Uzay – Newton ve Leibniz

2020’nin Nisan ayındaki yazımda zamanın doğası hakkındaki felsefî ve fiziksel tartışmalardan bahsetmiştim. Yazıda Newton’da gördüğümüz zaman kavramının Einstein’daki zaman kavramından nasıl farklı olduğunu ve bu iki rakip zaman kavramı hakkında ne tür argümanlar sunabileceğimizi incelemiştik. Bu yazıdaysa zamanın birinci dereceden kuzeninden, uzaydan bahsedeceğim. Tartışmanın taraflarından biri yine Newton olacak ki Newton’un yüzyıllar boyunca etkili olmuş fiziğinin temelinde onun uzay ve zaman hakkındaki fikirlerinin yattığını göz önünde bulundurursak bu durum çok şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak bu sefer karşısında bir çağdaşı, kalkülüsü kimin icat ettiği – yoksa keşfettiği mi demeli? – konusunda da karşı karşıya geldiği Leibniz var.

Öncelikle Newton’un uzay hakkındaki görüşünü anlamalıyız. “Uzay” dediğimde evrenin Dünya dışında kalan kısmından değil, içinde derinlik, yükseklik ve genişlik boyutlarını barındıran, içinde hareket edebildiğimiz şeyden, yani mekândan bahsediyorum. Newton zamanın mutlak, içindeki şeylerden bağımsız bir şekilde sabit hızla akan bir varlık olduğunu düşündüğü gibi, uzayın da mutlak ve içindeki şeylerden bağımsız olduğunu düşünüyordu. Uzay onun için adeta içinde gezegenlerin ve yıldızların ve diğer her fiziksel nesnenin bulunduğu bir kova gibiydi.

Daha önce felsefedeki töz kavramından bahsetmiştim. Felsefede kullanılan birçok terimi aslında günlük hayatımızdan tanıyoruz – metafizikte sıklıkla kullanılan ve incelenen kavramların, nesnelerin, olayların, nedenselliğin, özelliklerin, somutluğun ve soyutluğun, parçaların ve bütünlerin ve bunlar gibi birçok başka kavramın ne anlama geldiğiyle ilgili az çok fikri var hepimizin. Ancak “töz”, felsefenin dışında pek karşılaşmadığımız bir sözcük. Aristoteles’ten gelen bu sözcüğü farklı yazarlar tarih boyunca farklı şeyleri ifade etmek için kullanmış olsalar da şu an bizim için önemli olan anlamı “var olmak için başka bir şeye ihtiyaç duymayan varlık”. Arabanızda bir göçük olduğunu hayal edin (benim gibi dalgın veya sakar olanlarınızın bunu hayal etmesine gerek kalmamış olabilir). Arabanızdaki göçük var, yani o bir varlık. Yine de var olabilmek için arabanızın varlığına ihtiyaç duyuyor, tamamen bağımsız bir varlığa sahip değil. Eğer arabanız olmasaydı, havada uçuşan sahipsiz bir göçükten bahsedemezdik, çünkü bir göçüğün göçük olabilmesi için içinde bulunduğu arabanın kalanıyla belli bir geometrik ilişki içerisinde olması gerekir. Göçük olan bölge yalnızca arabanın kalanına göre alçakta kaldığı için bir göçüktür. İşte göçük bu bakımdan bir töz değildir, kendi başına var olamaz. Töz olmayan diğer şeylere örnek olarak gömleğimin kırışıklığı, benim gülüşüm, saçımın siyahlığı verilebilir. Töz olan şeylerin ne olduğuysa epeyce daha tartışmalıdır, ancak sanıyorum ki arabanın göçüğe göre, gömleğimin üzerindeki kırışıklığa göre, benim gülüşüme göre ve saçımın da rengine göre daha temel ve bağımsız bir var oluşa sahip olduğunu sezgisel olarak görebiliriz.

Töz kavramından bahsetmemin sebebi Newton’un uzay konusundaki pozisyonunun tözselcilik (ing. substantivalism) olarak adlandırılması. Bunun sebebi de Newton’a göre uzayın var olmak için içerisindeki şeylerin varlığına ihtiyaç duymaması. Newton’a göre, var olan tüm fiziksel nesneleri ortadan kaldırsaydık uzay bunlarla birlikte yok olmazdı, aynı bir kovayı boşalttığımızda kovanın da bundan dolayı ortadan kaybolmaması gibi. Bu pozisyonu daha iyi anlamak için rakibi olan pozisyonu değerlendirelim. Leibniz’in savunduğu görüş ilişkiselcilik (ing. relationalism) olarak adlandırılır. Bu görüşe göre uzay, yalnızca nesnelerin arasındaki ilişkileri ifade etmek için kullandığımız bir kurgudan ibarettir. Bu nesnelerden bağımsız bir varlığa sahip değildir. Burada bir x nesnesi ve onun 5 metre uzağında bir y nesnesi olsun, aralarında da hiçbir şey olmasın. Bu nesnelerin arasındaki ilişkiyi ifade ederken ister istemez ikisinin de içinde bulunduğu bir “uzay” varmış gibi konuşabiliriz ancak aralarını dolduran bir uzay falan yoktur. Zaten aralarında hiçbir şey olmasın diyerek başlamıştık!

