normal olarak İtalya olacaktı, çünkü 21 Nisan 1917’deki gizli bir “iç anlaşmaya” göre (St. Jean de Maurienne Antlaşması’na göre), İzmir ona verilmişti. Ancak İngiltere ve Fransa, 1919 yılına gelindiğinde Akdeniz’de rolü artacağı için İtalya’nın bölgedeki hakimiyetine karşı olmuşlardı. Lloyd George, İtalya’nın İzmir için saf dışı edilmesine yığınla gerekçe üretiyordu.

Türkiye’ye dayatılacak şartlar için planlanmış Paris Barış Konferansı’nda askeri baskı sağlanması için Yunanların kullanılması kararlaştırıldı. Düvel-i Galibe’den kimse zaten savaşacak durumda değildi. İngiltere’ye Türkler için onları ezecek asker lazımdı. O askerler de Yunanlar olmak zorundaydı. Başka bir yol ve imkan yoktu. Ayrıca, savaşa girmemiş Yunanistan’ın “canlı ve yıpranmamış bir ordu”su olduğu gibi, Yunanlara Türk düşmanlığı yaptırmak da zor olmayacaktı.

Böylece Yunanistan devreye sokuldu.

Bu süreçte Basil Zaharoff adındaki silah tüccarı Muğlalı bir Rum olan bir bankerin çok önemli bir rolü olmuştu. Yunan savaşının finansörlüğüne soyunarak ve (satın almalar, kandırmalar, tehditler dahil) gerekli ilişkileri yürüterek, “İngiltere’nin Yunanistan planı”nın “görünmeyen tertipçi”si olarak tarihe geçecekti! Onun özel amaçlarından biri de petrol bölgelerinde kendine yer ayarlamaktı.

Lloyd George üzerinde büyük bir etkisi olan Zaharoff’un “aracılık” işini üstlenmesi, bu sonuca ulaşılmasının esas nedeniydi. Aslında kendi planı olan “Anadolu seferi”ni Yunanistan’a “iletmiş”ti. Projenin Megalo İdea’yı gerçekleştireceğini söylemesi, Yunan Başbakanı Eleutherios Venizelos’un işgal planlarına hemen atlamasını sağlayacaktı.

Venizelos başbakan hazırdı ve artık başroldeydi.

İtalya’nın muhalefetine, Fransa’nın kaygılarına ve karşı çıkmasına rağmen ihale Yunanistan’a kaldı.

Anadolu’nun işgaline imkan sağladığı düşünülen silah bırakışmasının (Mondros Mütarekesi, 30 Ekim 1918; Agamemnon Zırhlısında imzalandı) hemen arkasından İtalya 18 Mart 1919’da Antalya’ya çıkartmasını yaptı ve İzmir’e doğru karadan ilerleme kararı aldı. Bunu öğrenen Yunanistan bir an önce İzmir’e çıkması gerektiğini anladı, hazır da değildi, ancak İngiltere onun ocak ayında çıkması gerektiğini uzun süredir söylüyordu.

Bu şartlarda İngiliz zırlılarının “yolcu gemisi” gibi kullanılarak (ve her türlü Yunan teknesiyle) Mayıs ayında Yunan ordusu zar zor İzmir’e varabildi, vardırılabildi (15 Mayıs 1919). Gene de yarışı kazanmıştı.

Plan”, Yunan “savaşçıları”nı, ırkçılarını ve Türk düşmanlarını aniden azdırdı. Karşı çıkan vardı ama tartışma ortamı olmadı. Hükümet ve ezici çoğunluğuyla partilerle siyasal çevreler durumdan görev çıkardı. Yunan Kralı Konstantin, yön değiştirdi, İtilaf devletlerinin ve İtilafçı, İngilizci Yunan siyasal çevrelerinin yanına geçti. Ama kendini bilmezliğin çarpıcı bir örneğini vererek sahne alacaktı. Yunanistan’dan İzmir’e gitmek üzere “ayrılmadan önce Atina Katedralinde resmi bir ayin” düzenlenmesini istemiş ve orada “’Konstantinopolis’e, Konstantinopolis’e’ naraları ve alkışlar arasında uğurlanmıştı”. Hedef de olmayacak ölçülerde büyümüştü. “Konstantin’in, ‘Ayasofya’da Bizans İmparatoru tacını’ giymesi bekleniyordu.”!

