Türkiye’nin de Sosyal Bilim Kuramları Var!

Türkiye’de sosyal bilimcilerin karşılaştığı pek çok zorluk var, üstelik bunların bir kısmı hemencecik sıralanabilir. Bu zorlukların bir kısmı evrensel olduğu için insan benzer sorunların Türkiye’de de olduğundan şüphe etmiyor, örneğin sosyal bilimlerin fonlanması sorunu. Dünyanın hemen hemen her yerindeki sosyal bilimciler yeterince fon bulamamaktan şikâyetçi. Kim değil ki zaten? Bazı sorunlar ise yine bariz fakat bize ya da en azından gelişmekte olan ülkelere özgü bir sorun. Mesela, çeviri ve dil sorunu. İngilizce veya Fransızca bir terime karşılık bulamamak, bulamayınca da utanıp sıkılmak. Utanıp sıkılmanın da ötesine geçip bazen Türkçenin “bilime uygun bir dil” olmadığını söylemek. Böylesi bir kompleksin Türkiye’ye has olduğunu düşünmek güç fakat bu yine de durumu daha kabul edilebilir yapmıyor. Bütün bu sorunlar bir yana, oldukça önemli gördüğüm bir başka zorluktan bahsetmek istiyorum bu yazıda. O da, Türkiye’de sosyal bilimlerin birtakım fikirleri önceden gayet güzel keşfettiği halde, kimi zaman bunun kıymetinin bilinmemesi. Güncel sayılabilecek bir sosyal bilim literatüründen örnekler vereyim, belki anlatmaya çalıştığım konu biraz daha anlaşılır olacaktır.

1950’lerden bugüne kadar neredeyse her on senede bir bakış açılarını baştan aşağı değiştirebilecek farklı farklı kuramlar ortaya atıldı. 1950’lerde Yale Üniversitesinden profesörlerin ağırlıkta olduğu bir grup akademisyen “çoğulculuk” (pluralism) ve “poliarşi” (polyarchy) fikrini ortaya atmışlardı. Bu görüşe göre toplumun demokratik ve adaletli idaresi için birbirini tamamen ezmeye muktedir olmayan çıkar gruplarının sürekli olarak yarışması, devletin de buna hakemlik etmesi gerekir. Devlet, nötr olmakla birlikte, herhangi bir çıkar grubunun da sürekli kazanması veya kaybetmesinin önüne geçer. Dikkatli incelendiğinde, böylesi bir görüşün, 1950’lerin Amerikasının artık tam anlamıyla tehdit olarak gördüğü komünizmin ortaya attığı çatışmacı, sınıf ayrımına dayalı toplumsal görüşlere bir alternatif olarak sunulduğu açıktır. Anayasal tezler içerisinde daha liberal görüşe yakın, toplumu bir bütün olarak gören bu tarz kuramlar toplumsal çatışmaları istisna olarak görme eğilimindedirler. Bunun karşısında sosyalizme daha yakın görüşler ise çoğunlukla antagonizmayı öne çıkarmayı tercih ederler. İşin ilginç tarafı ise örneğin Türkiye siyasetinin zaten uzun yıllardır bu iki görüşü de yakından tanıyor, biliyor olmasıdır. Kurtuluş Savaşı döneminde kabul edilen, Atatürk’ün önderlik ettiği 1921 anayasası toplumdaki çatışmaları istisnai sayan, uzlaşmacı bir anayasa değildir.1 Ayırca yine söz konusu anayasanın kuvvetler ayrılığını sağlamak kaygısı da yoktur. Nasıl olsun zaten, savaş döneminin anayasası elbette çatışmacı olmalı ve gücü tek elde toplamalıydı. Yine fakat, 1924 anayasası bunun tersine dönüşün başlangıcıdır. Kurtuluştan sonra kuruluşa yönelik faaliyetler toplumun bütüncül olmasına dayanıyordu. Kısacası denilebilir ki Türk toplumu bu büyük tezlerin ikisini de birinci elden tecrübe etmiştir. Çoğulculuk ve denge arayışına ise hiç değinmiyorum bile, zira Türkiye bulunduğu nazik coğrafya gereği hem içte hem dışta dengeleri gözetmeyi her zaman ön planda tutmuş gibi görünüyor. Doğru, çoğulculuk ve poliarşinin istediği temel başka özellikler Türkiye’de çoğu zaman görülmemiştir fakat bunu Türk sosyal bilimcilerinin bir eksiği değil de koşulların azizliği olarak yorumlamaktan yanayım.

