Enformasyon Yağmuru, Bellek ve Dil

Kültürel evrimimizle biyolojik evrimimiz aynı hızda ilerlemiyor. Biyolojik açıdan 50 bin yıl önceki avcı toplayıcı atalarımızla hemen hemen aynıyız. Ancak kültürel ve teknolojik açıdan aradaki farktan bahsetmeye bile gerek yok. İnsan türü olarak özellikle son 200 yılda yaşadığımız baş döndürücü değişim ve teknolojik atılım karşısında sergilediğimiz adaptasyon becerisi pek farkında olmasak da takdire şayandır. Kafatasımızın içinde 40-50 kişilik gruplar halinde yaşayıp mamut avlayan atalarımızın beynini taşıyorken bugün milyonlarca insanın yaşadığı şehirlere doluşmuş durumdayız. Dahası milyonlarca insanla fiziksel olarak yan yana olmamıza gerek kalmadan etkileşim içine girebildiğimiz sosyalleşme teknolojilerini hiç zorlanmadan kullanarak hayatımıza devam ediyoruz. Kusursuz bir uyum. Gerçekten öyle mi?

Tabloya daha yakından baktığımızda pek de öyle değil. Bilgisayarın ve internetin icadı insanlık tarihindeki en önemli dönüm noktaları oldu. Bilgiye ulaşmanın olağanüstü biçimde kolaylaştığı ve önemli ölçüde demokratikleştiği bir çağ açıldı. Bununla birlikte özellikle akıllı telefonun ve sosyal medyanın gelişmesiyle sadece bilgi değil ama enformasyon da üstümüze fırtına gibi yağmaya başladı. Sorun şu ki beynimiz bu kadar enformasyonla ne yapacağını bilmiyor. Biyolojik evrimimizle teknolojik olanaklarımızın çelişkiye düşmeye başladığı bir evredeyiz. Güney Amerika’daki bir selden anında haberdar olabiliyor veya takip ettiğimiz binlerce insanın hayatındaki en anlamsız ayrıntılara bile vakıf olabiliyoruz. Sosyal medya uygulamaları beynimize sürekli “yeni” şeyler vadetmek için tasarlanmış birer ödüllendirme mekanizması. Ekranı her kaydırdığımızda yeni bir haber, yeni bir gelişme, yeni bir fotoğraf, yeni bir dedikodu, “yeni” olan herhangi bir şey… Beynimizde sürekli dopamin salgılanmasını tetikleyen bu düzenek farkında olmazsak bir bağımlılığa dönüşüyor. Çünkü dopamin mutluluk ve tatmin demek. İşin bağımlılık boyutu farklı bir yazının konusu.

Bu tabloda büyüteç tutmak istediğim başka bir ayrıntı var: Bu kadar fazla enformasyonla ne yapıyoruz? Çoğunlukla hiçbir şey. Evet, bu enformasyonun ezici çoğunluğu beynimizde saklanmıyor, uzay boşluğunda anlamsız biçimde dolaşıyor. Beynimizin öğrenme mekanizması ve belleğin evrimsel işleyişi bakımından bu kadar çok verinin depolanmasının anlamı da imkânı da yok. İmkânı yok çünkü verinin geliş hızıyla (yani enformasyon yağmuruyla) kısa süreli bellek olan “çalışma belleği”nin bu veriyi işleyip “uzun erimli bellek”te saklanabilir duruma getirebilme hızı aynı değil. Bir verinin veya bilginin bellekte kalıcı olabilmesi için ya yüklü miktarda duygusal uyaranla birlikte gelmesi (örneğin travmatik veya heyecan verici deneyimler) ya da çeşitli biçimlerde tekrar edilerek ve geri çağırılarak (hatırlanarak) pekiştirilmesi gerekiyor. İnternet (dahası sosyal medya) çağında maruz kaldığımız verinin büyüklüğü ve hızı sahip olduğumuz bu bellek sisteminin işlemsel kapasitesini bir hayli aşıyor. Nihayetinde beynin işleyişinin fizyolojik bir çerçevesi var. Dış uyaranların elektrik sinyallerine, bu sinyallerin nöronlar arasında haberleşme için kimyasal mesaj ileticilere dönüşmesi gerekiyor. Kimyasal ileticiler yeniden elektrik sinyallerine ve sonra yeniden kimyasal ileticilere. Bu döngü bilinç dediğimiz düzeye ulaşana kadar milyonlarca kez tekrarlanıyor. Bu uyaran örüntüleri tekrarlandıkça da biyolojik sentezleme süreçleri devreye giriyor ve hücreler arasında yeni bağlantı kolları üretiliyor. Beynimiz tam anlamıyla bir kas gibi çalışıyor. Daha fazla kullanılan ve beslenen kısımlarında veri işleme ve depolama kapasitesi görece artış gösterirken kullanılmayan kısımlar zaman içinde köreliyor.

