Boşlukların Zihni

Cama doğru fırlattığım taş camın kırılmasına neden oldu.” “Cildimin bronzlaşmasının nedeni geçen gün güneşlenmiş olmam.” Bu türden cümleleri her gün kuruyor ve duyuyoruz. Dünyada olup bitenler arasındaki nedensel bağlantıların birçoğunun farkında olduğumuzu ve genellikle doğru nedensellik ilişkilerini kolayca ayırt edebildiğimizi düşünüyoruz. Nedensellik, nesnel gerçekliğin önemli bir parçası ve biz ona dolaysız olarak erişebiliyoruz. Böylesine sağduyulu bir görüşe karşı çıkmak ve bu karşı çıkışı destekleyebilmek için herhalde bir deha olmak gerekir.

Ancak tarihte böyle dehalar yok değil. 18. yüzyıl İskoç filozofu David Hume kuşkusuz bunun harika bir örneği. Birçok felsefe lisans öğrencisinin Hume hakkında öğrendiği ilk şey, onun nedensellik kavramına karşı geliştirdiği saldırıdır. Hume sıkı bir deneyimci (ya da ampirist) idi, yani tüm bildiklerimizin kaynağının duyularımız, deneyimlerimiz olduğuna inanıyordu. Göremediğimiz, duyamadığımız, duyularımız aracılığıyla hiçbir şekilde gözlemleyemediğimiz şeyler hakkında bilgiye sahip olabileceğimizi düşünmüyordu.

Hume, bu deneyimci felsefesinin mantıksal sonuçlarını ne kadar absürt görünseler de benimsediği için dürüst bir filozoftu. Konu nedensellik olduğunda, şöyle bir düşünce sunmuştu: Biz “nedenselliğe” şahit olduğumuzu düşündüğümüz zamanlarda aslında gördüğümüz tek şey bir olayı başka bir olayın takip edişi. Evet, bu olayların her zaman birbirini takip edecek şekilde gerçekleştiği doğru: Cama (yeterli kuvvetle olmak üzere) her taş attığımda cam da kırılıyor. Ancak duyularımız bize yalnızca bunu, yani her zaman beraber gerçekleşen ayrı olayları verebiliyor. Taşın atılması ve camın kırılması olaylarının ötesinde, üçüncü bir “nedensellik ilişkisi”, bir “zorunlu bağlantı” göremiyoruz. Hume’a göre bu durum nedenselliğin alışkanlıklarımız dolayısıyla dünyaya yansıttığımız ama temelde zihinsel ve psikolojik olan bir fenomen olduğunu gösteriyordu.

İşin ilginci, nedenler ve sonuçlar arasında zorunlu bir bağlantı gözlemleyemediğimiz düşüncesini Hume’dan yüzyıllar önce, çok farklı bağlamdaki başka bir düşünür zaten ortaya koymuştu. 11. Yüzyıl İslam düşünürü Gazali’nin düşüncesi neredeyse aynıydı: Ateşi pamuğa her yaklaştırdığımızda pamuğun yandığını görüyoruz. Ama gözlemlerimiz yalnızca bize bu iki olayın art arda gerçekleştiğini gösteriyor, ateşin pamuğu yaktığını değil. Neden ve sonuç birbirinden tamamen bağımsız iki varlıktır, yoksa birbirlerinin mantıksal sonucu veya reddi değiller. Dolayısıyla, aralarında zorunlu bir bağlantı olabileceğini düşünmek saçma.

