Uzmanlaşmanın Varsayılan Azizliği Sosyal Bilimlere Pek Yakışmıyor

Uzmanlaşma, iş bölümü, ve hatta biraz nostaljikseniz imece, modern dünyanın vazgeçilmez kavramları. Felsefeyle uğraşanlar hemen anımsayacaktır, bilimlerin bir soykütüğü olduğu söylenegelir. Felsefeden çıkan temel bilimler sonra da temel bilimlere özenen sosyal bilimler. Daha sonra kendi uğraştıkları konuya göre alt disipline ayrılan birtakım başka bilimler, alt bilimler, disiplinler. Ne var ki, bu güzel anlatım bilimsel bilgi ve uğraşının geçtiği çetrefilli yolu fazla basite indirgeyebiliyor, hatta yer yer bugünkü, “ne kadar uzmanlaşabilirsek, o kadar iyi” algısını besliyor. Amacım, bu algının en azından sosyal bilimler için makul olmadığını gösterebilmek.

Bilimlerin hem yukarıda bahsettiğimiz bölünmeleri hem de kendi gelişimleri bakımından doğal bir akış içerisinde olduğu düşüncesi hakimdir. Yıkılan ortaçağ felsefeleri, yanlışlanan mitolojiler, doğanın çözülen gizemleri ve daha pek çok hikâye bu inancımızı pekiştirir. Bunun bir noktaya kadar doğru olduğu çok açık. Gerçekten de bugün, birkaç yüzyıl öncesine göre daha fazla şey bildiğimizi, bir nebze olsun daha iyi yaşadığımızı düşünmek için çok fazla nedenimiz var. Öte yandan, bunun tamamiyle uzmanlaşma sayesinde olduğunu, uzmanlaşma arttıkça bu birikim ve ilerlemenin de doğru oranda artacağını düşünmek için o kadar da fazla nedenimiz olmayabilir. Kendi kabuğunda ve “kendine ayrılmış bir yerde” bilgi üreten ve düşünen insanın daha sağlıklı bilimsel faaliyet geliştireceği görüşü oldukça yaygın. Hemen bu noktada eklemek gerekir, sosyal bilimler açısından epey iddialı bir görüş bu. Uzmanlık alanlarına en çok ihtiyaç duyulan anlar, teknik bilgiyle aşılabilecek krizlerin olduğu dönemlere denk geliyor. Pandemi gösterdi ki böyle bir sağlık krizinde tıbbın inanılmaz ayrıntılı uzmanlığı hayat kurtarıyor. Fakat, ekonomistlerin siyaset bilimine ilgilerinin azaldığı, ya da siyaset bilimcilerin ekonomi çalışmayı düşünmediği zaman ortaya çıkan analizlerin zayıflığı ortada. Kendi uzmanlık alanı dışında bir konuyu araştırmak istemeyen bir sosyal bilimci modeli söz konusu. Daha da kötüsü, bu modeli savunan bir kısım insan, başka alanlardan gelen insanlar onların alanıyla ilgilenmesin istiyorlar. Bir sağlık çalışanının salgın sürecinde bunu istemesinden daha doğal bir şey olamaz. Fakat aynı şeyi bir sosyolog ya da siyaset bilimci yapınca, durumun sadece bir yer kapma isteği olduğu sanılabilir. Sırf kolaylık sağlamak için değil de esnek olmayan bir iş bölümü yapmak için sosyal bilimleri katı alt disiplinlere ayıranlar var. Sosyal bilimlerin tarihi, pek bu insanlardan yana değil.