Bu tarif ettiğimiz sistem beynin sosyal medya araçları gibi hızlı ve kaotik ortamlara uyum sağlamasını kolaylaştırıyor olabilir ama maruz kaldığımız veri bombardımanından geriye en iyi ihtimalle bölük pörçük veri parçacıkları ve toz duman kalıyor. Veri toz dumanının neden olduğu başka bir soruna gelelim: Bilme yanılsaması veya İngilizcedeki “illusion of competence” ifadesinin birebir karşılığı olarak “yeterlilik yanılsaması.” İnternet ve özellikle de arama motorları sayesinde inanılmaz büyüklükte bir bilgi havuzuna birkaç on yıl öncesine nazaran çok daha az enerji harcayarak ulaşabiliyoruz. Çok eskiye gitmeye gerek yok. Benim çocukluğumun geçtiği 90’larda bile uzmanlık gerektiren bilgilere ulaşmak için yüzlerce sayfa ansiklopedi karıştırmanız, yaşadığınız şehirde kapsamlı bir kütüphane varsa oraya gidip belki günlerce araştırma yapmanız, bunlar içinde doğru olanları seçebilmek için birçok kişiyle bilgi alışverişinde bulunmanız (tabii bunun için de çoğunlukla şehir içinde bile olsa seyahat etmeniz), topladığınız veri ve bilgiyi daha sonra anlamlı bir bütün haline getirebilmek için elbette bolca not almanız gerekirdi. Dahası ulaştığınız bilginin önemli bir kısmını da belleğinizde depolamak zorundaydınız. Kabaca özetlediğim bu “öğrenme” süreci için bile büyük miktarda enerji, zaman ve para harcamak gerekirdi. İnternet ve bilgisayar teknolojilerinin günlük yaşamın kılcal damarlarına nüfuz etmesiyle birlikte saydığımız zahmetlerin birçoğu ortadan kalktı ve bilgi edinmek için bu kadar fazla enerji ve zaman harcamaya gerek kalmayınca öğrenmenin kendisi de eskisi kadar değerli bir iş olmaktan çıkmaya başladı. Bilgiyi bellekte saklamaya çalışmak ona internetten ulaşmaktan daha maliyetli bir iş halini aldı. Beynimiz evrimsel olarak daha az enerjiyle çalışmaya dönük bir eğilime sahip olduğu için bazı bilgi türlerini akılda tutmaktan da kaçınmaya başladı ve bu işi sentetik belleğimiz olan internete devretti. Bilme yanılsaması dediğimiz bilişsel fenomen tam olarak burada ortaya çıkıyor. Bilgiyi bellekten geri çağırmakla Google’dan “çağırmak” arasındaki ayrım muğlaklaşmaya başlıyor. Bir sorunu çözmek, merak ettiğimiz bir soruya yanıt bulmak, okuduğumuz bir metinde anlamını bilmediğimiz bir sözcüğün anlamına bakmak veya sadece malumatfuruşluk yapmak için Google ve diğer web tabanlı bilgi kaynaklarından yararlanıyor, çoğunlukla da işimiz bitince bu bilgiyi tekrar kullanmadığımız için unutup hayatımıza devam ediyoruz. Çünkü dilediğimiz ve ihtiyacımız olduğu zaman o bilgiye yeniden ulaşabiliriz. Ancak bu yeniden ulaşabilme kolaylığı o bilgiye sahip olduğumuza dair bir yanılsamaya dönüşebiliyor. Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın deyişiyle bir şeyin adını bilmekle o şeyi bilmek arasında büyük bir fark vardır. Bu sözden hareketle söyleyebiliriz ki dilediğimiz zaman sentetik bellekten adıyla çağırabildiğimiz bilgi henüz bizim bilgimiz değildir.