Peki Leibniz ilişkiselcilik görüşünün lehinde nasıl bir argüman sunmuştur? Leibniz’in birçok argümanı onun temel metafiziksel prensiplerinden hareket eder. En etkili olan ve hala tartışılan prensiplerinden biri özdeşlik ve ayırt edilemezlik arasındaki ilişkiyle ilgilidir.i Leibniz’e göre a ve b nesneleri tam olarak aynı özelliklerle sahipse bu aslında onların aynı şey olduğunun, ortada yalnızca tek bir şey olduğunun kanıtıdır. Başka bir deyişle, iki farklı şey hiçbir zaman tam olarak aynı özelliklere sahip olamaz.

Leibniz bu prensibi kullanarak görüşünü şu şekilde savunur: Evrenin, içindeki tüm nesnelerle birlikte, bu nesnelerin aralarındaki ilişkiler bozulmayacak şekilde Tanrı tarafından 1 cm sağa kaydırıldığını hayal edin. Newton’un mutlak “kova” uzayı gerçek olsaydı bunun mümkün olması gerekirdi. Böyle bir durumda, evren halen aynı özelliklere sahip olacaktır, aralarındaki ilişkiler tamamen korunmuş bir şekilde yalnızca mutlak uzayın içinde birazcık ileride bulunacaktır. Ancak, Leibniz’in bahsettiğimiz prensibine göre, önceki evrenin ve yeni evrenin hiçbir özelliği birbirinden farklı olmayacağından bu yeni “itilmiş” evren bizim gerçek evrenimizle aynı evren olmak durumundadır. Oysa düşünce deneyine evrenin bir değişim geçirmesinden bahsederek başlamıştık. Böylesine bir durumda evren hem değişmiş, hem de tamamen aynı kalmış olurdu ki bu bir çelişkidir. Öyleyse, mutlak uzay tutarsız, saçma bir düşüncedir.

Leibniz’in argümanı son derece yaratıcı ve ilham verici. Ancak bana kalırsa büyük bir hatası var. Bu hatayı, Newton’un takipçisi ve temsilcisi Samuel Clarke, Leibniz ile olan mektuplaşmalarında gözler önüne seriyor. Argüman dairesel bir akıl yürütme üzerine kurulu. Eğer Newton’un mutlak uzay düşüncesi doğruysa, gerçek evren ve itilmiş evren arasında bir fark zaten olacaktır: Mutlak uzay içindeki konumları! Evren hem değişim geçirip hem de aynı kalmıyor, gerçekten de değişim geçiriyor çünkü bir özelliği, mutlak uzay içindeki konumu değişiyor. Leibniz’in argümanı böylece Newton’un mutlak uzay düşüncesini çürütmekte yetersiz kalmış oluyor.

Bu argüman Newton’un mutlak uzay düşüncesini çürütememiş olabilir ama bu Newton’un haklı olduğu anlamına gelmez. Günümüzde fizikçiler tarafından kabul edilen uzay (daha doğrusu uzay-zaman) kavrayışı Newton’unkinden çok farklıdır. Ancak bu da başka bir yazının konusu olmalı.

i

? Aslında bu konuyla ilgili zaman zaman Leibniz’e atfedilen iki farklı prensip mevcuttur. İlkine, yani Özdeşlerin Ayırt Edilemezliği’ne göre a ile b özdeşse b, a’nın özelliklerinin tümüne ve a da b’nin özelliklerinin tümüne sahiptir. Daha tartışmalı olan ikinci prensibe yani Ayırt Edilemezlerin Özdeşliği’ne göreyse, birebir aynı özelliklere sahip olan iki farklı şey olamaz. Bu iki prensibin aynı şeyi ifade etmediğine dikkat çekerim, mantıksal terminolojiyle söylemek gerekirse iki prensip birbirinin “konversidir”. İlkinde a ve b’nin özdeş oluşu onların aynı özelliklere sahip olduklarını gösterir, ikincideyse a ve b’nin aynı özelliklere sahip olmaları onların özdeş olduğunu, aslında ortada tek bir şey olduğunu gösterir.

Bunları da sevebilirsiniz