Ancak İtalya geç kalmış ve İtalya’nın hakkı yenmişti!

Mağdur İtalya savaşın galibi İtilaf devletlerine küstü, onları yarı yolda bıraktı, Anadolu işgaline katılmaktan vazgeçti, “savaşsız bir şekilde” Ankara ile gizli bir şekilde anlaşıp “barışçı” yolla çekilecekti. Aynı şeyi Fransa da yapacak, ancak resmi olarak TBMM ile Ankara Antlaşmasını imzalayacaktı (21 Ekim 1921).

Sevr’e göre Batı Anadolu da Yunanistan’a verilecekti.

Artık Trakya, Türklerin olan birçok ada (Marmara’dakiler dahil) artık onlarındı. Bir Yunan ordusu İstanbul önünde, Çatalca’daydı.

Bütün bunlar bile Yunanlarca yeter bulunmadı. Türk padişahı neden sürülmüyor, İstanbul neden Yunanistan’a verilmiyor, neden Karadeniz’de hiç Yunan toprağı olmuyordu, neden Pontus Yunanistan’a ait değildi? İngiltere’de Yunanistan’ı savunanlar bile bu soruları duymak istemiyor, tekrarlanmasına kızıyorlardı.

İŞGALCİ YUNANİSTAN: EMPERYALİZMİN KUKLASI, IRKÇI, ZALİM VE HAYALCİ

1919’a ve İzmir’e dönelim: Yunan birlikleri, İzmir’de karaya çıkarıldığı gün hiç gerekmediği halde Türklerden 300 kişiyi öldürdüler, kıyım yaptılar, yüzlerce insanı yaraladılar. Oysa direniş yoktu, İzmir’deki Osmanlı ordusunun subayları padişahın, Babı Ali’nin, yönetimin birçok talimatını almışlardı, Yunan ordusuna karşı çıkılmayacaktı. Saltanata göre, Yunan istilacıları “misafir” muamelesi görmeliydi, “ağırlanmalıydı”dı. Osmanlı ordusu direnmeyecekti ve talimat uyarınca da direnmiyordu. Ancak gene de işgalin hemen arkasından aralarında İzmir valisi de olmak üzere on binlerce Türk tutsak edildi ve Yunanistan’a götürüldü.

Yunan ordusu bir ay içinde ABD kaynaklarına göre 1.000 Türk öldürmüştür. Bir ölçü bile tutturamamışlardı. Aslında Yunan yönetimi, Yunan ordusu ve Yunan siyasetinin hiç bir kaygısı yoktu. İtilaf devletleri zaten arkalarındaydı (savaşmalarını onlar istemişti), kendilerine karşı bir güç karşılarına çıkmayacaktı, böyle bir güç yoktu, “dünya” Yunanistan’ı destekliyordu, askeri zafer ise kaçınılmazdı, çünkü yenilmiş, orduları dağıtılmış, silahlarına el konulmuş bir ülkeden direniş beklenmezdi. Bu yüzden kendilerinden emin, pervasız ve sorumsuzdular.

Sonraki günlerde de fetihçi gibi davrandılar, olmadık zulüm ve kıyımlar yaptılar. Kızılhaç çalışmaları sanki yalnızca kışkırtmalar içindi. Emperyalist devletler bile Yunanistan’ın vahşetinden rahatsız oldu. Yunanistan’ı Türkiye’ye saldırtan onlardı. Ama Yunanlar vur deyince öldürüyorlardı. Hatta İngilizlerin vur demedikleri, tersine „sakın ha“ dedikleri bile söylenebilirdi. İngiliz Generali Thwaites, daha Yunan askerleri İzmir’e çıkmadan önce, „Yunanlarla Türkler arasında çatışmaları körükleyecek davranışlardan“ kaçınılması gerektiğini düşünmüş ve yazmış, Yarbay A. Dixon da, Rumları Türklere meydan okumamaları gerektiği konusunda uyarmıştı. Ama bunlara rağmen olan oldu, Yunan ordusunun ve sivil silahlandırılmış çetelerin yaptığı, yetkili makamların, hatta Yunanistan hükümetinin sorumlu olduğu kıyımlar, İtilaf devletlerinin araştırma ve denetleme görevlilerince hazırlanan raporlarda kayda geçti. Örneğin, altında İtilaf devletleri görevlilerinin (ABD delegesi Amiral Bristol, Fransa delegesi General Bunoust, İngiltere delegesi General Hare, İtalya delegesi General Dall’Orio’nun) imzaları olan belgelerde “Uyguladıkları işgal yöntemi, bir uygarlaştırma girişimi [altını biz çizdik; AH] olacağı yerde, daha başlangıcında bir fetih ve haçlı seferi görünümü almıştır. … Yunan birliklerinin Anadolu içlerine doğru ilerlerken ortaya koydukları ciddi ve kanlı kargaşadan Yunan hükümeti sorumludur, çünkü bunu yaptıran İzmir’deki üst yönetici konumundaki sivil makam, Yunan hükümetini temsil etmektedir“ cümleleri bulunmaktaydı. (Yukarıdaki alıntıda geçen ve altını çizdiğimiz “uygarlaştırma girişimi” ifadesi ayrıca dikkatlerden kaçmamalıdır. Emperyalizm, sömürgecilik döneminde kullanılan bu ifadeyi o zaman da kullanmaktan çekinmemekteydi.)