Sentetik bellekle organik bellek arasındaki bu kaygan zemin dil becerilerimiz üzerinde de etkisini gösteriyor olabilir mi? Henüz doğrudan bu konu hakkında yapılmış bir çalışmayla karşılaşmadım. Alandaki literatür haklı olarak çoğunlukla dijital öğrenme kaynaklarının yabancı dil öğrenme beceri ve olanaklarını ne ölçüde geliştirdiğine odaklanıyor. Öte yandan sentetik belleğe (internete) güvenmenin dilsel yetkinlik ve dil öğrenme becerisi hakkında olumsuz etkileri de olabilir. Bir metni okurken anlamını bilmediğiniz bir sözcükle karşılaştığınızda akıllı telefonunuz yardımıyla saniyeler içinde sözcüğün anlamına ulaşabiliriz. Ancak sözcüğün anlamına bu kadar kolay ulaşınca o sözcüğü unutmamak için çaba sarf etmek çok da anlamlı gelmeyebilir. Dolayısıyla bilgiye ulaşmak bir yandan kolaylaşırken bir yandan o bilginin saklanması yönündeki becerilerimizin zayıflıyor olması ihtimali yabana atılmaması gereken bir araştırma konusu.

Enformasyon yağmuru ve sosyal medyanın hızlı tüketime dönük doğasının dil üzerindeki bir diğer olası etkisi de mesajın alıcıya ulaşmasını zorlaştıran her türlü yükten kurtulma eğiliminden kaynaklanabilir. Sosyal medya, tüketimi yavaşlatan ve anlamayı zorlaştıran her türlü metin yükünü mümkün mertebe azaltıp etkileşimi görseller ve videolar üzerinde giderek daha fazla yoğunlaştırıyor. Ekranda birkaç saniye kalma şansı olan bir mesajın o kısa sürede ilgi çekip alıcıya ulaştırılabilmesi için daha fazla görsel uyaranla desteklenmesi gerekiyor. Ekrandaki akış hızlandıkça ve içerik üretenlerin sayısı milyarlara ulaştıkça bu rekabet daha da kızışıyor. Sonuç olarak iletişimin doğası ve onunla birlikte dile ilişkin bilişsel ihtiyaçlar da dönüşüme uğruyor. Daha az, basit ve kısa dilsel yapılarla iletişim kurmaya alışmak ve buna yoğun bir şekilde maruz kalmak, uzun süre odaklanmayı ve semantik olarak birbirine eklemlenen uzun dilsel yapıları takip etmeyi gerektiren kitap ve makale okumak, bir derste veya konferanstaki anlatıcıyı dinlemek gibi işleri giderek zorlaştırıyor olabilir. Bu ve diğer hipotezler bilimsel yöntemle sınanmaya muhtaç olmakla birlikte günlük hayattaki kişisel deneyim, gözlem ve soruşturmalarımın şimdilik hipotezi destekler nitelikte olduğunu söyleyebilirim.

Bunları da sevebilirsiniz