Martı

 

Havadayım. Yere ayak basmayalı neredeyse dört gün oluyor. Bu sefer içimdeki sese uyarak uçuyorum. Havada kaldığım sürece emniyetteyim. Aslında birden ne oldu, çok emin değilim ama, bundan tam dört gün önce içimdeki tehlike sinyalleri çalmaya başladı. Her martının yaptığı gibi ben de korkularımdan kurtulmak için hemen havalandım. Biz martılar çok uzak mesafelere uçabiliriz. Hele benim gibiler için havada mesafenin hiçbir önemi yoktur.

Güneşi takip ediyorum. Yükseldikçe sanki ona ulaşabileceğim hissine kapıldım. Ama bunun imkansız olduğunu da biliyorum.

Kanatlarımın arasından geçen sert rüzgar bana nereye gittiğimi soruyor.

– Sıcak bir ülkede, kırmızı bir dağa gidiyorum.

– Ama orada senin beslenmek için balık yok ki?

– Sen oraları bilir misin?

– Tabii bilirim. Ben rüzgarım, dilediğim her yeri dolaşabilirim.

– O zaman benim oraya gitmemi niye engelliyorsun ki?

– Dilediğim her yere dedim, ama zamandan bahsetmedim. Bu mevsimde gideceğin yere kadar sadece önünden esmem gerekiyor.

– Peki, bana o yerleri anlatır mısın?

– Niye olmasın? Bir kere orası çok sıcak. Hele senin gibi bir martı için belki de dayanılmaz. Orada sana şeklen benzemeyen, ama aynı ruhu taşıyanlarla tanışabilirsin.

– Görmem ve öğrenmem gerekli. Ben meraklı bir martıyım. Nedendir bilinmez içimde tehlike sinyalleri çalmaya başladı. Gördüğün gibi havadayım.

– Biliyorum hem de tam dört gündür. Daha çok yolun var.

– Daha çok yolum olduğunu biliyorum. İçimdeki ses havada daha emniyette olacağımı söyledi.

  • Sen içindeki her sesi dinler misin?

  • Evet dinlerim. Çünkü bana her zaman taze balığın ve sığınağın yerini doğru olarak söyler.

Rüzgar sustu. Tek başıma uçmaya devam ediyordum ki, karşıdan bana doğru süzülen bir başka martı gördüm. Birbirimize yaklaştık, selamlaştık. Benden iri değil ama daha yaşlı.

  • Merhaba bu kadar yükseklerde ne işin var?

  • Merhaba, bundan tam yedi gün doğumu önce içimde tehlike sinyalleri çalmaya başladı. Kuzey yıldızının aydınlattığı yere gideceğim. Orada Aurorayı borealisi seyredeceğim. Ya sen?

  • Aynı şeyleri ben de hissettim. İşte bu yüzden dört gündür havadayım. Aslında adını bile bilmediğim sıcak ülkedeki Kırmızı dağı göreceğim.

  • Orada balık olacak mı?

  • Hiçbir fikrim yok. Ancak geldiğim yerde de her zaman balık olmaz.

  • Haydi, biraz alçalalım.

Dalgalara paralel uçuyoruz. Etrafta bizden başka hiçbir martı yok. Yanımdaki birden bire gökyüzüne doğru yükselip muhteşem bir perende atıp aynı yere dönüyor. Biraz kıskançlıkla onu izliyorum.

  • Bunu nereden öğrendin?

  • Bizden çok önceleri yaşamış, yol göstericimiz Jonathan isimli martıdan.

  • Onu ben de duymuştum.

  • Onu duymayan mı var?

  • Yolun bir kısmını beraber yapacaksak bana da öğretir misin?

  • Neyi? Havadaki perendeyi mi yoksa jonathan’ı mı?

  • Hangisi daha önemli?

  • Buna sen karar ver.

  • Peki, Jonathan’dan başla.

  • Peki, o zaman dinle. Jonhatan bizim türümüzün en cüsseli martısıydı. Günün birinde hayatta avlanmaktan daha önemli şeyler olduğunu hissetti. Bulunduğu yerden gökyüzünün sınırlarına kadar uçtu ve oradan Yüce Ruh olarak döndü. Aradığı her neyse onu bulmuştu. Haydi, artık bizde yükselelim. Hem de altımızdaki her şeyin ufacık, mini minnacık görüneceği kadar yükselelim.

  • Peki.

  • Şimdi aşağıya bak. Orada ne görüyorsun?

  • Denizi görüyorum. Sonra sahile vuran dalgaları.

  • Peki, yüksel ve bak bakalım başka ne görüyorsun?

  • Sadece koca bir su.