Gözlemin bize zorunlu bir bağlantı veremeyeceğini, yalnızca düzenli olarak art arda gerçekleşen olaylar gözlemeyebildiğimizi söylemesi açısından Gazali Hume ile tamamen hemfikir gibi gözüküyor! Ancak aralarında çok büyük bir fark var. Hume bu düşünce sonucunda nedenselliğin dünyaya yansıttığımız zihinsel bir fenomen olduğu sonucuna varmıştı, Gazali ise tamamen farklı bir açıklama sunuyor. Ateşin pamuğu yaktığını gözlemleyemiyoruz çünkü pamuğu yakan ateş değil, Tanrı’nın kendisi! Nesnelerin nedensel etkiye sebep olacak güçleri yok, çünkü başka bir şeye etki edebilecek tek şey Tanrı. Her su içtiğimizde Tanrı bununla uyumlu şekilde susuzluğumuzu gideriyor, pamuğu ateşe attığımızda pamuğu karartıyor, ilaç aldığımızda bizi iyileştiriyor…

Bu perspektif günümüzde birçoğumuza son derece sıra dışı ve inanılmaz gelebilir. Tıp, mühendislik, doğa bilimleri ve birçok diğer disiplin, nesnelerin birbirini nedensel olarak etkileyebildiği fikri üzerine kurulu değil mi? Bizi iyileştirenin ilaç olduğunu nasıl reddedebiliriz? Ancak, sanıyorum ki bu türden argümanların bize garip gelmesinin başka bir sebebi de olan biteni açıklamak için Tanrı’ya atıfta bulunmanın artık çok çekici bir seçenek olarak görülmemesi. Herhangi bir mekanizmanın nasıl çalıştığını anlayamadığımız, gerekli açıklamaları sunamadığımız durumlarda “Tanrı sayesinde oluyor işte!” demek ne felsefi ne de bilimsel çevrelerde sıcak karşılanıyor. Özellikle bilimsel açıklamalarımızdaki boşlukları doldurmak için Tanrı’ya atıfta bulunanlar zaman zaman “boşlukların tanrısı” safsatasına düşmekle eleştiriliyor.

Bu yazıyı, bu türden argümanların gerçekten bir safsata içerip içermediğini incelemek için yazmıyorum. Dikkat çekmek istediğim farklı bir nokta var. Hume ve Gazali çok benzer düşüncelerden başlayarak çok farklı sonuçlara ulaşmışlardı. Hume’un – ateist veya agnostik filozofların belki de en büyüğünün – Gazali’nin nedensellik hakkında sunduğu açıklamayı kabul etmeyeceğinden neredeyse emin olabiliriz. Bugün de Gazali’nin açıklaması garip ve kabul edilemez görünüyor. Peki ya Hume’unki?

Modernite ve sonrası dönemde (en azından felsefede) birçok şeyi açıklarken zihne başvurmak adeta bir gelenek haline geldi. Hume, nedenselliği nesnel dünyada konumlandıramayınca onu zihne yerleştirmişti. Benzer bir şey Hume’dan hemen önce yaşayan Locke’un birincil ve ikincil nitelikler arasındaki ayrımında da vardı. Kütle, uzunluk, şekil ve hareket nesnelerin kendi içlerinde sahip oldukları (birincil) niteliklerdi. Oysa renk, tat ve koku gibi diğerleri bu birincil niteliklerin zihin üzerindeki etkilerinden ibarettiler. Nesneler kendi içlerinde belirli bir renkte, tatta veya kokuda olamazlardı; bu nitelikler yalnızca zihinde bulunuyordu.

Günümüzde benzer öneriler hala sunuluyor. Sayılar gibi soyut nesneler nerede? Zihinde olmasın? Peki ahlaki yargıları doğru yapan şeyler nedir? Yalnızca onlar hakkındaki düşüncelerimiz mi? Bu gibi tartışmaların bir kısmında ben de bahsi geçen varlığın önemli bir anlamda zihne bağımlı olduğunu savunuyorum. Ama bu yazıyı noktalamak istediğim soru şu: Bir gün Hume’da, Locke’da ve günümüzde gördüğümüz, bir şeyi nesnel dünyada konumlandıramadığımızda ona zihinde yer bulma alışkanlığı da garip ve kabul edilemez bulunacak mı? “Boşlukların Tanrısı”nı biliyoruz, peki ya “boşlukların zihni” de aslında bir safsata mı?

Bunları da sevebilirsiniz