“Bir kamyon domates satıp anca bir laptop alıyorsun. Katma değeri yüksek ürünler üretmeliyiz, teknoloji yoğun alanlara yatırım yapmalıyız.” diye başlayan nutuklara hepimiz yeterince aşina olduk sanırım. Bu yazıda, ilk bakışta mantıklı gelen bu söylemlerin; Türkiye’nin insani ve fiziksel altyapısı, dünyadaki üretim ve tüketim trendleri ve nihayetinde iklim krizinin boyutu gibi göstergelere göre değerlendirildiğinde o kadar tutarlı ve sürdürülebilir olmadığını, hatta ciddi riskler barındırdığını özlü bir şekilde ifade etmeye çalışacağım.
Türkiye’nin mevcut insani ve fiziksel altyapısı, bu katma değeri yüksek üretim iddiasını karşılamak bakımından hangi düzeydedir? Herhalde ne çok geride ne de ileride. Ancak yine de bu alandaki altyapı ve potansiyel, imtinayla yaklaşılması gereken bir konu. Bu düşünce, ülkesine ve insanına güvenmemekten değil, tam tersine ülkesini ve insanını sevip ona gerçekçi ve sürdürülebilir üretim şekilleri sunabilme isteğinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan, bu tartışmada önemli olan, böyle bir altyapının halihazırda var olup olmamasından da ziyade yatırımın ve önceliğin nereye verilmesi gerektiğiyle ilgilidir. Büyük yatırım alanlarındaki kararlar; ekonomik, sosyal ve çevresel tüm etkenler dikkate alınarak, tam bir şeffaflık içinde ve ülkelerin meclislerinde tartışılıp karara bağlanmalıdır. Aksi halde, kısa süre içinde atıl hâle gelen, zarar eden ve sadece belli bir zümrenin çıkarına hizmet eden bir “yatırımlar silsilesi” karşımıza çıkar.
Burada yüksek teknoloji üretimiyle yüksek teknolojili ürün kavramları arasındaki farka da dikkat çekmek gerekir. Yüksek teknolojili ürünlerin üretimi bugün dünyada Çin başta olmak üzere Asya’ya kaymıştır. Bu durum bu ülkeler açısından bir başarı olmakla birlikte getirdiği çevresel yıkımın maliyeti aynı ülkeleri büyük paralar harcayarak telafi çalışmalarına zorlamaktadır. Bu üretimlerin tasarımlarının yapıldığı yerler, nam-ı diğer silikon vadileriyse çeşitli sebepler ve etkenlerden dolayı dünyada ABD, Almanya ve Japonya gibi ülkelerde konuşlanmış durumda. Bu konuda özellikle start-up furyası ve Covid-19 salgınıyla birlikte bir yayılma (decentralization) gözükse de merkez üssü bölgeler ve ülkeler hâlâ sınırlıdır. Yine de Türkiye bir yatırım yapacaksa, en azından çevresel ve sosyal maliyeti daha az olabilecek bu alanda şansını daha fazla denemelidir. Tabi burada yatırımın devlet eliyle olması şart değildir ancak devletin bu yatırımı çekecek düzenlemeler yapması gerektiği açıktır. Estonya, Portekiz ve İrlanda bu konuda aşama kaydeden örnek ülkelerdir. Öte yandan, bu düzenlemelerin yatırım çekebilmesi için tam bir hukuk devleti olmak ve insan hak ve özgürlüklerine saygı duymak gerektiği de aşikârdır.
Gelelim iklim krizine… Burası laptopla domatesin savaş alanı biraz. İklim kriziyle sanayi ve tarım çeşitli sebeplerle daha da rekabet eden üretim alanları haline gelmiştir. Su ve arazi kullanımı bu rekabetin merkezindedir. Türkiye’de, özellikle gıda güvenliğini dikkate alarak, su ve arazi kullanımında tarımı önceleyen bir politika izlenmesi hem sosyal adalet hem de ekonomik istikrar açısından daha yerinde olacaktır. Tarımsal üretimin sunduğu stratejik üstünlüğü anlayabilmek için bir on sene daha beklemeye gerek yoktur. Ekmek ve su, altın çıkarmaya da laptop üretmeye de feda edilemez!
İdeali nedir derseniz, tabi ki Cumhuriyet Türkiyesinin yaptığı gibi hem sanayiyi hem de tarımı geliştirmek. Hem uçak fabrikası hem çiftlik kurmak. Ancak her ikisini de çevresel ve sosyal açıdan sıfıra yakın maliyetle inşa etmek ve öncelikleri toplumsal adalet ve sürdürülebilirlik penceresinden bakarak belirlemek. Önceki yazılarımdan birinde, yurtdışına yerleştikten sonra Türkiye’yi sadece en iyi tatil ülkesi olarak görmeye başlayanların, bu gidişle tatil yapabilecek bir ülke bulamayabileceklerinden bahsetmiştim. Benzeri bu yazıdaki tartışmada da geçerli: Dimyat’a laptopa giderken evdeki domatesten olabiliriz.