  • Tamam, yükselmeye devam et.

  • Ne kadar yükseğe?

  • Çok. Gök Tanrıyı hissedene kadar.

İkimiz de alabildiğine kanat çırparak yükseliyoruz. Hava çoktan karardı. Ayın o gizemli ışığında her yer gümüş bir tepsi gibi parıldıyor. Birden çok korkmaya başladım. Biz martılar aslında gece uçmayız. Bu bize uğursuzluk getirir. Sanki düşüncelerimi anlamış gibi gülümsedi.

  • Dört gündür ne yapıyorsun sence? Zaten hiç yere konmadın ki. Uğursuzluk getirecek olsa çoktan gelmişti. Bırak bunları şimdi ne görüyorsun onu söyle.

  • Denizi görüyorum. Ama bu sefer dalgalarını ayın ışığında yıkayan bir deniz bu gördüğüm. Sanki ışıkla bütünleşmiş gibi. Sanki, sanki ikisi birbiriyle sevişiyor gibi.

  • Bu ışık ve suyun birleşmesi. Yaşamın en temel iki maddesi. Sonra bu beraberlikten hepimizin çok sevdiği balıklar doğdu.

  • Balık dedin de aklıma geldi. Ben acıktım.

  • Ne istersin?

  • Hiç fark etmez.

  • O zaman sen uçmaya devam et, ben hemen geliyorum.

  • Nereye gidiyorsun?

  • Sana en güzel balığı getirmeye.

Bir anda dikilerek muhteşem bir süratle denize doğru uzaklaştı. O ihtiyar martı sanki uçmuyor, şimdiye kadar gördüğüm en büyük süratle aşağı doğru süzülüyordu. Sonra bir anda suların arasında kayboldu. Aradan tam yüz kanat çırpışı geçti. İhtiyar martının artık yüzeye çıkması gerekliydi. Ancak hala görünürlerde yoktu. Bende acilen dalmaya karar verdim. Başımın üzerinde dikilerek sürat kazandım ki tam dalacakken hemen arkamda belirdi. Gagasında kocaman bir balık tutuyordu. Ona bakarken şiddetle denize çarptım. Canım acımıştı. İhtiyar martı ağzındaki balığı bıraktı ve boynumdan tutup da dengemi bulmamı sağladı.

Bir yandan da kahkahalarla gülüyordu.

  • Niye gülüyorsun?

  • Sana, şu haline baksana Suya dalarken başını kuyruğuna çevirmeyi sana hangi ahmak öğretti?

  • Uzun bir süre sudan çıkmadığını görünce başına kötü bir şey geldiğini sanıp sana yardım etmek istedim. İşte, tam o an seni arkamda görünce şaşırdım. Sonra da olanları biliyorsun işte. Baksana sen de balığını kaybettin.

  • Önemli değil.

  • Nasıl değil? Şimdiye kadar gördüğüm en büyük balıktı.

  • Evet, ama denizin sonuncu balığı da değildi.

  • Artık aç değilim.

  • O halde yükselelim. Kısa bir süre sonra ayrılmamız gerekecek. Sen ayın doğduğu ben ise battığı tarafa uçacağız.

  • Bir daha görüşecek miyiz?

  • Kim bilir? Hem belki her şeyi bu kalıpların içinde görmek kimin umurunda. Haydi biraz daha yükselelim ayrılma noktasına az kaldı.

  • Bunu nereden biliyorsun?

  • Birazdan sen de anlayacaksın.

Beraberce yükseldik. Artık dünyadan uzak, yıldızlara yakın bir noktaya gelmiştik ki kanatlarımın üşüdüğünü hissettim.

  • Hava değişiyor.

  • Evet, işte ayrılma noktası Ben kanatlarını üşüten hava akımını takip etmek zorundayım. Sen ise biraz daha aşağıdaki sıcak havayı takip etmek zorundasın.

  • Hemen ayrılmak zorunda mıyız? Benimle kırmızı dağa gelsene.

  • Peki, sen benimle soğuk ülkeye gelmeye ne dersin? Boşuna cevap vermeye kalkışma. İkimizin de yazgısı aynı ancak yönlerimiz değişik. Aradığımızı her ne pahasına olursa olsun bulmak zorundayız. Sana iyi şanslar.

  • Sana da. Unutma seni özleyeceğim.

Sonra, geniş bir kavis çizip benden uzaklaşmaya başladı. Arkasından ondan öğrendiğim o muhteşem perende ile onu selamladım. Uzaklarda bir yerlerde hayal meyal de olsa onun da perende attığını gördüm. Tüm gece konuştuklarımızı düşünüp yol aldım.