İtilaf devletleri Yunanistan’ı kullandıklarına neredeyse pişman olmuşlardı.

BİR “MAYMUN ISIRIĞI”NIN TARİHTE OYNADIĞI ROL

Yeni kral Alexandros’u bahçesinde bulunan ve sevdiği bir maymun dizinden ısırdı. Önemli bir yara değildi, ama sepsis olunca iyileşmesi de mümkün değildi, kimse gencecik kralın bir bacağını keselim diyemedi. Kral beş-on gün sonra 25 Ekim 1920’de ölecek, ve böylece büyük sorunlara yol açacaktı. İlk sorun, yeni bir kral bulmaktı, ama yoktu! Ölen kralın onaylanmayan evliliğinden, kabul edilmeyen (gayrimeşru olduğu ileri sürülen) bir yaşında bir kızı vardı. Önceki kral ve veliahtı ülkeden atılmışlardı, aslında çağrılabilirlerdi ama onları Fransa istemiyordu. O hanedandan birine de öneri götürüldü, ama o “Yunanistan’a kral olma” önerisini kabul etmedi.

Bu durumda Venizelos krallığı yok etmek için uygun bir durum ortaya çıktığını düşündü, rejim değiştirilecekti.

Yeni dönemin yeni seçimi yapıldığında (14 Kasım) Venizelos açık ara kaybetti, beklenmiyordu, sonuç Venizelosçular için hüsrandı. Kendisi Paris’e kaçtı. Halk onu ülkeyi yabancı güçlere işgal ettirdiği için cezalandırmıştı. Hükümet, kralcılığı savunma mevzisindeydi, bunun için plebisit gündeme getirildi, buna İngiltere ve Fransa karşı çıktılar, ama onlara rağmen gene de yapıldı. Sonuç, yüzde 99’la halkın bir kral istediğiydi! Böylece Konstantin’in ikinci krallık dönemi başladı.

Bu arada Yunan ordusunu İzmir’e çıkaran ortaklar iyice farklı düşünceler içindeydiler. Kral Konstantin’e başından beri hiç güvenmeyen Fransa (“o bir dönek”ti), bu işin sarpa sardığını ilk farkeden ve söyleyendi. İtalya zaten ortakları tarafından tercih edilmediği ve Yunanistan’la yaptığı yarışı kaybettiği için çok kızgındı.

Sevr’i Türklere dayatan ülkelerin atılgan ve saldırgan kesimleri antlaşmayı yumuşatarak uzlaşma yolu aradılar. Ankara her türlü öneriyi reddediyordu (önerilerin en sonuncusu İzmir’in Türklere geri verilmesiydi). İlginç olan, bu önerileri en başından beri en yumuşak olanına kadar hepsini Yunanistan’ın da reddetmesi ve protesto etmesiydi!

Ama gene de sonuç ortaya çıkmadan belli olan şeyler vardı. Anadolu’daki Yunan ordusu zor durumdaydı. İtaatsizlik çok yaygındı, kaçaklar olağanüstü düzeydeydi. Savaşa inanç yoktu. Erler emirlerde ısrar edilirse subaylarını yakalayıp bağlayarak Türklere teslim edeceklerini açıkça söylemekteydiler (bu gerçeğe Trikupis de anılarında değinmiş, hatta açıkça yazmış ve vurgulamıştı; s. 97 vd.).

