İmza, Sözleşme ve Pacta Sund Servanda

Hukuk ve haklar dünyası bir anlamda sorumluluklar ve ödevler dünyasıdır. Ödevsiz yahut sorumluksuz hak fikri neoliberal iklimde pek revaçta olsa da gerçekliğe uygun değildir.

Kimi zaman sorumluluk-hak dengesi dezavantajlılar lehine bozulur. Örnek mi? Tüketici-Satıcı ilişkisinde tüketici, kiracı-kiraya veren ilişkisinde kiracı, işçi-işveren ilişkisinde işçi korunur. Bunun böyle olmasının altında bu ikililerden ilkinin şartlarının hayatın akışı gereği daha ağır olduğu düşüncesi yatar. Dahası, ilişkinin ikinci tarafının aradaki ilişki gereği özenli, bilgili, basiretli hareket etme bakımından daha üstün olduğu yahut üstün olması gerektiği düşüncesi de bunda etkilidir. Ama eşitler arası ilişkide bu tarz bir kayırma yoktur, olmamalıdır.

Bir sözleşmeye, anlaşmaya veya bir bildiriye imza atma durumunda da benzer bir farklılıktan söz etmek gereklidir. Zira yukarıda andığım ilişki türleri birer sözleşme ilişkisidir. Bildirinin durumu apayrı. Orada bildiriyi kaleme alanla imza atan arasında bir farklılık olsa da kural gereği eşitler arası bir ilişki söz konusudur. İmzayı atan neye, niçin ve nasıl imza attığını bilmeli, hatırlamalı ve imzasının sonuçlarına katlanmalıdır. İçinde yaşadığımız şu sosyal medya çağında imzasızlık (ve anonimlik) o kadar da kötü görünmüyor. Hele bir de düşünce ve ifade özgürlüğünü boğan bir ortamda insanların bir şekilde kendilerini ifade etme arzularını tatmin etmenin olası tehlikelerini düşündüğümüzde… Yeri gelmişken belirtelim: İmzasız bir şekilde ve yeterli kalabalığın arkasından konuşursanız güvendesiniz demektir. Ama isminizle cisminizle ortaya çıkıp tarihte iz bıraktığınızda linç yemeniz, gözaltına alınmanız, tutuklanmanız, hatta öldürülmeniz mümkün. İsmiyle cismiyle ortaya çıkan insanlara sinsilik atfetseler de herkesin malumudur bu kişiler açıktır, merttir, korkusuzdur.

Anlaşma, hele hele uluslararası anlaşmalar kural gereği eşitler arası ilişkinin sonucu olmalıdır. Anlaşmanın içeriğinin belirlenme sürecinde eşit olunması gerekmez. Zaten çoğu zaman da anlaşmanın içeriğinin, en azından, bir bölümü karşı tarafa bir dayatma unsuru taşır. Ne var ki, anlaşma metni belirlendikten sonra tarafların imzasıyla bağlı olması adeta bir şeref meselesidir; zira imzanın gereğini yapmamanın ulusal ölçekte olduğundaki gibi yaptırımı olamaz. Bir devlet diğer devleti hapsedemez, gidip bir başka makama başvurup borçlu devletin kapısını icra memurlarıyla çalamaz. Ama buna çok benzer yaptırımlar gündeme gelebilir. Çoğu zaman güçlü olan taraf güçsüz olan ama anlaşmanın gereğini yerine getirmeyen tarafa farklı yollara başvurarak diz çöktürmeye kalkışır. Bu çabanın sonucu güç dengesine bağlıdır. Hiç beklenmedik taraflar diz çökmeyebileceği gibi asla diz çökmez denen taraflar bir gün ansızın dağılıp parçalanabilir. Kimisi de diz çökmez ama onurlu bir yalnızlık içinde adeta bir mahpus hayatı yaşar. “Güzel ve yalnız ülkeme…” demişti ya Nuri Bilge Ceyhan. Öyle işte! Yalnızlık mümkün ve bazen zorunlu olabilir.

Gelgelelim, Devletlerde süreklilik esastır. İktidar değişimlerine, rejim değişikliklerine karşın 100 yıl önceki anlaşmalarla bağlıdır devletler. Tarafı ve parçası oldukları kurumlardaki varlıkları ve bu kurumlara katılım süreçlerinde attıkları imzalara ahde vefayla bağlı olmalıdırlar. İşte bu ilkenin adı Pacta Sund Servanda’dır. Birebir çevirisiyle söylersek: Anlaşmalar Korunmalıdır. Anlaşmadan caymak, imzayı reddetmek, nimete dahil olup külfetten kaçmak bu ilkeyle bağdaşmaz. Bu anlaşmanın hiçbir yararı olmasa bile böyle olmalıdır. Ama mevcut durum daha da gariptir. Zira nimete gelince o anlaşmalar dillerden düşmüyor ama külfete gelince birden mızıkçılık yapılıyor. Görelim bakalım, bu güzel ülkeyi onurlu yalnızlığa hapsetmek isteyen mızıkçılar başarılı olacak mı? Zirvedeki yalnızlığı hücre cezasıyla karıştırmamak lazım.

Varlığınıza kast eden durumlara ahde vefa gereği sıkı sıkı sarılmanın elbette bir anlamı yok. Ama bari kuruluş senedimize vefayla bağı kalalım. Birisi hapiste çürüsün, bir başkası ülkenin kalbinde bir yerde linç edilsin, bir başkasının ayağı kayıp merdivenden düşsün, birisi zehirlensin, birisi beş maaş alsın, birisi kat çıksın, birisi birisini atasın, birisi birisini kayırsın, birisinin haklarını toptan silelim, birisi oh çeksin, birisine hakaret edilsin, birisinin mazbatası verilmesin, birisine iftira atılsın… Birisinin başına bir şey gelebilir elbet. Ne de olsa o yalnızca biri. Ama tüm bu birleri tek şemsiye altında toplayan (ya da toplama iddiasında olan) direk çatırdayınca… Hani derler ya… “Ya devlet başa ya kuzgun leşe”.

Tüm bunlar geçer, unutulur. Neler unutulmadı ki! Yer adları değişir. Ölenler şehit olur, ölmeyenler gazi. Öldüremedikleri hain, gücü yetmeyenler mahpus… Tüm bunlar olur olmasına ama yazık olur bu koca memlekete. Sonra demeyelim “aramıza girdiler, bizi böldüler, parçaladılar” diye. Akrep gibi kendini sokmanın anlamı yok. Sonra çok hayıflanırız: “Canlarımız bizimdir, kardeşlerimiz bizimdir, etle tırnak gibiyiz” diye ağıtlar yakmayalım. Garibanın garibana yaptığı zulüm gibisi yok. Başımıza örülen çorapların ipliğini biz vermeyelim el oğluna.

Bunları da sevebilirsiniz