Denilebilir ki benzer bir durum 1970’lerde görülen, sosyal bilimlerde devlet ve kamunun gücünü tekrar göz önüne almayı teklif eden görüş için de geçerlidir. Theda Skocpol’ün devlet otonomisi ve toplumsal yapıyla ilgili argümanlarını okurken zaten şaşırmıştım fakat beni daha da çok şaşırtan şey birkaç sene sonra elime örneğin Kadro dergisini aldığımda benzer argümanların ipuçlarını yakalayabilmek olmuştu. Elbette, erken dönem Cumhuriyet aydınları ile Skocpol’ün hem derdi hem de üslubu farklı fakat ortada benzer bir bakış açısı vardı. Fazla milliyetçi bir şey söylemeye çalışmıyorum aslında, yani Kadrocuların Skocpol’ün yazdıklarını ondan önce düşündüklerini iddia etmenin savunulacak bir tarafı yok. Fakat, Türk aydınının da kendi döneminin koşullarını değerlendirerek ciddi kuramlar ortaya koyabildiğini görmek açısından bu önemli bir kıyaslama.

Vermek istediğim son örnek de 1990’lardan: 90’lı yıllar özellikle Amerikan akademisi için adeta bir dönüm noktası. Belki soğuk savaşın kısa vadeli kaygılarından kurtulmuş olmanın verdiği etki, belki de biraz yeni yöntem arayışlarının artması ile olsa gerek; sosyal bilimler bir “anın fotoğrafını çekme” işinden “olayların gidişatını açıklama” işine yöneldi. İncelenen süreler uzadı, uzun zaman katı neden sonuç ilişkileri aramış olan akademi nedensellik zincirlerine daha çok önem vermeye başladı. 90’lı yıllarda ortaya çıkan ya da ünlenmeye başlayan çok yönlü kuramların öncüsü bu vizyon denilebilir. Fakat, az bilinen bir gerçek var: “Geri kalmışlık” sorunu ile mücadele etmiş ya da etmekte olan her ülke uzun sürelerin analiziyle anlam kazanan nedensellik zincirlerine zaten önem verir. Türkiye de bu ülkelere dahildir. Sosyo-kültürel ve ekonomik gelişim çizgisini eksik gören ülkeler onlarca yılın hesabını bir anda yapmak durumunda. Kendisini pek çok yönden sıkıştıran sorunlar üzerine tek bir nedene dayalı açıklama yapması mümkün olmuyor, dolayısıyla nedenselliğin hangi olay ve süreçleri takip ettiğini zamana yayarak anlamaya gayret ediyor.

Türkiye, görüldüğü üzere, sorunlarını tanımlamak ve bunları belirli bir çerçeveye oturtabilecek kuramlar oluşturmak konusunda oldukça geniş bir tarihe sahip. Bu tarihin, sosyal bilimlerin her alanında işe yarayabilecek devasa bir miras olduğuna inanıyorum. Dışarıda bulduğu kuramları ve fikirleri olduğu gibi ithal etmeyen, bunları ancak kendisine uyarladıktan sonra kullanmaya başlayan bir sosyal bilim anlayışı Türkiye’ye belki de aradığı dinamizmi sağlayabilecek kapsamdadır. Bu sayede sadece terminoloji ve kuram değil, aynı zamanda bir gelenek de oluşabilir. Kim bilir, belki de her zaman istediğimiz gibi bir terminoloji ve kuramsal çerçeve oluşturamamanın asıl sebebi kendi içimizden çıkan fikirlere karşı daha acımasız olmamızdır.

1 Bülent Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri, YKY, s. 20-27.

Bunları da sevebilirsiniz