Ama her şeye rağmen çekilme düşünülemezdi, savaşın zaferle sonlandırılması gerekiyordu.

İşler askeri bakımdan çok kötü gidiyordu. Yunanistan’da gazetelerin başarısızlık haberleri yazmalarına izin verilmiyordu.

Hasta, yorgun ve yaşlı kralı İzmir’e getirdiler, amaç belliydi, ancak beklenmedik bir şey oldu, işgale sevindirik olan İzmirli gayrimüslimlerden kimse Danimarkalı kralı alkışlamaya gelmedi, kimse evinden çıkmadı.

MEGALO İDEA HAYALİ, “KÜÇÜK ASYA FELAKETİ” OLDU!

1922’de Sakarya Savaşı öncesinde “savaşçılar”, dünya basınını, yabancı görevlileri, gözlemcileri, diplomatları cepheye, savaş alanına davet etmiş ve ağırlamışlardı. İsyancı Türk ordusunu nasıl ezdiklerini göstermek niyetindeydiler. Avrupalıları bozgunlarına tanık yaptılar.

Manzarayı seyredenler için durum anlaşılmaz değildi. Olmamıştı.

İtilaf devletleri Anadolu’daki savaş sona yaklaşırken Yunanistan’a desteklerini çektiler. Talep edilen krediler karşılanmadı. “Lloyd George çok istediği halde yardım edemeyecek”, böylece Yunanistan’ın son umutları da sönecekti.

Yeni borç isteklerinin reddedilmesi, Yunanistan’daki siyasal ve ekonomik krizi daha da ağırlaştıracaktı.

Böylece “İyonya devleti” de suya düştü.

Ağustosta beklenen son geldi. Eylülde kaçabilenler kurtuldu. 11 Eylülde Sakız Adasında gidebilen askerler ayaklandı, isyan bütün adalara yayıldı. Yenilgi ardından Yunanistan iç krizinde kral tahttan alındı. Hemen sürgüne gönderildi. Artık son gidişti, İtalya’da dört ay sonra ölecekti.

Savaşın kışkırtıcısı” olduğu söylenerek (Londra’da çıkan Daily Express gazetesi 2 Ekim 1922’de onun için bu sözcüklerle bir başlık bile atmıştı) İngiltere tarafından günah keçisi yapılmak istenen Venizelos, yenilgiden sonra savaşın kime hizmet ettiğini, kimlerin çıkarlarının gereği olduğunu anlamış olmalıydı. Zaharoff’la son görüşmesinde, ülkesine ihanet etmesi anlamına gelen önerilerle karşılaşmıştı. (Zaharoff’la ilgili son derece tuhaf şeylerden biri, Zaharoff’un Ankara hükümetine silah satmaya kalkması ve bir teklif götürmesidir. “Mustafa Kemal Paşa, Sir Basil Zaharoff’un gerçek kişiliğin anlamış, birçok devletin madalya ve unvanlarla taltif ettiği bu kişi ile alışverişte bulunmayı [ve] teklif edenlerin bütün tekliflerini reddetmiştir.” Zaharoff ne de olsa tüccardır, ama karşısında Mustafa Kemal Paşa vardır!)

Yeni kurulan hükümet, Anadolu’yu işgal etmeye kalkanları „savaş suçlusu“ olarak ve „vatana ihanet“ten yargıladı. Başbakan Dimitri Gunaris, yine eski başbakanlardan Petros Protopapadakis ve Nikolaos Stratos, Dışişleri Bakanı Georgias Baltatsis, İçişleri Bakanı olan işgalci general Georgios Hacianestis, hanedan mensubu Prens Andrew (kralın kardeşi; İzmir’in işgalinden sonra önemli roller üstlenmişti), 28 Kasım 1922 günü mahkum edildiler. Cezaları idamdı. Üç başbakan ve iki bakan, karardan iki saat sonra kurşuna dizilerek infaz edildiler. Aynı suçtan yargılanıp mahkum olan Prens Andrew kaçmıştı. Olay tarihe Altılar Davası diye geçti. Ancak önemli olan, yargılananlardan Gunaris ve General Strategos‘un, duruşmalar sırasında George ve Curzon tarafından teşvik edildiklerini, cesaretlendirildiklerini, İngiliz bakanlardan Sir Robert Horne’nun da mali yardım garantisi verdiğini açıklamalarıdır.