Bugünün “ilk ekonomisti” Adam Smith, kendi dönemi için bir “ahlak profesörüdür”, hatta bir süre Glasgow Üniversitesinde bu kürsünün başkanlığını yapmıştır. (Şimdi, elbette Adam Smith’ten önce yaşamış bir sürü ekonomist düşüneceksiniz belki fakat yukarıda bahsettiğimiz insanların genelde vereceği cevap o ekonomistlerin “sizin bildiğiniz ekonomistlerden olmadığı” yönünde olacak.) “Ahlak profesörü” sözü hipermodern kulaklarımızı tırmalayabilir, taviz vermeye pek de yanaşmayan akademik dünya modelimize baygınlık geçirtebilir. Zira “ahlak profesörü” denince sanki bu insanların işi gücü ahkam kesmek ve doğruyu yanlıştan ayırmak gibi anlaşılıyor. Ne var ki, bugün kabul edilemez gelen “oryantalizm” kürsüsü de “ahlak profesörlüğü” de varmış bir zamanlar. Hala var gerçi ama eskisi kadar yaygın değil. Şimdilerde daha çok ahlak psikolojisi, sosyal antropoloji; o da olmazsa, spesifik bir kavramın etiği üzerine çalışılıyor fakat genel anlamda ahlak ve etik çalışan akademisyenler de yok değil tabi.

Adam Smith örneği oldukça aydınlatıcı: Bugün nevi şahsına münhasır bir bilim olmaya aday ekonomi disiplininin bile kökeni çok başka yerlere uzanıyor. Bu farklı kökeninden bugüne neler kaldığı bile o kadar önemli değil aslında. Önemli olan, toplumu ekonomiyle, sosyolojiyle, siyasetle, ahlakla ve daha pek çok şeyle beraber yorumlayan bir insanın gerçekten kalıcı bir şey yaratabilmiş olması. Smith’in görüşü de önemli değil bu noktada çünkü Ricardo, Marx, Schumpeter veya Polanyi için de aynısını söylemek mümkün. Öyleyse, birden fazla disiplinden bakmak ya da bakamamak sorununu ideoloji veya toplumsal görüş üzerinden değerlendirmemiz gerekmiyor. İnterdisipliner çalışmak bir yöntem tercihi. Tek bir disiplinin bize her şeyi aktarabileceğini düşünmek de bir yöntem sorunu oluyor böylelikle.

Soyutlama piramidi, soyutlama merdiveni gibi adlarla anılan bir şema herhalde bütün sosyal bilimciler için önemlidir. Son derece genel ve çoğunlukla soyut birkaç konseptten giderek aşağıya, daha somut kavramlara doğru gidilen bu şema, çoğu kez kavramların birbiriyle nasıl bir ilişkide olduğunu görmek için kurulur. Aynı silsile sayesinde, söz konusu kavramlarla çalışan kişi “nerede durduğunu” daha iyi anlayabilir. Ne kadar soyut bir kavramla uğraşırken ne kadar somut örneklere ve alt konulara eğildiğini görme imkanı bulur. Ağaca bakacağım derken ormanı kaçırmamak için yapılan bir sigorta gibi de görülebilir. Tam tersi biçimde de işlevseldir. Aynı şema bu sefer de hiçbir ağaca bakmaya zahmet etmeyen aceleci yolcunun ayakkabısına kaçan bir taş oluverir. Öte yandan, bu merdivende ya da piramitte ne kadar aşağıya inerse o kadar bilimsel bilgiye ulaşacağını düşünen bir sosyal bilimler anlayışı son 30-40 senedir ciddi anlamda baskın durumdaydı. Zannediyorum, belirli bir gerileme dönemine girdi ve artık sosyal bilimler de kendisini yenilemeye başladı.

Dünyanın en prestijli üniversiteleri artık interdisipliner programlar açıyorlar. Departmanlar, lisansüstü programlar için başka bölümlerden mezun olmuş insanları tercih edebiliyorlar. Uzmanlık alanı dışında hiçbir şeyi araştırmamanın bahanesi olarak “bilimselliğin” arkasına sığınan tembellik yavaş yavaş zedeleniyor belki de. Artık merdivenin, piramidin neresinde olduğumuzu merak ederek araştırmak ve olaylara daha geniş bakabilmek umudunu taşımaya başlayabiliyoruz. Sosyal bilimleri daha büyük düşünmeye itecek bir zamanda ve belki de bunu gerçekleştirecek bir akademinin döneminde yaşıyor olabiliriz. Eğer öyleyse, şenlik var!

Bunları da sevebilirsiniz