Alçalıyorum artık çok az yolum kaldı. Bu havada hiç yere inmeden onuncu güneşi selamlayışım. Güneş ne kadar da güzel. Onu seyrettikçe ışığını kalbimde hissediyorum. Yoruldum mu? Pek emin değilim. İçimdeki inanılmaz güç beni hedefime doğru götürüyor. O kırmızı dağa karşı dayanılmaz bir istek var. Sanki bir sevgili ile ilk buluşma, sanki ne olduğunu anlamadığım bir enerjinin beni çekmesi gibi. Her şey o kadar güzel ki.

İleride bir kara parçası görünüyor. Alçalıyorum. Etrafında sazlıklar olan sulak bir alandan geçerken bana dikkatle bakan iki insan görüyorum. Onları selamlamak, sevgimi, benim sahip olduğu tek onlarla paylaşmak için iyice alçalıyorum. Onlara ‘’Hey! Ben buradayım. Güneş her şeye rağmen yine doğdu. Gelin bu mutluluğun keyfini çıkartalım. Sizlere anlatacağım o kadar çok öyküm var ki’’ diye seslenmek istiyorum.

Birden ne olduğunu anlamadığım bir gürültü kopuyor. Bu sanki fırtına çıkacağı zaman Gök Tanrının uyarı homurtusu gibi bir şey. Sonra tüm gücümün kanatlarımdan süzülüp beni terk ettiğini hissediyorum. Son bir gayretle ona sesleniyorum.

  • Nereye gidiyorsun?

  • Nereye mi? Kırmızı bir dağ vardı unuttun mu? Hani sen ve ben bir bütünken kurduğumuz düşün peşinden gidiyorum.

  • Ya ben? Ben ne olacağım?

  • Düşlerinin gerçekleşmesi için bir bedene ihtiyacın yok. Gerçekten istiyorsan herhangi bir şekilde sen de oraya varabilirsin.

  • Ama nasıl? Artık beni taşıyacak kanatlarım yok ki?

  • Kanatlarına ihtiyacın yok. Zaten hiç de olmadı.

Birden toprağın o sert zeminine çakılıyorum. Etrafımda hiçbir şey yok. Son bir gayretle başımı kaldırıyorum. Havada kanat çırpan ruhum perende atarak beni selamlıyor. Sonrası zifiri karanlık.

Ellerinde av tüfekleri olan iki adam, yerde yatan ölü martıya yaklaşıyorlar. Biri ötekine dönerek

  • Ulan, bu bir martı. Ne eti yenir nede başka bir boka yarar. Saatlerdir burada bekledikten sonra vurduğum hayvana bak.

  • Garip bir martı. Buralarda böylesini görmemiştim.

  • İşte şimdi gördün. Haydi, geriye dönüp bekleyelim. Çünkü eve eli boş dönmek istemiyorum.

  • Bilmem, neden ama artık canım avlanmak istemiyor. Ben geri döneceğim. Sen istersen devam et.

  • Ne o, bir martıya ateş ettim diye canın mı sıkıldı?

  • Bilmiyorum. Ama artık avlanmayacağım.

  • Peki, duygusal çocuk. Madem istemiyorsun o halde dönelim.

Adam vurulan martıyı gömmek için bir çukur açtı. Bir an gözleri ölü martının gözlerine takıldı. Sonra onu bir bebeği sarar gibi sazlarla sarıp açtığı çukura yatırdı. Üstünü toprak ve sazlarla kapatırken dudaklarından ‘’ Çok üzgünüm’’ sözcükleri döküldü. Diğeri sabırsızca

  • İstersen kasabadan rahibi de çağıralım. Vurulan bir hayvan hem de işe yaramaz bir hayvan için bu kadar seremoni çok değil mi?

  • Vurduğunun bir hayvan olduğunu görüyorum. Ama gözleri anlatacak çok şeyi varmış gibi bakıyordu. Sanki o hayvandan da öte bir şey.

  • Ne gibi?

  • Sanki kutsal bir şeyi yok ettik.

  • Hadi be, saçmalama. Bak dönüşte barda iki tek atarız, sende böylece bu aptalca düşüncelerden kurtulursun. Vurulan alt tarafı boktan bir martı.

Adam cevap vermedi. Sanki içinde bedeninden ağır bir şey vardı. Zorlukla doğruldu. Kasabaya ulaşmak için uzun bir yol katetmek zorundaydılar. Sessizce yürüdüler. Sonra biri durdu ve ötekine:

  • Buralarda bildiğin kırmızı bir dağ var mı? Diye sordu.

Bunları da sevebilirsiniz