İlginç gelişme, olayların üstünden doksan yıla yakın bir süre geçtikten sonra yaşandı:

Kurşuna dizilenlerin torunları dedelerinin vatan haini olmadıkları iddiasıyla 2010’da Yüksek Mahkeme’ye başvurarak yeniden yargılama istediler. Bunun üzerine dava tekrar ele alındı. Devir değişmiş, Yunanistan’ı Türkiye’nin üzerine sürme misyonu geri gelmiş olmalıydı. Yunan Mahkemesi aradan uzun süre geçişi ve 1922 yılındaki verilerin yanıltıcı olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilenlerin itibarlarını iade etti!

Bu manidar gelişme bugünü açıklamakta, bugünkü Yunanistan’a “dayanak” olmaktadır!

HANEDANLAR, EMPERYALİZM VE YUNANİSTAN

Hanedanların Avrupa trafiğinde Prens Andrew’in rolü orada, 20. yüzyılın 20’li yıllarında bitmedi. Kaçabildiği için idamdan kurtulmuştu (gerçi kaçamamış olsa da onu idam etmek Yunanistan için kolay değildi), ve “prens” sonraları çocuklarını başka krallıklara kakalama konusunda oldukça başarılı olacaktı. Örneğin, İngiliz tahtına oturan Kraliçe II. Elisabeth’in (doğumu 1926) kocası, onun oğluydu, 1947’de evlendirildiler; Yunan kralının o çocuğu, Edinburg Dükü yapılan Prens Philip’ti (1921-2021).

Geçenlerde, bu yılın nisanında öldüğü için onu herkes tanır, herkes hatırlayacaktır, ama Philip’in, Yunan tahtına oturtulan Danimarkalının oğlu olduğu pek bilinmez.

İngiliz tahtına yamanan prensin Yunan kralının oğlu olduğuyla birlikte, çok yakında İngiliz kralı olacak veliaht-oğlu Prens Charles’ın “Yunan kralı“nın da torunu olduğu hiç akla gelmez.

Küçük bir sorun da yaşanacaktı: Korfu doğumlu Philip, ırkçı söylemleriyle İngiliz saltanatının modern zamanların asaletine gölge düşüren “prensi” olmuştu!

Sonra neler oldu?

1923 yılının arkası karışıklıkların ve değişkenliklerin yıllarıydı. İtibarsız Venizelos tekrar başbakan oldu, cumhuriyet ilan edildi, General Pangalos darbesini General Kondilis karşı-darbesi izledi, kaçmış olan Venizelos tekrar döndü, Ağustos 1928’deki seçimlerde başarılı oldu, tekrar başbakandı.

Venizelos yaşadıklarından ders almış gibi idi, Türkiye Cumhuriyet ile dostluk süreci başladı, karşılıklı ziyaretlerle düşmanlıklara son verildi; barış, güzel ve yararlı bir şeydi. O günlerde bunu öğrenmeyen kalmadı.

Ancak 1936 yılında Albay Metaxas, kralcılarla ittifak yaparak Hitlerci bir darbe yaptı, Gestapo’yu örnek alarak kurduğu polis örgütü Asfaleia’ydı ve baskıyla beş yıl ülkeyi yönetti. Yunanistan’ın gene bir kralı vardı ama anayasası yoktu (Metaxas kaldırmıştı). En önemli muhalefet ve direniş Türkiye’den giden Rumlardı, bu yüzden rembetikolar yasaklanmıştı. (Metaxas, ırkçıydı ama Anadolu işgalinin başarılı olamayacağını öngörmüş ve işgale karşı çıkmıştı. Savaş başlayınca da Hitler’in savaşı kazanamayacağını düşünmüş ve İngiltere tarafına geçmişti. Arkasından Yunanistan bu yüzden önce İtalya, sonra Almanya tarafından işgal edildi.)

AMERİKAN YÜZYILINDAN BUGÜNE YUNANİSTAN VE TÜRKİYE! “TARİH” DERS ALMAK İÇİN DEĞİL MİDİR?

20. yüzyılın ikinci yarısı Türkiye ve Yunanistan arasında sorunların tekrar çıktığı, çıkarıldığı dönemdi. Artık iki ülke de NATO üyesiydi, ikisi de ABD etki alanındaydı, ikisinde de Amerikancılık iktidardı, emperyalizmin tertipleri ve planları her ikisini de hedef alıyordu; bütün bunlar iki ülkenin tekrar gerginlik ve çatışmalar içinde girmesi için yeterli nedenleri yaratabilirdi. “6-7 Eylül” bizden, “Kıbrıs için EOKA’cılık” Yunanistan’dan, emperyalizmin “başarılı”, “dört dörtlük” proje-operasyonları olarak tarihe geçtiler.

İki ülke sorunları”nın, başta Kıbrıs olmak üzere, hafiflemesi, hafifletilmesi mümkün değildi.

Yunanistan, 2004 yılından bu yana, Ege Denizi’nde hukuken Türkiye toprağı olan 152 ada ve adacığı işgal etti.

Barışın güzel ve yararlı bir şey olduğu gene unutulmuştu.

Emperyalistlerden görev alarak komşuyu işgale kalkışmak ve yüz binlerce Anadolu insanının kanına girmek, 1922 yılında, Yunanistan’da vatana ihanet suçuydu. Türkiye topraklarını işgale kalkışmak, Yunanistan’a ihanettir Yunanistan’da ihanettir. 1922 yılındaki Yunan yargısının hükmü budur.

Peki bugün Türkiye adalarını işgal etmek, Yunanistan’da vatana ihanet değil midir? Ege’nin Batı kıyısından baktığınız zaman, Türkiye’yi işgal bugün de Yunanistan’a ihanettir. Şu anda bunu göremeyen ve anlamayalar olabilir. Ancak Ege’deki Türk adalarını işgalin bir macera olduğu anlaşılınca görüşler değişir.

Dış güçlere dayanma amaçlanarak ve onlara güvenerek yürütülen hiç bir mücadele vatanseverlik ve milliyetçilik olamaz. Zaten geçmişte toplumsal, sınıfsal, ekonomik, siyasal bakımlardan milliyetçiliğin Yunanistan’da bir temeli bulunmamaktaydı. Yunanlar bu ölçülerde gelişmiş değillerdi. Milletinin çıkarlarının bilememenin bugün de benzer durumlarda yaşandığını görüyoruz.

KAYNAKLAR

Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), TİB Yayınları, İstanbul 1986.

Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi / 1828’den 1995’e, Birinci Kitap, İstanbul 1974.

Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Milliyet Yayınları, İstanbul 1993.

Jean-Claude Cheynet, Bizans Tarihi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2008.

İsmail Çolak, Yunan İşgalinin Patronu Zaharoff, Lamure, İstanbul 2005, s. 78.

Johannes Glasneck, Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur Yayınları, Ankara 1976.

Alp Hamuroğlu, “İstiklal Savaşının Savaşının Düşmanları, Dostları ve Emperyalizmin Kuklaları”; Yavuz Daloğlu, Karikatürlerle İllüstrasyonlarla Mustafa Kemal Paşa ve İstiklal Savaşı, Opus Yayınevi, İzmir 2019 içinde s. 9-28.

Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, I, Cumhuriyet, İstanbul 2001.

M.V. Levçenko, Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Bizans Tarihi, Özne Yayınları, İstanbul 1999.

Doğu Perinçek, „Türkiye’yi İşgalden Sorumlu Yöneticiler Yunanistan’da Yargılandı ve İdam Edildi“, Aydınlık, 10 Mart 2016, s. 8.

Nikos Svoronos, Çağdaş Helen Tarihine Bakış, Belge Yayınları, İstanbul 1988.

G.L. Seidler, Bizans Siyasal Düşüncesi, V Yayınları, Ankara 1986.

Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri ile Sakarya’dan İzmir’e, Bilgi Yayınevi, Ankara 1989.

General Trikupis / Hatıralarım, Kitapçılık Yayınları, İstanbul 1967.

Türk Kurtuluş Savaşı’nın Yunan Tarafındaki Acı Yansıması: Küçük Asya Felaketi”, ekşi tarih, https://seyler.eksisozluk.com/turk-kurtulus-savasinin-yunan-tarafindaki-aci-yansimasi-kucuk-asya-felaketi, erişim Mayıs 2021.

Türkiye’de Yunan Vahşeti / İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Güçleri ve Kızılhaç Tarafından Kurulan Soruşturma Komisyonları İncelemelerine ve Bab-ı Ali Raporlarına, Resmi Belgelere Göre Yunanlılar’ın Anadolu’da Yaptıkları Soykırım, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006.

Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, İstanbul 1974.

Bunları da sevebilirsiniz